KÖKLERİ VE GELİŞİM İ
“Liberal” terimi, 14. Yüzyıl’dan beri kullanılmaktadır ama çok çeşitli anlamlara gelmektedir. Lâtin
ce
liber, özgür insanlar sınıfı, yani ne serf ne de köle olan insanlar anlamındadır. Ayrıca “liberal”
yiyecek ve içecek yardımlarında olduğu gibi cöm ert anlamında da kullanılmıştır veya sosyal tu
tumları ifade etmek için, açıklık ya da açık görüşlülüğü ima etmek için de kullanılır. Çoğu zaman,
ısrarla, özgürlük ve tercihle ilgili fikirler ile ilişkilendirildi. “Liberalizm” teriminin siyasal bir bağlı
lığı çağrıştırması çok daha sonraları oldu: 19. Yüzyıl’ın ilk yarısına kadar kullanılmadı. İlk kez 1812
yılında Ispanya’da kullanıldı. 1 8 4 0 ’lar itibariyle bu terim, Avrupa’da ayrı bir siyasal fikir kümesi
olarak geniş ölçüde tanındı; ancak, Birleşik Krallık’ta çok daha yavaş bir şekilde yerleşti: 1830’lar
boyunca W higler kendilerini liberaller olarak adlandırmaya başlasalar da Gladstone’un 1868’de
görev almasına kadar liberal bir hükümet oluşturulmadı.
Siyasî bir amentü olarak liberalizm, muhtemelen 19. Yüzyıldan önce varolmamıştı ama libera
lizm, daha önceki üç yüzyılda gelişen fikirler ve teorilere dayandırıldı. Liberal fikirler, Avrupa’da fe
odalizmin çöküşü ve onun yerine gelişen bir piyasa toplumunun veya kapitalist toplumun bir sonu
cu olarak ortaya çıktı. Birçok açıdan liberalizm, mutlak monarkların ve
arazi sahibi aristokrasinin
yerleşik iktidarı ile çatışma hâlindeki büyüyen orta sınıfın özlemlerini yansıtıyordu. Liberal fikirler
radikaldi: Bu fikirler, temel reformlar hatta zaman zaman devrimsel değişimi talep ediyordu. 17.
Yüzyıl İngiliz Devrimi ve 18. Yüzyıl’ın sonlarındaki Amerikan ve Fransız Devrimleri, bu dönemde
“liberal” kelimesi siyasî anlamda kullanılmamasına rağmen kolayca fark edilebilen liberal öğeler
barındırıyordu. Liberaller, “kralların İlâhî hak” öğretisine dayandığı varsayılan monarşinin mutlak
iktidarına meydan okumuşlardır. Liberaller mutlakiyetçiliğin yerine anayasal, daha sonra da temsilî
demokrasiyi savunmuşlardır. Liberaller, toprak sahibi aristokrasinin İktisadî ve siyasî imtiyazlarıyla
beraber, sosyal konumun “kazara doğum” ile belirlendiği feodal sistemin hakkaniyetsizliğini eleş
tirmişlerdir. Ayrıca, dinde vicdan özgürlüğü hareketini desteklemişler ve yerleşik kilise otoritesini
sorgulamışlardır.
19. Yüzyıl, birçok açıdan liberal bir yüzyıldır. Sanayileşme Batı ülkelerinde yaygınlaştıkça, li
beral fikirler zafer kazanmıştır. Liberaller, yönetimin müdahalesinden “bağımsız”, sanayileşmiş ve
piyasa çerçevesinde işleyen bir İktisadî düzeni savunmuşlardır. Bu düzende, iş dünyasının kâr pe
şinde koşması ve ülkelerin birbirleriyle serbest ticaret yapmaları mümkün olacaktı.
Bu türden bir
sanayi kapitalizmi sistemi, 18. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren Birleşik Krallık’ta gelişmeye başladı
ve 19. Yüzyıl’ın başı itibariyle tam anlamıyla oturdu. Daha sonra Kuzey Amerika ve tüm Avrupa’ya,
başlangıçta Batı Avrupa’ya, daha sonra da tedricen Doğu Avrupa’ya yayıldı. Sanayi kapitalizmi, 20.
Yüzyıl’dan bu yana, özellikle de sosyal ve siyasal gelişim özünde Batılı terimlerle tanımlanmaya baş
layınca, Asya, Afrika ve Lâtin Amerika’daki gelişmekte olan ülkeleri güçlü bir biçimde cezbetmeye
başladı. Ancak gelişmekte olan ülkelerdeki devletler, liberal kapitalizmin câzibesine karşı bazı di
rençlerle karşılaşmaktadırlar. Bunun en önemli nedeni de, bu ülkelerdeki siyasal kültürün bireyden
ziyade topluluğu (cemaati) vurgulamasıdır. Böyle durumlarda bu kültürlerin, Batı liberalizminden
çok, sosyalizm veya m illiyetçilik için daha verimli bir ortam oluşturdukları görülür. Japonya’da ol
duğu gibi, başarıyla tesis edildiği ülkelerde de kapitalizm, bireyci olmaktan çok, kolektif bir nitelik
kazanma eğilimine girmiştir. Örneğin Japon sanayisini güdüleyen şeyin, bireysel çıkar arayışı değil
de grup sadakâti ve ödevi gibi geleneksel fikirler olduğu görülür.
Batılı siyasal sistemler de liberal fikir ve değerlerle şekillenmiştir. Öyle ki, bu sistemler ço
ğunlukla liberal demokrasiler olarak sınıflandırılırlar. Bu sistemler, anayasal sistemlerdir. Yani, hü
kümet iktidarını sınırlama, yurttaş haklarını koruma arayışındadırlar ve siyasal yetkinin rekabete
açık seçimlerle elde edilmesi anlamında da temsilidirler. Liberal demokrasi öncelikle, Batı Avrupa
ve Kuzey Amerika’da
gelişmiş, gelişmekte olan ülkelerin bazılarında, 1989-1991 devrimlerinden
sonra Doğu Avrupa’da da köklenmiştir. Afrika ve Asya’daki birtakım ülkelerde olduğu gibi, bazı
örneklerde Batı tarzı liberal rejimler, bağımsızlığa kavuşmanın mirası olarak kalmıştır ama başarı
derecesi farklılık göstermektedir. Hindistan, dünyanın en büyük “liberal” demokrasisidir.
Ancak
başka yerlerde liberal demokratik sistemlerin, sanayi kapitalizminin yokluğuna ya da yerleşik siyasî
kültürün doğasına bağlı olarak zaman zaman çöktükleri görülür. Bunun aksine, çoğu Batılı ülkenin
siyasal kültürü, liberal-kapitalist değerler esası üzerine inşa edilmiştir. İbadet özgürlüğü, ifade öz
gürlüğü, mülkiyet hakkı gibi fikirlerin hepsi liberalizmden türetilmiştir. Bu fikirler Batı toplumla-
rında öylesine kök salmıştır ki, bunlara yönelik meydan okuma, hatta sorgulama oldukça nâdirdir.
Aslında liberalizm, sanayileşmiş Batı’daki hâkim ideoloji durumundadır. Hatta bazı siyaset
düşünürleri, liberalizm ile kapitalizm arasında zorunlu ve kaçınılmaz bir bağ bulunduğunu da id
dia ederler. Bu iddia, liberalizmi eleştirenler kadar liberalizm taraftarlarınca da dile getirilir. Ö rne
ğin Marksistlere göre liberal fikirler, kapitalist toplumda mülkiyet sahibi “yönetici sım f”ın İktisadî
çıkarlarının yansımasından başka bir şey değildir. Marksistler, liberalizmi “burjuva ideolojisi’ nin
klasik örneği olarak görürler. Öte yandan Friedrich Hayek (bkz. s. 105) gibi düşünürler, İktisadî
özgürlüğün -özel mülkiyete sahip olma, kullanma ve elden çıkarma hakkı- siyasî özgürlüğün zo
runlu teminatı olduğu iddiasındadırlar.
Bundan hareketle Hayek, liberal demokratik sistemin ve
sivil özgürlüklere saygının sadece kapitalist İktisadî düzen bağlamında gelişebileceğini öne sürer.
Bununla birlikte, 19. Yüzyıl dan bu yana bazı tarihsel gelişmelerin, liberal ideolojinin doğasını
ve özünü etkilediği açıkça ortadadır. Liberalizmin karakteri, İktisadî ve siyasî hâkimiyet tesisinde
başarılı olan “yükselen orta sınıflar” şeklinde değişmiştir. Liberalizmin radikal hatta devrimci uç
ları, liberal başarıları takiben yavaş yavaş ortadan kaybolmuştur. Sonuçta liberalizm,
değişim ve
reformdan ziyade, geniş ölçüde liberal olan mevcut kurumlan korumayı savunan muhafazakâr bir
nitelik edinmiştir. Liberal fikirlerin de diğerleri gibi değişmeden kalması mümkün değildir. 19.
Yüzyıl’dan günümüze sanayileşmedeki ilerleme, liberalleri erken dönem liberal fikirleri sorgulama
ya, bazı açılardan da gözden geçirmeye sevk etmiştir.
Yurttaşlarının hayatlarına devletin müdahalesinin mümkün olduğunca azaltılması gerektiğini
savunan erken dönem liberallerinin aksine; modern liberaller yönetimin, sağlık, konut, ödenek,
eğitim gibi hizmetlerin verilmesinden; aynı şekilde ekonominin yönetimi veya en azından regüle
edilmesinden sorumlu olması gerektiğine inanırlar. Bu durum, liberalizm içinde iki düşünce gele
neğinin ortaya çıkmasına yol açmıştır: Klasik liberalizm ve modern liberalizm. Bunun sonucu ola
rak bazı yorumcular liberalizmin, devletin arzulanan rolü konusunda çelişkili inançları benim se
yen, tutarsız bir ideoloji olduğunu öne sürerler. 20. Yüzyıl’ın sonundan itibaren de liberalizm, Batı
dünyasında artan kültürel ve ahlâkî farklılıkla beraber, dinî fundamentalizm ve ana liberal ilkelere
karşı olan birtakım siyasî inançların meydan okumasıyla karşı karşıya gelmiştir. Sonuçta liberaller,
bazı fikir ve değerlerini
yeniden şekillendirmek, bazı uç örneklerde de liberalizmin tüm halk ve
toplumlarda uygulanabilir olup olmadığını sorgulamak durumunda kalmışlardır.
Dostları ilə paylaş: