DOKUZUNCU BÖLÜM
Dantes, daha iyi görebilmek için arkadaşını küçük bir ışığın sızdığı pencerenin yanına götürdü.
Yaşlılıktan çok çektiği acılardan beyazlamış saçlarından, kalın kaşlarının neredeyse örttüğü keskin
bakışlarından ve yüzündeki derin kırışıklardan, fiziksel gücünden çok zihnini kullanmaya alışkın bir adam
olduğu anlaşılıyordu.
“Bakalım buraya girişimi gardiyanlardan saklayabilecek miyiz?” diyerek açtığı deliğe eğildi ve bütün
ağırlığına karşın, Dantes’nin çıkarmış olduğu taşı kaldırıp deliğe yerleştirdi.
“Bu taş çok dikkatsizce çıkarılmış. Hiç aletin yok muydu?”
“Senin var mı?” diye sordu Dantes şaşkınlıkla.
“Birkaç tane yapmıştım: bir keski, bir kerpeten, bir de kol demiri.”
“Ah, görmek isterdim doğrusu.”
“Eh, işte keskim.”
“Nasıl yaptın bunu?”
“Yatağımın parçalarından birini söktüm. Bütün tüneli bu aletle kazdım. Çabalarımın boşa çıktığını
görmek ne acı!”
Dantes, onca zamandır bel bağladığı umudun ortadan kalkmasını bu kadar sakin karşılayan bu adama
beğeniyle karışık bir şaşkınlıkla baktı.
“Artık kim olduğunu söyleyecek misin?” dedi Dantes.
“O kadar merak ediyorsan, ben Piskopos Faria’yım.”
“İyi ama neden buradasın?”
“Çünkü 1807 yılında, Napoleon’un 1811’de Fransa için yapmaya çalıştığı şeye benzer bir tasarı
hazırlamıştım. İtalya’nın, önemsiz prensliklerdense tek bir imparatorluk olmasını istiyordum. Ne yazık ki
düşüncelerimi paylaştığını sandığım taç giymiş ahmak beni eleverdi.”
Dantes bir an hareketsiz kaldı.
“Hiç kaçış yolu kalmadığını mı söylüyorsun?” dedi sonunda.
“Bence bu olanaksız. Sanırım yazgımıza razı olmamız gerek.”
“Bu umutsuzluk niye? Niye baştan başlamıyoruz?”
“Baştan başlamak mı? Yıllardır aletlerimi yapmak ve kaya gibi sert duvarları kazabilmek için nasıl
çalışıp didindiğimden haberin yok senin. Tam işin sonuna geldiğimi sanırken bütün hesaplarımda
çuvalladığımı anladım. Kaçmak çok zorlu bir iştir dostum. Pek az kimse bu yolda başarı sağlar. Ancak
sabırla tasarlanıp gerçekleştirilen planlar başarıya ulaşır. Biz de şimdi yeni bir fırsatın görünmesini
bekleyeceğiz.”
“Sen beklersin tabii. Bunca yıldır yaptığın iş bütün vaktini almış, çalışmadığın zamanlarda da en
azından seni avutacak bir gelecek olmuş.”
“Bunun yanında başka işler de yaptım.”
“Ne gibi?”
“Yazdım.”
“Kâğıdı, kalemi, mürekkebi kim verdi?”
“Kimse, kendim yaptım.”
Faria, Dantes’nin kendisine kuşkuyla baktığını görünce şöyle dedi:
“Hücreme gelecek olursan sana İtalya’da Genel Bir Monarşi Olasılığı Üzerine Deneme adlı kitabımı
gösterebilirim.”
“Bunu sen mi yazdın yani?”
“Evet, hem de gömleğimden yaptığım parşömenlerin üzerine. Bayramlarda verdikleri balıkların
kılçığından, tüy kalemler de yaptım. Hücremde ben yerleşmeden önce kapatılan, içi külle dolu bir şömine
keşfettim ve her Pazar verdikleri şarabın içinde erittiğim küllerle mürekkebimi de yaptım. Özellikle
dikkat çekmek istediğim yerleri de kanımla yazdım.”
“Bunları ne zaman göreceğim?” diye sordu Dantes.
“Beni izle.”
Böyle dedikten sonra piskopos yeraltındaki tünele girerek gözden kayboldu. Dantes onu izledikten
sonra kendisini, piskoposun odasına açılan tünelde buldu. Hücreye girer girmez Dantes çevreyi
incelemeye koyuldu, ama ilk bakışta hiçbir değişiklik göze çarpmıyordu. Piskopos şöminenin bulunduğu
yere doğru giderek ocak taşını kaldırdı.
“Hangisinden başlamak istersin?” diye sordu.
“Önce kitabını göster.”
Faria şöminenin oyuğundan, her biri sekiz santim genişliğinde ve elli santim boyunda dört parça bez
çıkardı. Her biri numaralanmıştı ve üzerleri yazıyla doluydu.
“İşte, hepsi burada. Günün birinde özgürlüğüme kavuşur, bunu yayımlayacak birini bulursam, ünlü
olacağım.”
Daha sonra Dantes’ye elleriyle yaptığı tüyü, demir bir şamdandan yaptığı dolmakalemi, mürekkebi,
hastalık bahanesiyle aldığı sülfürden yaptığı kibritleri gösterdi. Bu parlak zekânın elinden çıkan dahice
yapıtlar karşısında büyülenen Dantes, bu adamın, kendi başına gelen talihsizliğin ardındaki gizemi de
çözebilecek olduğunu düşündü.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu piskopos, Dantes’nin şaşkınlığı karşısında gülümseyerek.
“Kendinle ilgili her şeyi benimle paylaşmana karşın, benim hakkımda hiçbir şey bilmediğini,” diye
yanıtladı Dantes.
“O halde anlat bakalım.”
Bunun üzerine Dantes, çıktığı yolculukları, son yolculuğunda Kaptan Leclere’in ölümünü, Mareşal’e
vermesi gereken paketi, Noirtier’ye yollanan mektubu ve daha sonra başına gelenleri anlatmaya koyuldu.
Onun hikâyesini sessizce dinleyen piskopos, bir süre düşündükten sonra şöyle dedi: “Çok anlamlı bir söz
vardır: ‘Bir suçun sorumlusunu bulmak istiyorsan, önce bundan çıkar sağlayacakların kimler olduğunu
düşünmelisin,’ der. Kaptan olmak ve güzel bir kızla evlenmek üzereydin, öyle değil mi?”
“Evet.”
“Firavun’a kaptan olmamandan, ya da Mercedes’le evlenmemenden çıkar sağlayacak birileri var
mıydı?”
“Gemide çok sevilirdim. Bana kin besleyen bir tek kişi vardı; onu düelloya çağırmıştım ama beni
reddetmişti.”
“Adı neydi?”
“Danglars, geminin muhasebecisiydi.”
“Güzel. Kaptan Leclere’le olan son görüşmenizi işitmiş olabilecek herhangi biri var mıydı?”
“Hayır, yalnızdık. Ama, bir dakika, evet… Kaptan Leclere’in bana paketi uzattığı sırada Danglars
kapının önünden geçmişti.”
“Harika, doğru iz üzerindeyiz. Elba Adası’ndan dönerken aldığın mektubu gören oldu mu?”
“Evet, çantam yanımda olmadığından onu elimde getirmiştim. Gemideki herkes bunu görmüştü.”
“Danglars da tabii…”
“Evet, o da.”
“şimdi, ihbar mektubundaki ifadeleri anımsıyor musun?”
“Elbette, her kelimesi zihnime kazındı.” Dantes mektupta yazılanları kelimesi kelimesine tekrarladı.
Piskopos omuzlarını silkti. “Her şey ortada. Başından beri kuşkulanmadığına göre çok temiz bir
yüreğin varmış,” dedi.
“Ama bu alçaklık!” diye bağırdı Dantes.
“Danglars’ın yazısı nasıldır?”
“Yuvarlak ve düzgün.”
“Mektuptaki yazı nasıldı?”
“Geriye doğru eğikti.”
Piskopos, bir bez parçasının üzerine mektuptaki cümlelerden birini yazdı. Dehşet içinde piskoposa
bakan Dantes bağırdı: “Bu aynı yazı!”
“İşin sırrı şu; mektup sol elle yazılmış. Sağ elle yazılan yazılar farklılık göstermesine karşın, sol elle
yazılanları hemen hemen aynıdır. şimdi ikinci soruya geçelim. Mercedes’le evlenmemen kimin işine
yarayacaktı?”
“Mercedes’e âşık olan, Fernand adında genç bir Katalan vardı.”
“Sence mektubu o yazmış olabilir mi?”
“Hayır. Mektuptaki ayrıntılardan haberi yoktu.”
“Bir dakika. Danglars onu tanıyor muydu?”
“Hayır. Ah, evet, bir keresinde onları birlikte içki içerken görmüştüm. Fernand çok öfkeli
görünüyordu.”
“Bilmek istediğin başka bir şey var mı?” dedi piskopos kahkaha atarak.
“Evet, madem bütün sırları çözmek gibi bir yeteneğin var, o halde neden yargılanmaksızın hapse
atıldığımı da açıklayabilirsin belki.”
“Bu daha ciddi bir sorun,” dedi piskopos. “Bana ayrıntılardan söz etmelisin. Seni kim sorguladı?”
“Savcı yardımcısı.”
“Ona her şeyi anlattın mı?”
“Evet, her şeyi.”
“Seni dinlerken tavırlarında bir değişiklik gözledin mi?”
“Noirtier’ye yollanan mektubu okuduğunda epey rahatsız olmuşa benziyordu. Ama bana yardım etmek
istediği o kadar açıktı ki, mektubu yaktı.”
“Sence mektubu yakmasında kendi açısından bir çıkar var mıydı?”
“Bilmiyorum, ama olabilir, çünkü defalarca bana mektuptan hiç kimseye söz etmeyeceğime ve
mektubun yollandığı kişinin adını anmayacağıma dair yemin ettirdi.”
“Mektup Noirtier’ye yollanmıştı, değil mi? Devrim sırasında tanıdığım bir Noirtier vardı. Savcı
yardımcısının adı neydi?”
“Villefort.”
Piskopos kahkahayı bastı.
“Ne oldu?” diye sordu Dantes şaşkınlıkla.
“şimdi her şeyi anladım dostum. Zavallı genç adam! Noirtier denen adam şu senin savcı yardımcısının
babası olur.”
“Babası mı dedin?”
“Evet, Nortier de Villefort adını kullanır,” dedi piskopos.
Dantes neye uğradığını şaşırmıştı; hücresine giden tünele yöneldi ve yalnız kalmak istediğini
söyleyerek gitti.
Akşam yemeğini birlikte yemek üzere onu çağırmaya gelen Faria, Dantes’yi derin düşünceler içinde
buldu. Genç adamın yüzünden, ciddi bir karara varmış olduğu okunuyordu.
“Keşke sana yardımcı olmasaydım,” dedi piskopos.
“Neden?”
“Yüreğine, daha önce orada olmayan bir duygu aşıladım: intikam.”
Dantes güldü: “Başka şeylerden söz edelim.”
Piskopos üzgün bir şekilde başını salladı ve arkadaşının sözüne uyarak konuyu değiştirdi.
Faria’nın anlattıklarını dinlerken önünde yepyeni ufuklar açılan Dantes, bu adamın gezinmeye alışkın
olduğu o felsefî, ahlaksal derinliklere onunla birlikte inmenin ne kadar güzel olacağını düşündü.
“Sahip olduğun bilgiyle biraz da beni aydınlatmalısın,” dedi Dantes, “yoksa benim gibi bir cahilin
dostluğundansa yalnız kalmayı yeğleyeceksin. Bana bir şeyler öğreteceğine söz verirsen, ben de bir daha
asla kaçmaktan söz etmem.”
“Sevgili dostum,” dedi piskopos gülümseyerek, “insan bilgisi öylesine sınırlı ki, sana biraz matematik,
biraz fizik, biraz tarih, bir de bildiğim dilleri öğretirsem, iki yıl içinde benim bildiklerimi biliyor
olursun.”
“İki yıl mı?” diye bağırdı Dantes. “İki yılda her şeyi öğreneceğimden emin misin? Öyleyse hemen
başlayalım, haydi, bana ilk önce ne öğreteceksin?”
O akşam iki mahkûm, genç adamın eğitimi için bir plan hazırlayıp, ertesi gün bunu uygulamaya başlama
kararı aldılar. Dantes’nin güçlü belleği, keskin zekâsı, işleri kolaylaştırıyordu. Yıl sona erdiğinde Dantes
bambaşka bir insan olmuştu. Ama kendindeki bu olumlu gelişmeye karşın piskoposun her geçen gün
canlılığını yitirdiğini fark etmişti. Sanki kafasını kurcalayan bir şeyler var gibiydi. Bir gün, piskopos
kollarını kavuşturmuş, her zamanki gibi bir aşağı bir yukarı yürürken, birdenbire durup yüksek sesle şöyle
dedi: “Keşke şu nöbetçi olmasaydı!
“Yoksa bir kaçış yolu mu buldun?” diye sordu Dantes heyecanla.
“Evet, tek koşulu geçitteki nöbetçinin sağır ve kör olması.”
“O halde onu sağır ve kör yapacağız,” dedi Dantes, piskoposu ürküten bir kararlılıkla.
“Hayır, hayır!” diye bağırdı piskopos. “Kan dökülsün istemiyorum.”
Dantes bunu tartışmak istiyordu, ama piskopos başını sallayarak konuyu kapattı. Aradan üç ay geçti.
“Güçlü müsündür?” diye sordu bir gün piskopos, Dantes’ye.
Dantes yanıt olarak keskiyi eline alıp büktü, sonra da eski haline getirdi.
“Gerekmedikçe nöbetçiyi öldürmeyeceğine söz verir misin?”
“Evet, şerefim üzerine.”
“O halde planımızı uygulayabiliriz.”
“Ne kadar süre gerekiyor?”
“En az bir yıl.”
“O halde hemen başlayalım.”
Piskopos Dantes’ye çizdiği planları gösterdi. İkisinin hücrelerinin birleştiği geçitte kazacakları bir
tünel onları nöbetçinin görev yerine ulaştıracaktı. Oraya ulaştıklarında taşlardan birini gevşeteceklerdi.
Günün birinde altı boşaltılmış taş nöbetçinin ağırlığıyla kayacak, nöbetçi de aşağıdaki boşluğa düşecekti.
O ne olup bittiğini anlamadan, Dantes nöbetçinin elleriyle ağzını bağlayacaktı. Sonra da iki mahkûm,
piskoposun yaptığı ip merdivenle dış duvara tırmanarak özgürlüklerine kavuşacaklardı! O gün, uzun bir
aradan sonra iki mahkûm yeniden işlerine koyuldular.
On beşinci ayın sonunda her şey hazırlanmıştı. Artık tek yapmaları gereken aysız, karanlık bir geceyi
beklemekti. Taşın, bekledikleri geceden önce düşmesini önlemek için, altını demir bir çubukla
desteklemeyi de ihmal etmemişlerdi. Dantes çubuğu yerleştirmekle uğraşırken, birden piskoposun acıyla
bağırdığını işitti. Odasına gittiğinde onu, yüzü bembeyaz olmuş, elleri kenetlenmiş bir halde buldu.
“Tanrım!” diye bağırdı Dantes. “Ne oldu sana?”
“Çabuk, çabuk!” diye karşılık verdi piskopos. “Beni dinle!”
Dantes, Faria’nın bitkin yüzüne baktı. Gözlerinin altı mosmor olmuş, dudakları bembeyaz kesilmişti.
“İşim bitti! Korkunç bir hastalığın pençesindeyim, öldürücü bir hastalık. Buraya gelmeden bir yıl önce
yakalanmıştım. Hemen hücreme koş. Yatağın altında kırmızı bir sıvıyla dolu bir şişe bulacaksın. Onu bana
getir. Ya da, dur, beni burada bulabilirler. Hâlâ gücüm varken hücreme dönmeme yardım et.”
Kaçış umutlarının suya düştüğünü anlayan Dantes, yine de yapması gerekeni yaptı. Arkadaşını odaya
taşıyarak yatağına yatırdı.
“Sağ ol,” dedi piskopos. “Bir süre sonra hareketsiz kalıp konuşamayacak hale gelebilirim; ağzımdan
köpükler çıkabilir, bağırabilirim. Beni duymalarını önlemeye çalış, yoksa hücremi değiştirirler. Beni bir
ölü gibi kımıltısız, soğuk ve tepkisiz bir halde görünceye kadar bekle ve ancak o zaman bıçakla ağzımı
aralayıp bu ilaçtan birkaç damla içir. Belki o zaman canlanabilirim.”
“Belki mi?” diye bağırdı Dantes.
“Yardım et! Yardım et! Ben … ölüyo–”
Nöbet, piskoposu öylesine ani yakalamıştı ki, cümlesini bile tamamlayamamıştı. İki saat boyunca
ağzından köpükler fışkırarak, çığlıklar atarak debelendikten sonra, mermer kadar beyaz ve hareketsiz bir
halde kalakaldı.
Dantes, piskoposun bedenindeki son yaşam izinin de kaybolduğundan emin olduktan sonra, bıçakla
ayırdığı dişleri arasından sıvıyı damlatarak beklemeye koyuldu.
Bir saat sonra, Dantes ilacı vermekte geç kaldığından korkmağa başlamışken, piskoposun yüzü
renklenmeye, gözleri açılmaya başladı.
“Kurtuldu! Kurtuldu!” diye bağırdı Dantes.
O sırada gardiyanın ayak seslerini işiten Dantes, hemen hücresine dönerek taşı yerine koydu. Gardiyan
geldiğinde onu her zamanki gibi odasında otururken buldu. Gardiyan gider gitmez Dantes, Faria’nın
odasına yollandı. Piskopos bilincini toparlamıştı, ama çok bitkin görünüyordu.
“Seni bir daha göreceğimi sanmıyordum,” dedi Dantes’ye.
“Neden?” diye sordu genç adam.
“Kaçman için her şey hazırdı, gideceğini düşünmüştüm.”
“Sensiz mi?” diye bağırdı Dantes. “Bu kadar alçak olabileceğimi düşündün mü gerçekten?”
“Yanılmışım. Ah, öyle yorgunum ki!”
“Cesaretini topla, iyileşeceksin,” dedi Dantes.
“İlk nöbet yalnızca yarım saat sürmüş, ardında sadece bir açlık duygusu bırakmıştı. Oysa şimdi sağ
tarafımı kıpırdatamıyorum bile. Başımdaki ağırlık, beyne kan gittiğinin göstergesi. Üçüncü nöbet beni felç
edebilir, öldürmezse tabii.”
“Hayır, hayır, inan bana ölmeyeceksin. Üçüncü nöbet geldiğinde sen dışarda olacaksın.”
“Dostum, kaçmak için önce yürüyebilmem, hatta yüzebilmem gerek. Kolumu kaldırmayı bir denesene.”
Dantes piskoposun dediğini yaptı, ama adamın kolu cansız bir biçimde düştü.
“İşte gördün,” dedi Faria. “Bunu uzun süredir bekliyordum zaten. Aileden gelme bir hastalık; babam da
büyükbabam da üçüncü nöbetten sonra öldüler. Hekim benim sonumun da böyle olacağını söyleyerek bana
bu ilacı hazırlamıştı.”
“Hekim yanılmış,” dedi Dantes. “Felç olmana gelince, bu hiç sorun değil, ben seni taşırım.”
“Oğlum,” dedi piskopos, “bir denizci olarak bilirsin ki bu kadar yükle elli kulaçtan fazla yüzmek
olanaksızdır. Ben burada kalıp ölümü bekleyeceğim. Ama sen, senin bir fırsatın var. Beni bırakıp
kaçmalısın.”
“Kutsal olan her şey üzerine yemin ederim ki, ikimizden biri ölene kadar burada kalacağım.”
“Öyle olsun,” dedi hasta adam. “Kabul ediyorum. Sağ ol.”
Sonra elini Dantes’ye uzattı. “Madem ikimiz de şu an kaçamıyoruz, tüneli yeniden doldurmamız
gerekecek. Ne yazık ki sana yardım edemeyeceğim. Gerekirse bütün gece çalışıp işi tamamlamaya çalış.
Sabahleyin gardiyan gider gitmez de bana uğra, sana söyleyeceklerim var.”
Dantes, yaşlı dostunun isteklerini yerine getirmek üzere hücreyi terk ederek işe koyuldu.
|