Sağ ın elindeki bir silâh değildir. Bu anlayış, daha geniş kapsamlı güçler tarafından şekillendirilmiş
tir. Bu güçlerin arasında en dikkat çekici olanlar İktisadî küreselleşmeden doğan güçlerdir. Ayrıca
neo-liberalizm, muhafazakâr partiler üzerinde olduğu kadar, liberal ve sosyalist olanlar üzerinde de
etkili olmuş ve etkisi, Anglo-Amerikan sınırları aşmıştır.
Neo-liberalizm, bir tür piyasa fundamentalizmi ile aynı anlama gelmektedir. Piyasa, ahlâkî ve
pratik olarak her türden siyasî denetimin üzerinde görülür. Bu anlamda neo-liberalizm, klasik İk
tisadî teoriyi aşar niteliktedir. Örneğin Adam Smith (bkz. s. 6 5 ), yerinde bir tabirle piyasa eko
nomisinin babası olarak görülmesine rağmen, o da piyasanın sınırlarını kabul
etmiş ve kesinlikle
insan doğasına ilişkin saf fayda azamîleştirme modelini benimsememiştir. Neo-liberal bakış açısına
göre yönetimin aksaklıkları sayı olarak oldukça fazla ve çeşitlidir. Friedrich Hayek (bkz. s. 105)
ve A B D ’li iktisatçı M ilton Friedman (1 9 6 2 ) gibi serbest piyasayı savunan iktisatçılar, yönetimin
İktisadî rolünü şiddetle eleştirmişlerdir. Hayek, özelde merkezî planlamaya, genelde de İktisadî
müdahaleye yönelik yıkıcı siyasî ve İktisadî eleştiriler getirmiştir. Hayek’e göre, her türlü planlama
İktisadî verimsizliğe mahkûmdur. Çünkü, devletin bürokratları, ne kadar yetkin olurlarsa olsunlar,
her zaman onların ele alma kapasitelerini aşan nitelikte karmaşık ve geniş hacimli bilgilerle karşı
karşıya geleceklerdir. Bu bakış açısına göre İktisadî müdahale, tek başına bireysel özgürlük için en
ciddî tehdidi oluşturur. Çünkü, İktisadî hayatı denetim altına almaya yönelmiş her teşebbüs ka
çınılmaz olarak devleti varlık alanlarına çeker ve nihayetinde de totaliteryanizme (bkz. s. 223)
yol açar.
Friedman, Keynezci iktisadı (bkz. s. 7 6 ), “vergi ve harcama” siyasalarının enflasyonu
körüklediği gerekçesiyle eleştirir. Çünkü bu siyasalar, süreç içerisinde işsizliğin doğal oranını etki-
lemeksizin yönetimlerin borçlanmasını teşvik eder. Faydacılıktan (bkz. s. 6 3 ) etkilenen kamu
tercihi teorisyenleri, yönetimler ile kamu çıkarı arasındaki ilişkiye kuşkuyla yaklaşıp, yönetimin
meşruluğunu sorgulamışlardır. insanoğlu rasyonel olarak bencil çıkarları peşinde koşan yaratıklar
olduğundan hükümet yetkilileri de kaçınılmaz olarak, kamusal amaçlardan ziyade kendi amaçla
rını ön planda tutmak için konumlarını kullanacaklardır. Yani “iri” bir devletin ortaya çıkması, ne
kapitalizmin doğurduğu dengesizlikleri gidermek ne de demokratik bir baskıya verilen cevapla il
gilidir.
Bu daha ziyade, genel olarak kamu sektöründe çalışanların meslekî bencil çıkarlarıyla ilgili
bir arayışın ürünüdür.
Tüm bunların aksine piyasanın mucizevî sayılabilecek nitelikleri vardır. Birincisi ve en önem
lisi, uzun vadeli denge eğilimlerinden dolayı piyasalar, kendi kendilerini düzenlemektedirler. Ha
yek, Smith’in “görünmez el” fikrini yeniden ifade edecek şekilde piyasayı devasa bir sinir sistemine
benzetmiştir. Bu sistem kendi başına ekonomiyi düzenleyebilecek yeterliliktedir. Çünkü piyasa,
fiyat mekanizması aracılığıyla, eş zamanlı olarak neredeyse sonsuz sayıda ileti taşıyabilmektedir.
İkinci olarak, piyasalar doğal olarak verimli ve üretkendirler. Kaynaklar, karşı konulmaz şekilde en
kârlı kullanıma sürüklendiğinden ve zengin ile yoksul benzer çalışma dürtülerine sahip oldukla
rından, piyasa ekonomileri makro düzeyde verimlidir. Mikro düzeyde ise özel sektör doğası gereği
kamu kuruluşlarına göre daha verimlidir. Çünkü bu sektörler, kâr güdüsü tarafından disiplin altı
na alınırlar. Bu güdü, özel sektördekileri maliyetleri
düşük tutmaya zorlar; bir yandan da kamu
sal zararların faturası her zaman vergi ödeyenlere çıkarılır. Üçüncü olarak piyasalar, duyarlı hatta
demokratik mekanizmalardır. Rekabet, üreticilerin sadece tüketiciler tarafından güçlerinin yettiği
bir fiyata almaya istekli oldukları şeyleri üretir. Yani tüketici kraldır. Son olarak da piyasanın, hak
kaniyet ve İktisadî adâlet dağıttığı söylenebilir. Piyasa herkese beceri ve çok çalışma düzleminde
yükselme veya düşme fırsatını sunar. Sonuçta maddî eşitsizlik, insanlar arasındaki doğal eşitsizliğin
basit bir yansımasıdır.
Neo-liberal fikir ve yapıların ardındaki asıl itici güç İktisadî küreselleşmedir.
Küreselleşme,
ulusal ekonomilerin, kenetlenmiş küresel ekonomi şeklinde birleşmesine tanık olmuştur. Küresel
düzlemde üretim uluslararası nitelik kazanmış ve ülkeler arasında sermayenin serbestçe, çoğunluk
la da ânında aktığı görülmektedir. Philip B obbitt (2 0 0 2 ), bu durumun ulus devletin “piyasa dev
leti” ile yer değiştirmesinde önemli katkısı olduğunu ileri sürmektedir. Piyasa devletinin rolü, bi
reylerin ulaşabilecekleri tercihleri azamîleştirmenin biraz daha fazlasıdır. Küreselleşmenin yayılma
koşullarını
tesis eden şey, 1970’lerin başında Bretton Woods sözleşmesinin ortadan kalkmasıdır.
Bu sözleşme, 1945’ten beri uluslararası ekonomiye istikrar sağlamış olan sabit döviz kuru sistemiy
di. Küresel düzlemde İktisadî yönetimi elinde tutan Uluslararası Para Fonu ( I M F ) , Dünya Bankası
ve 1995’ten beri de Dünya Ticaret Örgütü (D T Ö ), serbest piyasa ve serbest ticaret ilkelerine dayalı
neo-liberal İktisadî düzen fikrine dönüş yapmışlardır. Bundan dolayı, küreselleşme ile neo-libera-
lizm el ele yürümeye başlamıştır ve bu süreç gelişmekte olan ülkelerin çoğunda, özellikle de Doğu
Avrupa’nın komünizm sonrası ülkelerinde ve Lâtin Amerika’da ekonomilerin piyasaya dayalı ola
rak yeniden yapılandırılmasıyla 1990’larda zirve noktasına ulaşmıştır. Neo-liberalizmin piyasa yö
nelimli küresel kapitalizmi koşulsuz olarak onaylaması, bu anlayışın başkaca meselelere ilgi duy
mayan dar İktisadî liberalizmden ne kadar uzaklaştığını gösterir. Örneğin neo-liberaller, ulus-aşırı
şirketlerin artan gücünün demokrasi için ne tür muhtemel sonuçlar doğuracağıyla, dizginleneme-
yen bir tüketimcilik ve rekabetçi bireyciliğin (bkz. s. 4 5 ) herhangi bir anlamı barındıran İnsanî
gelişim nosyonu ile bir arada bulunabilme zorluğuyla veya küresel malların ortaya çıkışıyla beraber
birleşme ve tekel eğilimleri çerçevesinde gündeme gelen İktisadî ve kültürel farklılıkların yüz yüze
olduğu tehditle hiç kendilerini yormazlar. Aslında bu durum, basitçe liberalizmin seçici ahlâkî du
yarlılığını gözler önüne serer. Liberalizm özellikle kapitalist toplumlardan çok sosyalist ve otoriter
toplumların kusurlarını ifşa ederken bu duyarlılığı gösterir.
Dostları ilə paylaş: