beklediği liman kasabasına vardılar. Vakit yitirmeden tekneye bindiler, arkalarından da eşyaları taşındı.
Az sonra Marsilya’ya vardılar. Limanda bir gemi vardı. Yolcular güverteden sarkmış, kendilerini yolcu
etmeye gelen yakınlarına el sallıyorlardı.
“İşte Firavun limana yaklaşırken babamla durup birbirimize sarıldığımız yer,” dedi Maximilian.
Kont gülümsedi. “Ben de şuradaydım,” dedi, sokağın köşesini göstererek. O sırada Kont’un işaret ettiği
yerde, gemideki yolculardan birine gözyaşları içinde elini sallayan bir kadın durmaktaydı. Kadının
üzerinde bir pelerin vardı.
“Aman Tanrım!” dedi Morrel. “şu el sallayan denizci giysili adam Albert de Morcerf değil mi?”
“Evet,” dedi Kont. “Ben de gördüm.”
“Nasıl olur? O yöne bakmıyordunuz ki…”
Kont, yanıt vermek istemediği zamanlarda yaptığı gibi gülümsemekle yetindi. Bakışları tekrar pelerinli
kadına yöneldi; kadın sokağın köşesini dönüp yürümeye başlamıştı. Sonra Maximilian’a dönen Kont:
“Kasabada yapacak işleriniz var mı?” diye sordu.
“Evet, babamın mezarını ziyaret etmek istiyorum.”
“Güzel, o
halde sizinle orada buluşuruz, benim de ziyaret etmem gereken biri var.”
Kont, Maximilian gözden yitene kadar bekledikten sonra, az önce pelerinli kadının saptığı sokağa doğru
yürümeye başladı.
Eskiliğine karşın, bir zamanlar Dantes’nin babasının yaşamakta olduğu ev sevimliliğinden bir şey
yitirmemişti. Kont, kapıyı çalma gereği duymadan evin küçük bahçesinin kapısını aralayarak içeri girdi.
Mercedes elinde bir demet çiçekle, başını önüne eğmiş ağlıyordu. Kont ona yaklaştı. Onun ayak sesini
işiten Mercedes arkasını döndü.
“Hanımefendi, artık sizi mutlu edemem, ama teselli olmanıza yardımcı olabilirim. Eski bir dostun bu
teklifini kabul eder misiniz?”
“Çok mutsuz ve yalnız bir kadın
olduğum doğru,” dedi Mercedes. “Sahip olduğum tek kişi oğlumdu, o
da beni terk etti.”
“Oğlunuz doğrusunu yaptı,” dedi Kont. “Sizinle kalmış olsaydı kimseye yararı dokunmayacaktı, oysa
şimdi yurduna hizmet etmeye gitti. Hem kendisi için, hem de sizin için iyi bir gelecek hazırlamasına izin
vermelisiniz.”
“O kadar büyük acılar yaşadım ki, artık önümde pek de uzun bir geleceğin kalmadığını hissediyorum.
Beni bir zamanlar mutlu bir yaşam sürdüğüm bu yere geri getirmekle bana büyük bir iyilik ettiniz Kont.
İnsan ölümünü, mutluluğu bulduğu yerde beklemeli.”
“Sözleriniz beni bıçak gibi yaralıyor hanımefendi. Benden nefret etmek için her türlü hakka sahipsiniz,
başınıza gelen bütün talihsizliklerin sorumlusu benim. Oysa siz tutup bana teşekkür ediyorsunuz.”
“Senden nefret etmek mi! Edmond, dostum! Nefret etmem gereken biri varsa o da kendimim!
İnançlıydım, gençtim, âşıktım –bir insanı mutlu edecek her şeye sahiptim; ama lanet olsun bana ki
Tanrı’nın iyiliğinden kuşkulandım!”
Monte Cristo sessizce Mercedes’in elini tuttu.
“Hayır dostum, hayır bana dokunma,” dedi Mercedes yavaşça elini çekerek. “Beni bağışladın,
oysa en
büyük suçlu bendim. Diğerleri nefretle, hasetle ya da bencillikle suç işlemişlerdi, benim yaptıklarımsa
korkaklığa dayanıyordu.”
“Hayır Mercedes, hayır, kendine haksızlık ediyorsun…”
“Yeter Edmond,” dedi Mercedes. “Daha fazla konuşma. Artık ayrılmamız gerek.”
“Senin için yapabileceğim bir şey yok mu?”
“Tek isteğim, Edmond, oğlumun mutluluğu. Başka hiçbir şeye ihtiyacım yok. Burada iki mezar arasında
yaşamımı sürdüreceğim. Biri, bir zamanlar sevmiş olduğum adamın, Edmond Dantes’nin mezarı; diğeri de
onun haklı olarak öldürdüğü, ama yine de dualarıma ihtiyaç duyan bir adamınki…”
Kont, Mercedes’in derin acısı karşısında başını eğdi.
“Yine görüşeceğiz,” dedi Mercedes. Titreyen parmaklarıyla Kont’un kendisine uzattığı elini tuttuktan
sonra koşarak merdivenleri çıktı.
Kont, ağır adımlarla evden çıkıp Morrel’le buluşacağı mezarlığa doğru yürüdü. Büyük olasılıkla
Mercedes’i bir daha görmeyecekti. Eve son bir kez daha baktıktan sonra yoluna devam etti.
On yıl önce, cebinde milyonlarca frankla Marsilya’ya
döndüğünde, babasının mezarını bulmak için çok
uğraşmıştı. Bay Morrel, Dantes’nin açlıktan ölen babası için küçük bir haç diktirmişti, ancak zamanla
yerinden düşen haç, mezar bekçileri tarafından atılmıştı. Bay Morrel bu konuda daha talihliydi.
Çocuklarının kolları arasında yaşama veda etmiş, kendisinden iki yıl önce ölmüş olan karısının yanına
gömülmüştü.
Kont mezarlığa vardığında Maximilian’ı, boş gözlerle annesi ile babasının mezarlarına bakarken buldu.
“Maximilian, bakmanız gereken yer toprak değil, yukarısı,” dedi Kont göğü işaret ederek.
“Ölüler her yerdedir,”
dedi Morrel, “Paris’i terk ettiğimiz sırada kendiniz söylemiştiniz bunu.”
“Yolculuk sırasında bana Marsilya’da birkaç gün kalmak istediğinizi söylemiştiniz, Maximilian; bu
isteğiniz hâlâ geçerli mi?”
“Artık hiçbir şey istediğim yok. Ama sanki burada zaman daha kolay geçecek gibi geliyor bana.”
“O halde sizden bir süreliğine ayrılmalıyım. Umarım bana verdiğiniz sözü tutarsınız.”
“Sözümü unutacağıma eminim Kontum, unutacağım.”
“Hayır, unutmayacaksınız. Çünkü siz, her şeyden önce sözünün eri bir adamsınız Morrel.
Bekleyeceğinize yemin ettiniz, yemininizi tekrarlamanızı istiyorum.”
Genç adam başını önüne eğdi. Birkaç dakika sessiz kaldıktan sonra elini Kont’a uzatıp, “Tamam, yemin
ediyorum Kont,” dedi.
“O halde 5 Ekim günü Monte Cristo Adası’nda sizi karşılayacağım. 4 Ekim günü Eurus adında bir tekne
limanda sizi bekliyor olacak. Kaptana benim adımı vereceksiniz, o da sizi bana getirecek. Anlaştık mı?”
“Anlaştık. Marsilya’dan ayrılıyor musunuz?”
“Evet, İtalya’da işlerim var.”
“Ne zaman gidiyorsunuz?”
“Hemen şimdi. Limana kadar bana eşlik eder misiniz?
“Elbette,” dedi Morrel.
İki adam birlikte limana doğru yürüdüler. Kont’un gemisi çoktan hazırlanmıştı bile.
Bir saat sonra,
siyah bacasından çıkan dumanların yerinde, ufuktaki belli belirsiz karaltı kalmıştı.