SEKİZİNCİ BÖLÜM
Dantes, bir mahkûmun geçeceği bütün evrelerden geçiyordu. Önce suçsuzluğuna olan inancın getirdiği
gurur, sonra yavaş yavaş suçsuz olduğundan duyulan kuşku, sonunda da gururun yerini alan yalvarışlar.
Dantes, daha karanlık olduğunu bile bile başka bir zindana taşınmak için yalvarıyordu. Değişikliğin
kötüsüne bile razıydı, hiç olmazsa bu onu bir süre oyalardı. Gardiyanlara kendisini yürüyüşe çıkarmaları,
kitap getirmeleri için yalvarıyordu, ama bütün ricaları geri çevriliyordu.
Zamanla kederinin yerini büyük bir öfke aldı. Gardiyanları bile dehşete düşüren küfürler yağdırmaya,
öfke nöbetleri içinde hücresinin duvarlarını yumruklamaya başladı. Villefort’un kendisine gösterdiği ihbar
mektubu gözünün önüne geliyor, her satırı hücrenin duvarlarına yansıyordu. Kendisini bu karanlık boşluğa
sürükleyenin, Tanrı’nın gazabı değil, insanların içindeki nefret olduğunu düşünüyordu. Tanımadığı bu
insanlar için işkencelerin en kötüsü bile yeterli olmuyordu, çünkü hepsinin sonunda er geç rahata
erecekleri ölüm vardı.
Kimi zaman, kendi kendine şöyle düşünüyordu: “Eskiden, güçlü ve özgür bir adam olduğum günlerde,
fırtınayla kudurmuş denizin dev dalgaları arasında mahşerin kapılarının aralandığını görür, keskin
kayalarda yankılanan ölümün yaklaşmakta olduğunu anlayarak dehşete kapılırdım. Ondan kaçmak için
elimden geleni yapar, Tanrı’yla savaşmak için bütün adamlarımı seferber ederdim. Çünkü o zamanlar
benim için yaşamak bir mutluluktu. Oysa şimdi, beni yaşama bağlayan her şeyimi yitirdim. şimdi ölüm
bana, bir dadının, beşiğinde sallayarak uyutmaya çalıştığı çocuğa baktığı gibi bakıyor. Hoş geldin ölüm!”
Ölüm düşüncesi onu hemen rahatlatıyor, sert yatağı, kuru ekmeği artık onu kızdırmaz oluyor, böylesi bir
varoluşa katlanmak kolaylaşıyordu.
Onun için iki tür ölüm yolu vardı. İlkinde tek yapması gereken mendilini demirlere bağlayıp kendini
asmaktı. Diğeriyse, yemek yememekti. Kendini asmak ona biraz utanç verici bir davranış gibi
geldiğinden, ikinci yolda karar kıldı.
Bu kararı almasının üzerinden neredeyse dört yıl geçti; ikinci yılın sonunda Dantes günleri saymaktan
vazgeçti.
Dantes ölüm kararından caymamak için, kendi kendine yemin etti. “Gardiyan yemeğimi getirdiğinde onu
pencereden atıp yemiş gibi yapacağım.” diyordu. Dedğini de yaptı. Önceleri yemeğini zevkle atıyordu;
sonraları kararsızlıkla, sonunda da pişmanlıkla atar oldu. Açlık, bir zamanlar tiksintiyle baktığı yemekleri
nefis birer ziyafete dönüştürmüştü. Sonunda artık yemeğini atmak için ayağa kalkacak gücü bulamadığı bir
gün geldi. Ertesi gün gözleri görmez, kulağı duymaz olmuştu. Ansızın, biraz sonra öleceğini umduğu bir
sırada, yattığı duvardan gelen sesi işitti.
Bu ses, daha önce alışmış olduğu hayvan seslerine benzemiyor, daha çok keskin bir dişin ya da bir
aletin çıkaracağı türden bir gıcırtıyı andırıyordu. Onca zayıflığına karşın Dantes’nin aklına hemen, her
mahkûmun kafasında yatan o düşünce geldi: özgürlük. Ses üç saat kadar sürdükten sonra kesildi.
Birkaç saat sonra ses yine başladı, ama bu kez daha yakından geliyordu. “Gündüz vakti bile sürdüğüne
göre, bu kesinlikle kaçmaya çalışan bir mahkûm olmalı,” diye düşündü Edmond. “Ama yine de emin
olmalıyım. İşinin başındaki bir işçiyse, duvara vurduğumda korkmasına gerek olmadığından işini
sürdürecektir. Ama bir mahkûmsa, gardiyanların durumu anlamasından korkarak herkesin yatağına
döndüğü bir saatte başlamak üzere işini bırakacaktır.”
Edmond hücresinin köşesine giderek, nemden gevşemiş bir taşı kaldırıp üç kez duvara vurdu. İlk
vuruşunda ses kesiliverdi. Edmond bütün gün boyunca dinledi, ama ses bir daha gelmedi. Dantes
inanılmaz bir sevinçle bunun bir mahkûm olduğuna karar verdi.
Üç sessiz günün ardından Dantes, bu kez çok zayıf gelen sesi işitti. Mahkûm fark edildiğinden korkarak,
kazımakta kullandığı aleti değiştirmiş olacaktı.
Dantes bir arkadaş bulmanın verdiği cesaretle hemen işe koyuldu. Hücresinde keskin hiçbir alet yoktu.
Bir süre düşündükten sonra suyun bulunduğu testiyi kırarak parçalarını kullanmaya karar verdi. Kuşku
uyandırmayacak kadar sıradan bir kazaydı bu.
Bütün gece çalışmasına karşın fazla yol alamamıştı. Sonunda testi parçasının ucunun körelmiş olduğunu
fark etti. Sabaha kadar beklemeye karar verdi; umut ona sabır vermişti.
Gündüz, gardiyan geldiğinde Dantes ona testisini kırdığını söyledi. Adam yerdeki kırıkları toplama
zahmetine bile girmeden yenisini getirmeye gitti.
Daha önce kapının üzerine kilitlenmesiyle derin bir acıya bürünen Dantes, bu kez inanılmaz bir sevinç
duyuyordu. Ayak sesleri uzaklaşır uzaklaşmaz yatağını çekip hücreye dolan zayıf ışıkta, bir önceki akşam
kazdığı yere baktı. Ne kadar boşuna uğraşmış olduğunu gördü, çünkü alçı yerine taşın kendisini kazımaya
çalışmıştı.
Nemin yumuşattığı alçının küçük parçalar halinde döküldüğünü gören Dantes’nin kalbi sevinçten
duracak gibi oldu. Parçalar küçük olmasına küçüktü, ama yarım saat içinde Dantes küçük bir alanı
kazımayı başarmıştı.
Üç gün sonra Dantes bir taşın çevresini tamamen boşaltmağı başardı. Duvar yontma taşlardan
yapılmıştı, bunların arasına büyük taşlar yerleştirilmişti. Dantes’nin açıkta bıraktığı taş bu büyük taşlardan
biriydi ve şimdi onu yerinden çıkarması gerekiyordu. Önce tırnaklarını denedi ama yararsızdı, testi
parçalarıysa hemen kırılıveriyordu. Dantes bir saat boyunca çabalayıp durduktan sonra umutsuzluğa
kapıldı. Komşusu belki de işi tamamlamaya yaklaşmışken, kendisi böyle eli kolu bağlı oturacak mıydı?
Ansızın aklına bir fikir geldi. Gardiyan, mahkûmların yemeğini demir saplı bir tencere içinde getirirdi.
Dantes’nin ihtiyaç duyduğu şey de buydu işte. O akşam Dantes tabağını yere koydu. Gardiyan, içeri
girdiğinde tabağın üzerine basarak onu kırdı. Bu kez Dantes’yi de suçlayamazdı, çünkü bastığı yere dikkat
etmesi gerekirdi. Tabağı kırıldığına göre, Dantes gardiyana tencereyi kendisine bırakmasını önerebilirdi.
Boşuna merdiven çıkmak istemeyen gardiyan buna dünden razıydı zaten, tencereyi bırakarak gitti.
Dantes sevinçten çılgına dönmüştü. Yemeğini çabucak yiyip gardiyanın fikrini değiştirmeyeceğinden
emin olmak için bir saat bekledikten sonra, tencerenin sapını kullanarak taşı çıkarma işine başladı. Bir
saat sonunda taşı çıkarmayı başardı. Duvardan çıkan bütün alçıları toplayıp hücrenin köşelerine yaydı.
Bütün gece çalıştıktan sonra, sabaha karşı taşı yerine koyup yatağı duvara yaslayarak uyudu.
Sabahleyin Dantes kahvaltısını getiren gardiyana, kendisine yeni bir tabak verip vermeyeceğini sordu.
Gardiyan da ona, her şeyi kırdığı için artık yemeğini tencerede yiyeceğini söyledi. Bunu duyan Dantes
öylesine sevindi ki, yüreği Tanrı’ya karşı daha önce asla duymadığı bir minnetle doldu.
Bütün gün çalışıp on avuçtan fazla taş parçası ile alçı çıkardı. Gece olunca da çalışmayı sürdürdü, ama
iki üç saat sonra demir sapın daha fazla kazımadığı bir noktaya geldi. Eliyle sert noktaya dokununca bunun
bir kiriş olduğunu anladı. Dantes’nin açtığı deliğin önünü kesiyordu.
“Tanrım, Tanrım!” diye bağırdı Dantes. “İçten dualarımı işiterek sesime kulak verdiğini sanmıştım.
Bunca acının ardından bana gösterdiğin umut kapısını kapatıp beni yine çaresiz mi bırakacaksın?”
“Tanrı’nın adını anarken çaresizlikten söz eden densiz de kim böyle?” dedi bir ses. Yerin altından,
mezardan geliyormuş gibiydi. Dantes’nin tüyleri ürperdi. Beş yıldır gardiyanınınkinden başka kimsenin
sesini işitmiyordu.
“Tanrı aşkına,” diye seslendi Dantes, “lütfen bir kez daha ses ver. Kimsin sen?”
“Ya sen?”
“Talihsiz bir mahkûm,” diye karşılık verdi Dantes.
“Adın?”
“Edmond Dantes.”
“Mesleğin?”
“Denizcilik.”
“Ne zamandır buradasın?”
“1815 yılının 28 şubat gününden beri.”
“Suçun ne?”
“Suçsuzum.”
“Neyle suçlanıyorsun?”
“İmparatorun dönüşüne yataklık etmekle.”
“Ne? İmparator artık tahtta değil mi yani?”
“1814’te Fontainebleau’da tahtı bırakıp Elba Adası’na sürüldü. Bundan haberin olmadığına göre uzun
zamandır burada olmalısın.”
“1811’den beri.”
Edmond ürperdi; bu adam kendisinden dört yıl daha uzun bir süredir buradaydı.
“Daha fazla kazma,” diye sürdürdü ses. “Deliğinin yüksekliğini söyle.”
“Yerle bir.”
“Nasıl saklıyorsun?”
“Yatağımın arkasında kalıyor.”
“Odan nereye açılıyor?”
“Geçite.”
“Peki ya geçit nereye açılıyor?”
“Avluya.”
“Tanrım, kahretsin!”
“Sorun ne?” dedi Dantes.
“Pergelim olmadığından hesaplarım beni yanılttı o kadar. Benim, kale duvarı olarak hesapladığım
duvar senin kazdığın duvarmış meğer!”
“Yine de kale duvarı ancak denize ulaşmanı sağlardı.”
“İstediğim de buydu zaten.”
“Başarsaydın?”
“Denize atlayıp şatonun çevresindeki adalardan birine ya da belki kıyıya yüzecektim. Ama hepsi boşa
çıktı. Benden haber alana kadar kazdığın yeri kapatıp bekle.”
“Hiç olmazsa kim olduğunu söyle.”
“Ben, yirmi yedi numaralı mahkûmum.”
“Ah, yoksa bana güvenmiyor musun? Seni ele vermeyeceğime yemin ederim. Lütfen beni yalnız
bırakma. Birlikte kaçamasak bile en azından sohbet eder, sevdiklerimizden söz ederiz. Sevdiğin biri
vardır herhalde.”
“Ben yalnız bir adamım.”
“O zaman beni sevmeyi öğrenirsin. Gençsen dost oluruz, yaşlıysan seni babamı sevdiğim gibi
severim.”
“Öyle olsun,” dedi mahkûm. “Yarına kadar hoşça kal.”
Dantes mutluluğundan kabına sığmıyordu. Bütün gün hücresinde bir aşağı bir yukarı yürüyerek akşam
olmasını bekledi. Arkadaşının sessizlikten yararlanıp onunla konuşacağını düşünüyordu, ama yanılmıştı.
Bütün gece diken üstünde bekledikten sonra, ertesi sabah gardiyan gidince duvara üç kez vurulduğunu
işitti.
“Sen misin?” dedi. “Buradayım.”
“Gardiyan gittiyse çalışmaya başlayabiliriz.”
“Evet, evet. Hemen başlayalım.”
Birden Dantes’nin ayağının altındaki toprak kaymaya başladı. Dantes güç bela kendini geriye attı ve
taşların sarsılmasıyla açılan delikten bir adamın gövdesi göründü.
|