22
Birinci Bölüm
23
1
Olay, XX. yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evin-
de başlamıştı. O zamanlar daha Olric yoktu, daha o zaman-
lar Turgut’un kafası bu kadar karışık değildi. Bir gece yarısı
evinde oturmuş düşünüyordu. Selim, arkasından bir de
herkesin bu durumlarda yaptığı gibi, mektuba benzer bir
şey bırakarak, bu dünyadan birkaç gün önce kendi isteğiyle
ayrılıp gitmişti. Turgut, bu mektubu çalışma masasının üs-
tüne koymuş, karşısında oturup duruyordu. Selim’in titrek
bir yazıyla karaladığı satırlar gözlerinin önünde uçuşuyor-
du. Harflerin arasında arkadaşının uzun parmaklarını seçer
gibi oluyor, okuduğu kelimelerle birlikte onun kalın ve bo-
ğuk sesini duyduğunu sanıyordu.
O zamanlar, henüz, Olric yoktu; hava raporları da günlük
bültenlerden sonra okunmuyordu. Henüz durum, bugünkü
gibi açık ve seçik, bir bakıma da belirsiz değildi.
“Bu mektup, neden geldi beni buldu?” diye söyleniyordu
hafifçe. Demek, hafifçe söylenme alışkanlığı, o zamana ka-
dar uzanıyordu. Demek, kendi kendine konuşma o gece ya-
25
rısı başlamıştı. Çevresindeki eşyaya duyduğu öfkenin ifade
edilemeyen sıkıntısıyla bunalıyordu. Selim, belki bu yaşan-
tıyı, önde bir salon-salamanje, arkada iki yatak odası, kori-
dorun sağında mutfak-sandık odası-banyo, içerde uyuyan
karısı ve çocukları, parasıyla orantılı olarak yararlandığı
küçük burjuva nimetleri onu, nefes alamaz bir duruma ge-
tirmişti diye tanımlayabilirdi. Turgut, anlamsız bakışlarla
süzüyordu çevresini henüz. Duvarlar, resim yaptığı dönem-
den kalma ‘eserler’le doluydu. Nermin çerçeveletmiş hepsi-
ni; benimle öğünüyor. “Resimlerini çerçeveletmişsin, iyi ol-
muş,” demişti Selim. “Ben değil, karım,” diye karşılık ver-
mişti. Karısı odada yoktu. Bir resim aşağıda, bir resim yuka-
rıda; bir duvar resimle doldurulmuş, bir duvarın yarısı boş:
simetriyi bozmak için. Efendim? Efendim, derdi Selim ol-
saydı son heceye basarak. Ev sahibi de kızmıştı duvarların
bu renge boyandığını görünce ama belli etmemişti. Tavana
kadar aynı renk, böylece düzlemler daha kesin beliriyor,
modern sanatın burjuva yaşantısına katkısı. Efendim? Oy-
sa, ne güzeldi eskiden: tavana bir karış kala, bir parmak ka-
lınlığında koyu renk, yatay bir çizgi çizilirdi; duvarın rengi
orada biterdi işte. Selimlerin Ankara’daki evinde öyleymiş.
Tek parti devrinin kalıntısı, fazla askeri bir düzen. O gün-
lerde tavana kadar yükselen kitaplıklar yoktu herhalde; ya-
tay çizgi kaybolurdu kitapların arkasında böyle olsaydı.
İsteksiz bir kımıldanışla yerinden kalktı, kitaplığının kar-
şısına geçti. Selim’e özenerek alınan kitaplar; yüzlerce ki-
tap, çoğu hiç okunmamış duruyordu öylece. “Hiç evden
çıkmadan beş yıl sürekli okusan, belki biter bu kitaplar,”
demişti Selim. Ne demek? İçinde birden, hepsini okuyup
bitirme ateşi yandı: kitapları her görüşünde yanan eski ateş.
Kaç sayfa eder hepsi? Bin sayfa, beş bin sayfa, on bin sayfa.
Bir sayfa kaç dakikada okunur, yemek ve uyku saatleri çı-
karılırsa geriye günde kaç saat kalır, cumartesi, pazar ve
26
bayramlar için daha uzun süre konursa... istersem yutarım
hepsini. Okuldaki günleri aklına geldi: böyle, hırsla eline
aldığı kitapların beş on sayfasını okuduktan sonra içinin bir
balon gibi söndüğünü hatırladı. Bir kitabı bırakır ötekine
saldırırdı. Bu ümitsizce çırpınış, bütün kitapların yüzüstü
bırakılmasıyla sona erer, büyük bir utanç ve hayata dönüş
buhranları gelirdi arkasından.
Kitaplığının önünden zorla ayırdı kendini: oyuna gelme-
yelim yeniden. Aynı zamanda yatak olabilen kanepeye otur-
du ve bir düğmeye basınca içinden sahte ağızlıklara sokul-
muş sigaralar çıkan kutudan bir sigara alıp Alâettin’in lâm-
bası biçimindeki çakmakla yaktı. Durum, ümit verici değil-
di: yerdeki halı, mobilyalara hiç uymuyordu. Düğün hedi-
yesi. Ne yapalım, istediğimiz gibi halı alacak paramız yok-
tu. Sigarasını, yaprak biçimi gümüş tablada söndürdü. Ka-
rım kızacak. Bu tablalar neden duruyor öyleyse? Bilinmez.
Çalışma masasına yaklaştı. Kaya’nın ayrı bir çalışma odası
var. Orada ne çalışıyor? Bilinmez. Ben ne çalışıyorum?
Mektubu okuyorsun ya! Öyle ya. Selim’in yazdığı satırlara
eğildi yeniden.
Olay, böyle bir ortamda başlamıştı. Aslında, buna olay bi-
le denemezdi. Turgut, yani bir bakıma bir zamanlar onun
en iyi arkadaşı, olayı gazeteden, yani olayları veren bir ‘or-
gan’dan öğrendiği için, olay diye adlandırılabilirdi bu du-
rum. Turgut yeni uyanmıştı: her sabah kapıcının kapının
altından attığı gazetenin hışırtısını bekliyordu. Sesi duyun-
ca, karısını uyandırmamaya çalışarak, uyuşuk hareketlerle
terliklerini aramış, sonra, yavaşça ‘olay’a doğru bilmeden
yönelmişti. Yedinci sayfada, bir cinayet haberinin sonunu
ararken birden çarpmıştı ‘olay’ gözüne. Sonra karısı, yatakta
sarılarak onu teselli etmişti. Bu gece de erken yattı beni ra-
hatsız etmemek için; rahmetliyi dilediğim gibi düşünebil-
mem için. Kendine düşeni yaptı fazlasıyla. Erken yatması-
27
nın başka bir nedeni de yarınki direksiyon kursu. Ben de
yatıp uyumalıyım; herkes yatıp uyumuştur. Benden başka
kimse, bu mektubun anlamını düşünmüyor. Kaya şimdi ça-
lışma odasında olsaydı ne yapardı? Üniversiteli kızların so-
yunmasını seyrederdi. Hele bir tanesi varmış; her gece, her
gece bacaklarını duvara dayayıp... Karısından gizli, yani ka-
çamak. Ben de kaçamak yapıyorum şimdi: karımdan gizli,
Selim’i düşünüyorum. Hayır, gizli değil; biliyor kimi dü-
şündüğümü. Gene de bir gizlilik var: ne düşündüğümü, na-
sıl düşündüğümü bilmiyor. Selim’i ve kızların bacaklarını...
Selim de olsaydı seyrederdi, ben de seyrederdim. Olmuyor;
düşünce suçları, kaçamaklar artıyor. Ayağa kalktı, salondan
çıktı, koridorun duvarına tutunarak karanlığı geçti. Yatak
odasının kapısını itti; uyuyan karısını seyretti ışığı yakma-
dan. “Hayır, hayır.” İpek yorgan hışırdadı, karısı uyanır gibi
oldu. “Uyusaydın artık,” diye mırıldandı, yorganın içinden.
“Biliyorsun...” Biliyordu: kaçamak sona ermeliydi artık.
Turgut, o sırada tehlikeyi göremiyordu: gene de bitmesi ge-
rektiğini seziyordu bu olaya olan ilgisinin. Kaya’nın, karşı
binadaki yarı aralık kırmızı perdelerin arkasını merak et-
mesinden öte, daha büyük bir tehlikeydi bu. Çıplak bir ba-
cağın görüntüsüyle yatışan ilgiden daha keskin bir şey: bir
düşünce, geriye doğru giden bir merak. Selim olsa, sabaha
kadar uyumaz, düşünür dururdu. Ben olsam yatardım. Üni-
versitede okurken de ben, gece yarısı olunca yatardım; o,
çalışmasını sabaha kadar sürdürürdü. “Saçların dökülüyor,
uykusuz çalışmaya dayanamıyorsun; oğlum Turgut, ihtiyar-
lıyorsun.” “Uykusuz kalabilmen sinir kuvvetinden. Benim-
ki adale kuvveti.” Kollarıyla Selim’i soluksuz bırakıncaya
kadar sıkardı: “Sen birden çökeceksin Selim. Çünkü ne-
den? Çünkü için boş senin. Birden, kollarımın arasında için
boşalacak: birden, üçüncü boyutunu kaybedip bir düzlem
olacaksın ve ben de seni duvarda bir çiviye asacağım.” Ha-
28
vaya kaldırdığı Selim’i duvara sürüklerdi. Siyah saçlarından
yakalayarak başını duvara dayar: “Dökülmeyen saçlarından
asacağım seni,” diye bağırırdı. “Erkeğin kılları göğsündedir,
oğlum Selim.” Hemen gömleğini çıkarır ve boynuna kadar
bütün gövdesini kaplayan kıllarını gösterirdi Selim’e. “İğ-
rençsin Turgut. Sen onları, üniversite kantinindeki kızlara
göster. Kapat şu ormanı.” Bir erkeğin yanında soyunmasın-
dan sıkılırdı Selim. “Beni, aşağılara çekiyorsun Turgut. Sen-
den kurtulmalıyım.” Turgut, pantalonunu da çıkarır, kolla-
rını açarak bağırırdı: “Ben, senin bilinçaltı karanlıklarına it-
tiğin ve gerçekleşmesinden korktuğun kirli arzuların, ben
senin bilinçaltı ormanlarının Tarzan’ı! yemeye geldim seni.
Benden kurtulamazsın. Ben, senin vicdan azabınım!” “Ba-
ğırma, anladık. Benim vicdan azabım bu kadar kıllı olamaz.
Ruhbilimci Tarzan, lütfen giyin.”
Karısına karşılık vermeden yavaşça yatak odasından çık-
tı, kapıyı kapadı. Koridorda yürürken kollarını havaya kal-
dırdı: “Esir, Selim, esir,” diye mırıldandı. Selim’in, zevkle
bağıran sesini duyar gibi oldu: “Yenildin demek, koca ayı.
Evet, yenildin. Bu yenilginin tarihini hep birlikte bir kez
daha yaşıyoruz. Kurtuluş Savaşı’nın ateş ve dehşet dolu
günlerinden biriydi. Mühendishane’yi Berrii Hümayun’un
üçüncü sınıfında talebeyken gönüllü olarak askere yazılan
genç mülazim Selim Efendi, Afyon dolaylarında, Kartaltepe
mevkiinde, tek başına mevzilenmişti. Düşman kurnaz bir
kalabalıktı. Mülazımıevvel Selim, boynunda bir kayışla asılı
duran dürbünü eldivenlerini çıkarmadan eline aldı; gözüne
götürdüğü bu optik aletin okülerlerini iki parmağının iki
zarif hareketiyle çevirerek, görüş alanı içine aldığı düşma-
nın görüntüsünü netleştirdi. Artık bütün hazırlıkları ta-
mamdı; düşman hatlarını gözetliyordu. Üsküdar’da, Soğa-
nağası’nda, minimini bir çocukken ahşap konaklarının ta-
van arasında hayal etmiş olduğu an, nihayet gelip çatmıştı.
29
‘Sadece üç bin kişi’, diye söylendi. Sonra, Tarzan gibi ‘Uuu..’
diye üç kere bağırdı, yumruklarıyla göğsünü dövdü. Düş-
man neye uğradığını şaşırmıştı. Silahlarını yere atarak kaçı-
yorlardı. Askerin başındaki Yunan zabiti, Türkün, bu gücü-
nü göstermesi karşısında, yerinden bile kımıldayamamıştı;
kollarını havaya kaldırdı. Avuçlarının içinde eldivenin ka-
pamadığı iki delikten teni görünüyordu.” Turgut: “Yesir, ye-
sir...” diye bağırdı. Bir yandan da işaret parmağıyla, muhay-
yel eldivenin boş bıraktığı avuç içi derisini gösteriyordu.
L. biçimi salona döndü, maroken taklidi plastikle kaplı
rahat koltuğuna oturdu; bir düğmeye basarak koltuğu geri-
ye itti. Yakalandın Turgut, kendini eleverdin. Neden, Selim?
Nasıl olur, tam şirketin muhasebecisinden onbinpeşin yir-
mibeşbine bir araba almak üzereyken, tam direksiyon kur-
suna başlayacakken, tam bir kat parası biriktirmenin gerek-
liliğini düşünürken... beni kandıramazsın Selim, işime bur-
nunu sokamazsın. Ben, soğukkanlılığımı korumasını bili-
rim. Sen söylemez miydin ‘utanmadan, duygusuzluğumla
öğündüğümü’. On yıl önce olsaydı, belki biraz daha düşü-
nürdüm; belirsiz tehlikelerden korkmazdım. On yıl önce
olsaydı, Oblomov’u okuduktan sonra beden hareketlerine
başlamam gibi, gene bu sarsıcı olayla kımıldardım yerim-
den belki. Kımıldardım da ne yapardım? Hiç. Biraz huzur-
suzluk duyardım herhalde. Eski bir yara yerinin sızlaması
gibi bir şey. Oblomov’u ve beden hareketlerini unuttum.
Kendimi çabuk toparladım. Bilinmeyen yüz binlerce kız
içinde, üniversite kantininden birini seçtin kendine ve ona
okuduğu kitapları sordun ve karşında oturup susmasını
seyrettin. Evet; öyle oldu Selim; ne kötülük görüyorsun bu
davranışımda? Bir şey dediğim yok, Turgut. Evlenirken de
bir şey söyledim mi? Bize çok uğramadın evlendikten son-
ra. Size mi? Siz kimsiniz? Ben, Nermin, çocuklar... Ben sizi
bilmiyorum, seni tanıyorum. Evinize alışamadım herhalde.
30
Eşyalarınıza alışamadım, yadırgadım onları. Salon-salaman-
jeyi, deniz gibi büyük ve kauçuk köpüklü yatağı olan kar-
yolayı, aynı takımın yaldızlı gardrobunu ve gene aynı takı-
mın şifonyerini ve gene aynı takımın tuvaletini sevemedim.
Evinizde Türkçe bir şey kalmamıştı. Bana anlayış göstere-
cek yerde büfeyi gösterdin. Kelime oyunu yapıyorsun Se-
lim. Benim bütün işim oyundu, bunu biliyorsun Turgut.
Hayatım, ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu. Sen ev-
lendin ve oyunu bozdun. Bütün hayatımca nasıl oynayabi-
lirdim? Sen de dayanabildin mi? Sen de ürkütücü bir ger-
çekle bozdun bu oyunu. Herkesin belirli bir işle uğraştığı
bu kocaman dünyada yalnız başına oradan oraya sürüklen-
din canım kardeşim benim. Necati’nin işi oyun yazmaktı.
Küçük burjuva alışkanlıklarını yeren son oyununu hatırlı-
yor musun? Oyunun yarısında çıkmıştım. Sen bütün oyun-
ların yarısında çıktın aslında. Necati’nin oyunu dört yüz elli
kere oynandı ve Necati de bir kat aldı kazandığı parayla.
Senin işin neydi onların arasında? Ne yapıyordun? Hiçbir
işim yoktu. Bu nedenle sevmezlerdi seni işte. Bu nedenle
aldırmadılar sana. Senin ne işin vardı orada? Herkesin işine
karıştın, işin olmadığı halde. Ölmek bile, kendilerine böyle
bir görev verilenlerin işidir. Kendine oyunlar buldun: baş-
kalarının katılıp katılmadığına aldırmadığın oyunlar. Her-
kesi yargıladın bu oyunlarda. Bu arada beni de yargıladın,
bana da haksızlık ettin. Ben de bir oyun yazsam, sonunda
haklı çıkmak için kendini öldürdüğünü söylesem... Bu oyu-
nu sevmedim Turgut. Ben, oyunlarda bana saldırılmasını
sevmem. Ben oyun istemiyorum artık; ne oyun ne de ger-
çek, senin ölmen gibi bir gerçek, beni sarsmamalı Selim.
Ayağa kalktı. İnsan gerçeklere karşı durur: yaşar ve olduğu
gibi olmayı sürdürür Selim. Ayrıca, bu mektubu bana yolla-
madın, bana böyle bir görev verilmedi. Benim işim değil
bu. Benim işim değil. Mektubunu on kere okudum, bir so-
31
nuca varamadım. Başka türlü bir yaşantın olabilirdi Selim.
Seni istemeyenlerin dışında bir düzen kurabilirdin.
“Bu sözlerimle belki birşeyler kaybediyorum Selim,” diye
yüksek sesle söylendi. Saat üçe geliyordu; Turgut’un kafası
karışıyordu. Olayın iyi başlamadığını seziyordu. Neye göre
iyi? Bilemiyordu. “Benim işim değil,” diye mırıldanarak ya-
tak odasına doğru yürüdü.
2
Turgut ertesi sabah çok erken uyandı. Güneşin ilk ışıkları
odaya yeni doluyordu. Sıkıntılı rüyalar görmüştü. Neler gör-
düğünü toparlamaya çalıştı; Selim’le ilgili bir olay hatırlaya-
madı. Bütün gece uğraşmış olduğu bir konunun rüyasına
girmemesi garip geldi ona. “Sersem gibiyim. Biraz daha uyu-
sam,” diye düşündü. Yanında yatan karısına baktı: Ner-
min’in vücudu, yorganın kıvrımları arasında kaybolmuştu;
yalnız saçları görünüyordu. Yorgan hafifçe inip kalkmasa,
yatakta canlı bir varlık olduğunu anlamak zordu. Belki de
gerçekten yoktur; yanımda yatan, bir saç demetinden ibaret-
tir. Yorganın altından elini uzatarak karısının tenine dokun-
du. Yazık; insanlar düşüncelerimize uygun biçimler almıyor.
Karısına sırtını döndü, kolunu yataktan aşağı sarkıttı. Hayat,
düşünceleri tutan bir hapishanedir. İnsan, can sıkıcı bir saç
demetidir, ben de akılsız bir robotum. Uyuyakaldı.
O kısa sabah uykusunda, çok uzun bir rüya gördü. Rüya-
sında, büyük bir çayırda bekliyordu. Yoksa, bir tarla mıydı?
Belki de bir meydandı; çünkü büyük bir saatin altında du-
ruyordu. Hayır meydan değildi, çayırdı; çünkü, her yandan
papatyalar açmıştı. Papatyaları çok iyi hatırlıyordu. Elinde
bir karanfil demeti, birini bekliyordu. Nermin’le daha ev-
lenmemişti. Evet, onu bekliyordu. “Nermin gene geç kal-
dı,” diye düşündü. Oysa Nermin hiç geç kalmazdı. Güneş,
32
ekinlerin saplarında ışıldıyordu. O halde bir tarla olmalıydı.
Çevresine baktı: uzakta koyu bir orman vardı, gökyüzü
parlak ve bulutsuzdu. Koyu renk elbisesini giymişti. Kendi-
ni görüyordu. Koyu renkli orman, uçsuz bucaksız buğday
tarlasının içinde -demek bir buğday tarlasıydı- bir leke gibi
duruyordu. Birdenbire, ormanın içinden bir kalabalık çıktı:
koyu renk bir kalabalık; Turgut gibi onlar da koyu renk el-
biselerini giymişler. Sonra, ekinlerin arasında kayboldular.
Elindeki demeti yere atarak, kayboldukları yöne doğru koş-
maya başladı. Nedense çok yorgundu; bir türlü ormana ula-
şamıyordu. Birden karşısına çıktılar. Yüksek ekinlerin ara-
sından Turgut’a doğru gelmişlerdi demek. Ellerinde, kayış-
larla tuttukları bir tabut vardı. “Demek bugün gömeceksi-
niz?” dedi onlara. Adamlar tabutu yere bıraktılar. Ceplerin-
den kara mendiller çıkarıp terlerini sildiler. Turgut yüzleri-
ni hatırlayamıyordu bu adamların. Bir süre karşı karşıya
durup konuşmadılar. Sonra, adamlardan biri; “Bu kadar pa-
raya yapılmazdı bu iş,” dedi. “Bize bu kadar ağır olduğunu
söylememiştin.” “Ben de bilemedim,” diye çekinerek karşı-
lık verdi Turgut. “İnsan ölünce çok daha hafif olur sanmış-
tım.” Turgut’a bakmadan konuşuyorlardı sanki. “Onu bile-
meyiz,” dedi bir başkası. “Artık gömmek de sana düşüyor
beyim. Geç kaldık zaten. Haşim Beyin cenazesi kalkacak
daha. Karısı yeşiller giymemizi istiyor. Gidip bir de elbise
değiştirmek var.” İriyarı olanları dönüp gittiler. Onların çe-
kilmesiyle, Turgut’un daha önce göremediği çok küçük bir-
kaç adam ortaya çıktı birdenbire; kısa boylu ve şişman
adamcıklar. “Hüküm okunuyor,” diye bağırdı içlerinden in-
ce sesli biri. Herkes ceketini ilikleyerek tabutun çevresini
sardı. Keskin güneşin sertliğine rağmen yüzler seçilmiyor-
du. Belli belirsiz kıpırdanmalarından, bir hazırlık yaptıkları
anlaşılıyordu. “Ne hükmü? Ölen adamdan daha ne istiyor-
sunuz?” diye bağırdı Turgut, ya da ona bağırıyormuş gibi
33
geldi; sesini duyduklarından kuşkuluydu. Cebinden bir kâ-
ğıt parçası çıkarmaya çalışan adama doğru atıldı. Ayağı ta-
buta takıldı, yere düştü. Tabut, bu çarpmayla yerinden oy-
nadı ve hemen yanındaki çukura yuvarlandı. Demek çukur
varmış. Demek, Turgut’un düşündüğünün, bilmeden istedi-
ğinin tersine, hep dışarda, güneşin altında ve papatyaların
arasında kalamayacaktı Selim. “Tabut ne kadar hafifmiş,”
diye düşündü. “Yalancı herifler. Boş yere yarım bırakıp git-
tiler işi.” Ayağa kalktı. Küçük adamlar da kaybolmuştu. Çu-
kura baktı: derin, karanlık ve biçimi belirsiz bir çukurdu
bu. Tabut görünmüyordu. Bu karanlık kuyunun çevresinde
dolandı. Yeni kazılmış toprağın çimenlerle birleştiği yere bir
taş dikilmişti. Taşın üstünde kabartma bir yazıt vardı. “Hiç
olmazsa yazıt koymayı düşünmüşler bu çarpık taşın üstü-
ne. Düzgün bir yazı olsa.” Taşa yaklaştı, okumaya çalıştı.
Kargacık burgacık harfleri zorlukla söktü: “TURgUT Öz-
BEn 1933-1962.” Geriye sıçradı: “Hayır! Olamaz!” İçinin
boşaldığını hissetti birdenbire: göğsünden midesine, oradan
da bacaklarına doğru bir kayıp gitme. “Hayır! Selim olmalı!
Ben, Nermin’le buluşacaktım.” Birden yanında Selim’i gör-
dü, tarifsiz bir korkuya kapıldı: acaba? Bütün gücüyle çene-
sini oynatmaya çalıştı: “Doğru mu bu, Selim? Nasıl olur?
Sen de biliyorsun ölmediğimi, değil mi? Yoksa ikimiz de öl-
dük mü?” Selim başını salladı. Nasıl anlamamıştı. “Demek
tabut bunun için hafifmiş. Ama ben o kara adamları gör-
düm, konuştum onlarla.” Selim gene başını salladı: “Onlar
seni görmediler ki.” “Parayı az bulduklarını söylediler
ama...” “O sözler sana değildi. Cenaze memuruyla konuşu-
yorlardı.” Kendi ölümüne üzülmekle birlikte, Selim’i gör-
düğüne sevinmişti. “Belki o da ölmemiştir,” diye düşündü.
“Peki, hüküm neydi Selim? Kimin hakkındaydı? Benim mi,
senin mi?” “Bilmiyorum.” dedi Selim: “Her zaman söyle-
mezler. Zaten, bilinen, beylik sözlerdir. Her hükümden bir-
34
kaç kopya çıkarırlar. Aynı günde gömülenler için okurlar.
Çok merak ediyorsan, Haşim Beyin törenine gider öğreni-
riz.” “Hayır, sen anlat.” Selim omuzlarını silkti: “Hepsi ay-
nıdır, dedim ya.” Turgut, içinde ifade edemediği tatlı bir
duygunun varlığını duyarak direndi: “Hayır, sen gene anlat
Selim. Sen başka türlü söylersin. Sen anlatınca beylik ol-
maz.” Selim, gözlerini, ileriye, çimenlere, papatyalara ya da
onlardan öteye, hiçbir şey görmüyormuş gibi, hep Tur-
gut’un onu hatırladığı gibi dikerek kısa bir süre sustu. Son-
ra, parmaklarını saçlarının arasında gezdirdi ve yarım bı-
raktığı bir sözü tamamlıyormuş gibi konuşmaya başladı:
“Bizim için hüküm hep aynıdır. Kısa bir hükümdür: bekle-
diğimiz ve inanamadığımız bir hüküm. Yalnız bizim için çı-
karıldığını sandığımız, oysa sayısız kopyası olan ve ayrıntı-
lara inmeyen bir hüküm. Biraz para verilince, biraz tatlı
davranınca yumuşayan ve gene de aslında hiçbir biçiminin
bizim için önemi olmadığını bildiğimiz bir hüküm.” Turgut
kendine acıyordu. Ölümün getirdiği durgunluğu yırtmak
istiyordu: “Bir yararı dokunuyor mu bizlere?” Selim başını
salladı: “Öldükten sonra neyin yararı dokunur ki?” “Doğ-
ru.” Durumu kabul etmeye başlamıştı; kendine ve bileme-
diği, tanımlayamadığı şeylere acıması artıyordu. Bir yandan
da bu durumdan kurtulmak için yüreğini acıtan bir çaba
göstermeye çalışıyordu. “Papatyalar...” diye söylendi Selim.
“Papatyalar... burada o kadar çok var ki...”
Ter içinde uyandı. Görünmeyen iplerle bağlandığı yatak-
tan kendini ayırmak için, ona dayanılmaz ve ümitsiz gelen
bir çırpınma, bir hayata dönme isteğiyle kıvranıyordu; ya
da kıvrandığını sanıyordu. İçinde bir yerde, artık hiç hare-
ket edemeyeceğini hissediyordu. Gene içinde bir yer, bir
duygu, kendini bütünüyle bırakmasına engel oluyordu. Bir
kıpırdayabilse tekrar yaşayacaktı. Birden, bir oluştan başka
bir oluşa geçmenin ölçülemeyen süresi içinde kendine gel-
35
di. Hiçbir şey düşünemedi. Güneş odayı doldurmuştu. Göz
ucuyla yanına baktı: karısı kalkmıştı. Yarı aralık kapıdan
çocuklarının sesleri geliyordu. Bu sesler ve odayı kaplayan
güneş, onu yavaş yavaş ısıttı. Ne oldukları pek anlaşılma-
yan, fakat hayata ait sesler, rüyanın verdiği katılığı yumu-
şattı. Yattığı yerden doğruldu, henüz başka bir ülkenin ko-
layca kırılabilen bir varlığı olmanın endişesiyle yavaşça
kalktı. Pencereye yaklaştı, perdeyi hafifçe aralayarak dışarı
baktı: karşı evlerin Turgut’a sırtını dönmüş arka cepheleri:
çizgilerini yumuşatmayı bilememiş kütleler; çirkinliklerini,
rüyadan yeni uyanmış bir insana, sadece var olmalarıyla
unutturan gerçek hacimler... Turgut, bütün bunları o sırada
mı düşündü, yoksa sonradan, o anı hatırladığı zaman, öyle
düşündüğünü mü sandı? Bilemedi: çünkü o zaman henüz
Olric yoktu. Henüz durum bugünkü gibi açık ve seçik, bir
bakıma da belirsiz değildi. Bir cümle kaldı yalnız aklında:
“Güzel bir gün ve ben yaşıyorum.”
3
“Siz hiç merak etmeyin,” dedi adam. “On derste bu işin üs-
tesinden gelirsiniz. Kimlere öğretmedik ki biz bu mereti.
Biz de az dayak yemedik ustamızdan. Cehalet, beyağabey,
cehalet işte. Senin gibi münevver bir vatandaş olsaydım hiç
zahmet çekmezdim vallahi.” Turgut, önündeki direksiyona,
belli etmek istemediği bir çekingenlikle bakıyordu. Kimse
sezmeden, korkusunu farketmeden, bu inatçı ve onu tanı-
mayan sertlikle nasıl uyuşabilecekti? Öğrendikten sonra,
bütün zorluklar geride kaldıktan sonra; vücudun her parça-
sında, başlangıçta bu makine kadar kör ve inatçı olan di-
renmenin yumuşadığını, dokunmanın mümkün olduğunu
gördüğü zaman, yazık ki geçiş süresini unutuverir insan.
İlerde, yeni bir denemeye girmek üzere olduğu anda, hiçbir
36
yararı dokunmaz; ya da dokunmayacakmış gibi gelir yaşan-
mış olanın. İnsanlar da bırakmazlar ki: en yakınınız bile,
otomobilin arka kanepesinde oturan karınız bile... bile ne
demek? Özellikle, en yakınınız, sizi aptalca bir yarışma
duygusuna sürükler. Turgut da kendini, sesini çıkarmadan
arkada oturan ve sinirine dokunan bir anlayışlılık içinde
görünen karısıyla gizli bir yarış içinde görüyordu. “Kadın-
larda, el ustalığı isteyen işler için, aptalca bir yarışma duy-
gusu vardır zaten,” diye düşündü. “Erkeklerin, başka konu-
larda, onlara, üstün ve yukardan bakarmış gibi görünen ta-
vırlarını çekemezler, bu çeşit yarışmalarla acısını çıkarmak
isterler böyle küçük görülmelerin. Bir yandan da, her şeye
rağmen savunmasız ve narin olduklarını gösteren yapma-
cıklarını elden bırakmazlar: ‘Canım şu ipi şuraya takar mı-
sın? Canım senin boyun yetişir - ya da sen benden kuvvet-
lisin.’ Yani senin bütün üstünlüklerin, basit ve hayvani te-
mellere dayanır. Sonra, küçük bir aksama olunca: ‘Dur ca-
nım, bir de ben denesem’ sahteliği. ‘Uzun boylu hayvan!
Beni kuvvetli kollarınla alıp götürdün; şimdi, bir çamaşır
ipini takamıyorsun işte!’” “Karı-kocanın birbirleriyle ve
çevreleriyle durmadan yarışmasını anlamıyorum, demişti
Selim, Turgut evlenmeden önce. “Belki onlar farkında değil;
oysa bana bu davranış, hayatı cehenneme çevirmek gibi ge-
liyor.” Ne yapalım, canım Selim? Nermin’in şu anda, bu işi
benden iyi yapma arzusuyla tutuşmasına nasıl engel ola-
lım? Haydi Turgut, göster kendini. Yut şu direksiyonu.
Solundaki pencerenin camını indirdi ve kolunu kapıya
yaslayarak dışarı baktı. Talim alanı, ağaçsız bir tepenin al-
tında, beceriksizce tesviye edilmiş bir yolla çevrelenmiş
toprak bir arsaydı. Tembel bir ilkbahar güneşi toprağı ve in-
sanı ısıtıyordu. Zemin kuru ve tozsuzdu. Toprak yolun üs-
tünde, araçların ezmediği ve iyi düzeltilmemiş yerlerde pa-
patyalar büyümüştü. Selim’le, kır gezintilerimizde topladı-
37
ğımız papatyalar... “Başlasana artık; vakit geçiyor,” diye ses-
lendi karısı arkadan bir yerden. Bir koşuda, yanındaki ya-
rışmacıların sinirini bozmak için, çıkış yerine hesaplı bir te-
laşsızlıkla yaklaşan, çevresini bilinçli bir anlamazlıkla süzen
bir atlet gibi hareket etti; elini yavaşça aşağıya indirdi, kon-
tağı açtı; henüz alışkın olmayan ayaklarıyla gaz ve debriyaj
pedallarını ayırlamaya çalışarak yavaş yavaş arabayı yürüt-
meye başladı.
“Yaşa ağabey vallahi. Nasıl, hemen kaldırdı arabayı değil
mi abla?” Senin aklından geçmeyen ya da yakıştıramayaca-
ğın düşünceler içinde “abla”. Nermin karşılık vermedi.
“Ben, arabayı kaldırmaya çalıştığım ilk gün ustamdan nasıl
bir yumruk yemiştim sırtıma. Az kaldı direksiyon göğsüme
giriyordu. Direksiyonu az sağa çevir; sağdan gidelim yol-
daymışız gibi. Çok yapışma direksiyona, biraz serbest bı-
rak.” Şoförün, övücü sözlerini bırakması Turgut’u biraz si-
nirlendirdi. Adamın uyarmalarını azaltmak için, bütün gü-
cünü toplamaya çalıştı. Vücudunun her noktası gergin bir
korku içindeydi; üstüne çöken bu alışık olmadığı baskıya
karşı koyuyordu. Turgut, kaslarında bilinmeyene karşı ilk
isyan geçinceye kadar, bu korkulu gerginliğin azalmaması
gerektiğini biliyordu. Bütün gücüyle bir yandan vücudu-
nun isyanına karşı koyuyor, bir yandan da bu çatışmayı ya-
nındakilere sezdirmemek için, sonradan ona gülünç gelen,
aşırı bir itina gösteriyordu. Bu gergin öğrenme devresi ge-
çince de, arkadaşlarına, kendini küçümsermiş gibi bir tavır
takınarak anlatacaktı bu durumu. İlk korkunun yaşandığı
zamanın ağırlığından kurtulmak için, o anın güzelliğini bo-
zacak, ona ihanet edecek ve başarmanın kolaylığını yaşaya-
caktı. Bu işlere yatkınlığını ileri sürecek, öğünecekti. Tur-
gut, bütün bunları bilmiyordu o sırada. Biraz daha dişini
sıkması gerektiğini biliyordu sadece. Birden arkaya döndü
ve: “Gerçekten, sanıldığı kadar zor bir şey değilmiş,” dedi.
38
Bu işin sanıldığı kadar zor olmadığını söyledikten kısa
bir süre sonra elinin altındaki direksiyonun küçüldüğünü
hissetmeye başlamıştı gerçekten; o kadar kısa bir süre ki
Turgut, söylediklerine inanmakta zorluk çekmedi. Oturdu-
ğu yerde hafifçe kımıldadı, sırtı ter içinde kalmıştı. Belli et-
meden vücudunu hafifçe oynatarak, terli sırtını gömleğin-
den ayırdı. Yumuşak bir hava dalgası araya girerek terini
kurutmaya başladı. Kendinden memnun, gülümsedi: “Pa-
patyalar ne güzel, değil mi Nermin?” “Evet, direksiyonu,
elinin altına sığdırabildiğin anlaşılıyor.” Anlamamış gibi ba-
şını arkaya çevirdi: “Efendim?” “Önüne bak; yoldan çıkar-
sın sonra.” Tekrar: “Efendim?” dedi. Şımarık şımarık sırıttı:
“Yaşasın papatyalar; canım papatyalar. Seviyorum sizleri.
Sizler ki bütün kış, toprağın altında, yalnız bizi düşünürsü-
nüz ve ilkbaharda hemen seriliverirsiniz ayaklarımızın altı-
na. Canımlarım benim. Seviyorum sizleri insan kardeşle-
rim. Durup dururken seviyorum işte. Sevip duruyorum.
Kollarımı açıp bütün insanlığı kucaklıyorum. Papatyalar gi-
bi sizi koparıp göğsümde tutmak istiyorum...” “Yeter,” dedi
Nermin. “Galiba iyice öğrendin. Bırak da biraz ben çalışa-
yım artık. Sen arkaya geç. Hem papatyaları seyredersin,
hem de terini kurutursun.” Turgut, birden fren yaptı. Ner-
min yerinden fırladı, önündeki koltuğun arkalığına çarptı.
“Gel bakalım öne,” dedi Turgut: “O kadar acele ediyorsan.”
Hızla kapıyı açıp dışarı fırladı: “Direksiyona geçiniz lütfen,”
dedi. “Ve müessesemizin bir hediyesi olarak yerdeki bütün
papatyaları kabul buyurun.” Hayır! papatyaları değil, ka-
ranfilleri. Papatyalar Selim’in. Arabanın arka kapısını aça-
rak eğildi: “Tanıştığımıza, birbirimizi tanıdığımıza memnun
oldum. Gözlerinizin rengine şafaklar kadar uygun bu çiçek-
ler aşkımızın solmaz birer hatırası olsun, gözleriniz yaşlarla
dolsun.” Nermin: “Sizinle tanışmıyoruz,” diyerek onu hafif-
çe itti ve öne geçti.
39
“Anlamadığın bir şey olursa çekinme lütfen, sor, olur mu
karıcığım?” Öne doğru eğildi: “Önce biraz zor gelecek, ama
alışacaksın.” Üniversitede ders çalışırken de Selim, arkadaş-
larına böyle takılırdı. Kim çıkarmıştı bu sözü? Kenan çıkar-
mıştı. Yüksek matematikten haziranda geçince, Selim’le bir
olup, etüd odasında, çalışmaya çalışan Turgut’un baş ucun-
dan ayrılmamışlardı. Kenan, Selim’in okulda tanıdığı ilk in-
sandı. Turgut’un onları ilk farkettiği gün, sıranın üstüne
birşeyler yazıyorlardı. Turgut’un canı sıkılıyordu o gün.
Dersten çıkıp gitmek istiyordu. Onlarda bir canlılık, bir kı-
pırdanma görerek öne doğru eğildi. Yalnız sırtlarını görü-
yordu. Sonra, bir sırt, yavaşça sola dönerek bir insan biçi-
mine girdi, diliyle parmaklarını ıslattı ve ıslak parmaklarıy-
la sıranın üzerindeki yazılardan birini sildi. Hiç konuşmu-
yorlardı. Turgut, merakla sordu: “Affedersiniz, ne yapıyor-
sunuz orada?” Uzun boylusu başını çevirmeden karşılık
verdi: “Sıkılıyoruz.” Turgut, bu sözden ümitlenerek yavaşça
yanlarına kaydı ve sıranın üzerine yukardan aşağı yazılmış
sayılara anlamadan baktı. “Vakit geçirme oyunu oynuyo-
ruz,” dedi uzun boylusu. “Ve başarıyoruz da. İyi bir şekilde
olmasa da geçiriyoruz vakti. Kenan saat tutuyor, ben de
yazma işini yürütüyorum.” Turgut tekrar sayılara baktı:
otuz dörtten başlayıp aşağı doğru birer birer azalarak sıfır
oluyorlardı sonunda. Sıfırın altına da ‘zırrr’ diye yazılmıştı.
Kenan: “Otuz üç,” dedi başını kaldırmadan; arkadaşı da bü-
yük bir ciddiyetle parmağını ıslattı diliyle ve otuz dört sayı-
sını sildi. Turgut’a dönerek: “Zil çalınca da ‘zırrrr’ı siliyo-
ruz,” dedi. “Denemeyle sabittir ki bu metotla bütün sıkıcı
dersler en garanti bir şekilde geçirilir. Şubemiz yoktur. İlk
deneme parasızdır. Bakkallarda ısrarla arayınız.” “Sevdim
sizleri,” dedi Turgut. “Benim adım Turgut Özben, oyununu-
za katılabilir miyim?” “Saatiniz tam zile göre ayarlıysa, za-
man tespiti görevini size verelim. Kenan’ın saati biraz geri.
40
‘Zırrr’ı silme işini kesin bir duyarlıkla yapamıyoruz. Benim
adım da Selim.” Turgut hemen daha yakına sokuldu.
Can sıkıntısı, Selim’in önemli bir derdiydi. Bir işi yapma-
dan önce geçirilmesi zorunlu olan zaman onu müthiş sıkar-
dı. Turgut’un da bu konuda, kendisine yakınlık duyduğunu
anlayınca hemen ‘metotlarını’ açıklamıştı: “Otobüste, evle
okul arasında geçen zamanın bana nasıl bir yük olduğunu
bilemezsin. Böyle zamanları, yaşanmamış zaman haline ge-
tirmemek için olmadık oyunlar icat ederim. Kendimi kap-
tırmadan, belirli bir süreyi atlatabileceğimi sanmıyorum.
‘Duraklar arası maç oyunu’ da bunlardan biridir.” “Nasıl?”
demişti Turgut: “Anlat.”
“Oynanırken pek tatlı değildir ama, anlatırken ben bile
sanki bir şey yapıyormuşum gibi heyecanlanıyorum. Çünkü,
neden? Çünkü oyunun, oynanırken verdiği ve gene de hiç-
bir şey yapmamak kadar ağır olmayan sıkıntısını hafifletmek
istiyorum; kendimle biraz olsun alay etmeden, kendi kendi-
me yarattığım boşluğa dayanamıyorum. Bunun için, dinler-
ken, beğensen de, beğenmesen de bana haksızlık etmiş ola-
caksın. Olayın yalnız hafif yönünü öğrendiğin için, beni bir
bakıma istismar etmiş olacaksın. Hiçbir şeye benzetemezsen
o daha kötü. Neyse, bu kısa ve son tahlilde gene bizi inciten
girişi bir yana bırakalım. Her resmi Türk genci gibi, yani,
sporla ilişkisi hiçbir zaman maç seyretmekten öteye gitme-
yen her namuslu ve bunalmış vatandaş gibi siz de ayrı bir
duhuliye ödemeden bu oyuna katılabilirsiniz. Ben de, bir
çok vatandaşım gibi, soyutlama gücünden yoksun olduğum
için ve özellikle zaman kavramını soyut olarak, yani ele gel-
mez bir kavram olarak düşünemediğim için süreye, ancak
iki nokta arasında bir cismin hareketi olarak katılabiliyorum.
Bu açıklamanın, değil dinleyenler için, benim için bile fazla
soyut olduğunun farkındayım. Belki bizler, yani bu toprakla-
rın yetiştirdiği şu ya da bu çeşit değerler, soyutlaşmaya başla-
41
dığımızı bu kadar çabuk farketmeseydik ve bu kadar çabuk
korkuya kapılmasaydık, bizlerden de büyük matematikçiler
yetişir ve ansiklopedilerde taş basması resimleri çıkardı. Bu
acıklı durumu da hemen, fazla üzülmeden geçelim ve somut
örneklerle yetinelim. Sözün kısası, benim oturduğum evle,
üniversite arasında on dört durak vardır. Adlarını ezbere bil-
diğim, her gün birer birer geçilmesi gereken on dört durak.
On dört resmî Türk otobüs durağı. Benim gibi otobüse tıkıl-
mış başka insanlar bu süreyi nasıl geçirir bilemiyorum. Yüz-
lerinden anlaşılmıyor ki. Hiçbir şey belli etmiyorlar. Tabii,
ben de içimden bu oyunu oynadığımı belli etmiyorum onla-
ra. Onların yüzünü takınıyorum. Belki hepimiz bir yüz takı-
nıp başka bir oyun oynuyoruz. Hiç olmazsa ben kendimi, sa-
na ifşa ediyorum Turgut. Bunun değerini bil. Bundan sonra
kimseye kötülük etme ve bütün dilencilere sadaka ver. Her
durakta karşı takıma bir gol atarım, onun attığı bir golü sile-
rim. Nasıl mı? Turgut! Yüksek matematikteki başarısızlığın
yüzünden okunuyor. Canım, ilk durakta, yani bindiğim du-
rakta on dört-sıfır yenik durumda girerim maça. Geçtiğim
duraklar benim yenilgimi önce hafifletir, sonra yavaş yavaş,
zaman yenik düşmeye başlar bana. Üniversitede inerken, on
dört-sıfır galip durumda olan benim, anlıyor musun? Za-
man, hiçbir zaman kazanamaz bana karşı. Otobüs bir dura-
ğı, durmadan geçerse, bu o gün olacak başka olaylar için iyi
bir işarettir. Yedinci durağa kadar içimi buruk bir acı ve en-
dişe kaplar. Sanki, daha dün, zamanı aynı biçimde yenilgiye
uğratan ben değilmişim gibi içim titrer. Dalıcı bir forvet gibi
saldırırım zamansporun kalesine: on üç-bir, on iki-iki, on
bir-üç... Tabii buradaki sayı sisteminde, gerçek spor kuralla-
rıyla bir uyuşmazlık var gibi geliyor insana. Bu kadar ince
düşünen insan, zamanı bu ince düşünceleriyle geçirir; be-
nim oyunumu ne yapsın? Programımız burada sona eriyor,
zamanım doldu. Bana müsaade...”
42
“Seni eve bırakıyorum,” dedi Turgut karısına. “Araba
işiyle ben uğraşırım öğleden sonra.”
4
Turgut’un oturduğu apartman, büyük şehrin kuzey doğu-
sunda, enlemi kırk bir derece sıfır sıfır dakika kuzey ve kırk
bir derece sıfır sıfır dakika bir saniye kuzeyle boylamı yirmi
dokuz derece on iki dakika doğu ve yirmi dokuz derece on
iki dakika bir saniye doğu olan noktalar arasında sıkışan
bir arsa üzerine kurulmuştu. Apartmanın dünya üzerindeki
bu konumunu anlayabilmek için biraz astronomi bilmek
gerekiyordu. Oysa, Turgut’un arkadaşlarının karıları, bu bil-
giden yoksun oldukları halde, apartmanı ‘elleriyle koymuş’
gibi buluyorlardı. Selim ise -bilimsel tanımları uygulamakta
her zaman güçlük çektiği için- yarım saat oralarda dolaşıp
durmuştu ilk geldiği gün. Bina, enlem ve boylam noktaları
arasına sıkıştığı gibi, daha yüksek birçok apartmanın ara-
sında ezilmişti. Bu nedenle, kuzey rüzgârlarına kapalıydı ve
güneyindeki apartmana bitişik tavan, yağmurda biraz akı-
yordu. İnsanın kendi evi olmadıkça, bunlara katlanmak ge-
rekiyordu. Çocukların odasının penceresinden bakılınca
-biraz da sola, dışarı sarkmak şartıyla- karşıdaki iki apart-
manın çatı katları arasındaki küçük boşluktan, önce bir iki
servi ağacı ve daha uzakta soluk mavi renkli bir çizgiden
ibaret olan deniz görünüyordu.
Turgut, apartmanların arka cephelerine baktıkça, yapıla-
rın neden iki ayrı cephesi olduğunu; neden, duvara daya-
nan kanepelerin arkasına kötü kumaş kaplamak gibi bu
“modern” apartmanların da arka cephelerinin yüzsüz bir
insan gibi anlamsız olduklarını ve üstlerine her zaman ne-
den sarı badana vurulduğunu düşünürdü. “Bitişik düzen”
denen anlaşılmaz sistem, öteki iki cepheyi sadece “yan cep-
43
he” adı verilen ve görünmeyen bir varlıktan, bir deyimden
ibaret bırakmıştı. Fakat, bütün bu soyut kavramlar arasın-
da, anahtar denen somut nesneyle kolayca açılan -tabii
apartmanın dış kapısı için aynı kolaylıktan bahsedilemezdi-
bir kapının gerisinde, içinde yaşanan ve elle tutulabilen be-
lirli hacimlerin varlığı inkâr edilemezdi. Dairenin içine gi-
rince de bazı küçük aksaklıklar... duşun tepenizden akma-
ması, sıcak suyun tam yıkanırken soğuması, mutfakta evye-
nin sık sık tıkanması, hamamböceklerinin alışkın hareket-
lerle bütün odalarda dolaşması gibi küçük ayrıntılar.
İnsan bunları neden görür? Daha doğrusu neden bunlara
takılır aklı? Basit: demek yürümeyen birşeyler var. Evet,
ama yürümeyen şey nerede? Eşyada mı? Yoksa.... Turgut
henüz düşünemiyordu; yalnız bir huzursuzluk, huzursuz-
luk bile değil, insanı bazı şeyleri yapmaya ve bazılarını yap-
mamaya farkettirmeden iten ve davranışlarında, eski alış-
kanlıklarına yabancı gelen küçük değişiklikler. Eve döner-
ken acele etmek için bir ihtiyaç duymuyordu içinde, örnek
olarak. Bu ihtiyaç eksikliğini de düşünmüyordu aslında; sa-
dece, eve dönerken acele etmiyordu. Bazı eski alışkanlıkla-
rı, unuttuğu hareketler, yokluyordu onu. Kitapçı vitrinleri-
nin önünde biraz fazla kalıyordu, duraklara en kısa yoldan
çıkmıyordu; duraktaki insanlardan daha hesaplı davranıp
dolmuşa, önce o binmiyordu; bu beceriklilik, kendisini üs-
tün saymasında oldukça önemli bir noktaydı oysa. Hafıza-
sında da bazı boşluklar oluyordu: kendini birdenbire, elin-
de anahtarla kapının önünde buluyordu.
Ilık bir bahar akşamıydı. Turgut, rahat koltuğunda oturu-
yordu. Gözünü duvardaki rutubete dikmiş, bu koyu leke-
nin içinde yer almaya başlayan beyazlıkların, bahara doğru
gidişi gösterdiğini düşünüyordu. Üniversitedeki bir hocası-
nın sözleri aklına geldi: her yapıda, alttaki bir tabakada ya-
pılan küçük bir hatayı bile, onun üstüne koyacağınız daha
44
iyi tabakalarla örtemezsiniz. Duvarda rutubet var, o halde,
tecritte bir hata, sıvada bir kalınlık farkı... bana ne bütün
bunlardan? Karısına baktı: Nermin perdeleri kapıyordu. Dış
dünyayla ilişkileri kesme vakti gelmiş: “Bugün ne yaptın
canım?” zamanı yaklaşmıştı demek. Turgut birden, günü
anlatarak tekrar etmenin getireceği yorgunluğu duydu. Bazı
günler konuşamazdı insan. Elini koltuktan aşağı sarkıttı ve
gazeteyi aldı. Anlamadan başlıklara baktı, spor sayfasını çe-
virdi; antrenörler arası dayanışmanın gereği hakkında bir
makaleyi, alışkanlığın verdiği ciddiyetle okumaya başladı.
Birkaç satır okuduktan sonra göğsünden ağzına doğru bir
sıkıntının yükseldiğini hissetti; gözlerini karısına doğru çe-
virmekte kısa süren bir gecikme oldu. Sonra, kendi derdine
düştü ve içinin sıkıldığını karısına anlatmayı unuttu. Belki
de Selim için üzüldüğünü, karısını bu düşüncelerle yormak
istemediğini, zamanla bu yaranın kapanacağını, erkeklerin
bazı yalnız sıkıntıları, evin düzenine dokunmadan zararsız-
ca geçiştirdikleri belirsiz huzursuzlukları olduğunu açıkladı
kendine. Belki de bir şey demedi. Belki, kendine bile, bir
açıklama yapması gereksizdi. Büyük bir sarsıntı olmamıştı.
Selim ölmeden önce, içinde düşüncenin fazla yer tutmadığı
bu evde oturuyorlardı. Selim yaşamıyordu artık ve gene ay-
nı evde oturuyorlardı. Bu olayın etkisini eşyada görmek im-
kânsızdı. Ayrıca bu evde, Selim’in içine dert olan şeylerde
bir değişiklik yapılmamıştı, her şey yerli yerinde duruyor-
du; değil Selim’in düşünceleri, genel anlamda bir düşünce
bile kendine uygun bir yer bulamazdı: küçük odada çocuk-
lar yatıyordu, hemen yanında da onların yatak odaları var-
dı; salonda zaten birçok iş bir arada görülüyordu; yemek,
yaşamak, çalışmak ve misafir kabul etmek... Selim ve dü-
şüncelerinin temsil ettiği şey -bir şey temsil ediyorlarsa
eğer- bu evde birkaç günlük gece yatısına gelmiş bir misa-
firdi. Nermin, onun varlığını duymuyordu bile; duymaz gö-
45
rünüyordu. Evliliklerinin ilk yılında evlerine biraz sık gelen
ve artık kendiliğinden yok olan meyhane ve bazı uygunsuz
üniversite arkadaşları gibiydi Nermin için bu misafir. Bü-
yük bir tatlılıkla kabul etmişti bu arkadaşları önce; sanki
onların gelmesini, Turgut’tan çok Nermin istiyordu. Onla-
rın garip ve tutarsız fikirlerine, öncüsüz şakalarına ve kayıt-
sız davranışlarına hayran olan Nermin’di. Turgut, bu uy-
gunsuz arkadaşlarından biraz usanmanın, onları fazla tanı-
manın ve onlar hesabına Nermin’den utanmanın -en kuv-
vetli duygusu buydu onlar hakkında galiba- telaşıyla onun
kadar rahat davranamıyordu arkadaşlarına. Üstelik bu telaş
içinde -ve daha çok bu telaşın yarattığı panik yüzünden-
Nermin’e, bu uygunsuz arkadaşlarından farklı olduğunu
göstermek endişesiyle kıvranıyordu. Belki Turgut da, yaşan-
mış bu eski düzenin kendisi için artık tehlikeli olduğunu
Nermin kadar biliyordu; fakat arkadaşlarıyla, ‘insan’la, on-
lardan utansa bile, ilgiliydi. Nermin gibi, ileriyi açık ve se-
çik görüp bütün bunların biteceğini hissetmenin rahatlığıy-
la kayıtsız kalamıyordu. Ve beklenen oldu: Turgut, arkadaş-
larını çağırmaktan ya da onlarla birlikte dışarı çıkmaktan
bahsetmez oldu; hem de görünürde bir rahatlığa kavuşarak
oldu bu. Nermin, gene onlardan, tatlı tatlı bahsetti; onlar
hesabına iyi dileklerde bulundu.
Mutfaktan karışık gürültüler geliyordu; yemeğin hazır-
landığını duyuran gürültüler. Turgut, kendini kaptırdığı dü-
şünceler arasında, birden Kayhan’ı, Güner’i, Kenan’ı ve bü-
tün onlarla geçen zamanı hissetti içinde. Buraya nasıl gel-
mişti? Kafasındaki akışı izlemediği için, bulup çıkaramadı;
böyle bir istek de duymadı. Başka türlüydü onlarla geçen
zaman: tarih öncesi yaratıkların arasında bir masal dönemi.
Hep birlikte bu salona nasıl sığdılar o gün? Eşyayı nasıl par-
çalamadılar? Yemek masasının çevresinde toplanmışlardı.
Küçük masada tabaklar, çatallar, insanlar içiçeydi. Tabaklara
46
uzanan eller birbirlerine karışıyor; omuzlar, bardaklar sür-
tünüyordu. Turgut içini çekti. Güner, okulu on iki yıldır bi-
tiremeyen koca Güner, kollarıyla her yeri kaplıyordu. Yap-
ma bir nezaketle Nermin’e eğiliyor, yemekleri övüyordu.
Bütün dikkatine rağmen gene olmadık bir hareket yapmış
ve pantalonu gene olmadık bir yerinden boydan boya sö-
külmüştü. Şimdi de bunu belli etmemek için, bacaklarını
bitiştirmiş, vücudunun yalnız üst kısmını çevirmeye çalışa-
rak Puşkin’den bahsediyordu. Seçme Yazılar’ı okuyordu o
günlerde. Puşkin’den ve Rus yazarlarından okuduğu ilk ki-
taptı bu. Sarhoşluğun ve zekâsına güvenmenin coşkunluğu
içinde, kendi bilmezliğiyle alay ediyor, sezginin ve anlayış
gücünün övgüsünü yapıyordu. “Biz, hanımefendi,” diyordu
-hanımefendiyi, tatlı bir eğlenme ifadesiyle, Nermin’in bile
alınamayacağı bir yumuşaklıkla söylüyordu- “Yaman bir
milletiz; Rusları ve Rusları sevmeyenleri aynı derinlikte an-
larız; ama, belli etmeyiz. Bizim gösterişe ihtiyacımız yoktur.
Yaptıkları eserleri karşılarına koyup, bununla boş bir gurura
kapılmak Evropalıların işidir. Durmadan, varlıklarını duy-
mak için, olur olmaz yerde, good morning, bon soir derler
birbirlerine. Bizde de birtakım insanlar bunu tutturmuş. Bu-
günlerde de ‘iyi günler’ diye bir söz çıkmış. Herkes birbirine
iyi günler deyip duruyor. ‘Bonjour’un tercümesiymiş.” Ken-
di sözlerine, herkesten önce, kendisi gür bir kahkaha atmış-
tı: nerede başlayıp nerede biteceği hiç belli olmayan sözleri-
ne, Nermin’in ve alay ettiği Avrupalıların hiçbir zaman anla-
yamayacaklarını düşündüğü bir duyguyla gülmüştü. Ner-
min’in sesini duydu birdenbire, solunda, yukarıda: “Yemek
hazır; düşüncelerinle soğutma çorbayı istersen.” Yumuşak
ve tabii bir sesti bu, hiçbir art niyeti olmayan bir ses. Tur-
gut, rahatsız olduğunu hissetti. Bu hayatın dışında sürekli
hiçbir şey yapamayacağını anlar gibi oldu bir an için. Soluk
bir gölge gibi geçti bu rahatsızlık. Kendini toparladı: “Güzel
47
yemeklerine bu haksızlığı yapamam,” dedi ve alışkın ayak-
larını, şaşırmadan masaya sürükledi.
Masayı, yalnız çorbayla ve karısıyla değil, Kayhan’la ve
Güner’le de düşünme hürriyetine sahip olabileceğini, dün-
yada böyle bir imkânın var olduğunu o sıralarda düşünemi-
yordu. Selim’i düşünmek bile ona, evli erkeklerin -suçluluk
hissinden kurtulamadıkları halde- kendilerini günah duy-
gusuna kaptırmaları gibi, gizli ve hiçbir zaman gerçekleş-
meyeceği için hoş görülen bir günah gibi geliyordu. Hayal
gücü, henüz bilemediği bir derinlikteydi. “Canım sıkılıyor”
sözleri, kendisinin de farkına varmadığı bir kolaylıkla, baş-
ka bir insanın söylediği bir cümle gibi duyuldu sofrada.
Mutfaktan, yemek yiyen çocuklarının, hizmetçiye karşı ko-
yan sesleri geliyordu. “Kendini bırakmamalısın,” dedi Ner-
min. Selim’in öldüğünü gazeteden öğrendiği sabah duydu-
ğu sesten biraz farklıydı Nermin’in sesi. O sabah -ağladığını
pek hatırlamazdı- gözleri yaşlı, yatakta karısına sokulduğu
zaman, kendini öksüz bir çocuk gibi hissetmişti. İkisi de
gözlerini boşluğa dikip, susmuşlardı uzun süre. Turgut, her
saniyesini dolduran mahzunluğu Nermin’le paylaştığını
sanmıştı o sırada. Sanki, çocukluğundan beri, Turgut’a acık-
lı ve hüzünlü gelen yaşantıların hepsini bir ana sıcaklığıyla
içine almıştı Nermin. Turgut, yüzünü, karısının boynunda,
saçlarında saklamış ve bütün olanlar ve olacaklardan tatlı
tatlı yakınmıştı sessizce. İkimiz olduktan sonra, bütün bu
hüzünler, sıcak bir yaklaşma için bahanedir, demek istemiş-
ti Nermin’e. Daha düzenli günlerde hissedilmesi zor bir ya-
kınlıktı bu Turgut için. Aslında erkeklerin zayıflıklarını
göstererek, kadınlara vermeleri gereken sürekli güveni sars-
mamaları gerektiğini içgüdüsüyle biliyordu. Fakat, yuvanın
bütünlüğüne zarar vermeyen küçük bir zayıflıktı bu gevşe-
me. Yazık ki erkekler, şımartıldıkları zaman nerede durma-
ları gerektiğini çoğu zaman bilemezler. Kadının, bunu ha-
48
tırlatmasıysa, utanç verici bir uyarmadır onlar için. Ya da
bazıları için öyledir. Belki nesli tükenmeye başlayan garip
yaratıklardır artık bu çeşit erkekler. İşte biri daha öldü gitti.
Turgut’un içinden atamadığı hüzün, belki de bu azalışın
hüznüydü. Kendini bırakmaması söylenince de, bu duygu-
dan kurtulamadığı için, tekrar düzelinceye kadar bunu sak-
laması gerektiğini hissetti utanarak.
Kendini, içinde bulunduğu düzenli yaşantının ayrıntıları-
na bıraktı. “Düşünmüyorum, sıkılıyorum sadece,” dedi.
Daha birşeyler söyleyecekti. Söyleyemedi. Sustu. Bir saygı
duruşu yapıyorum herhalde, diyecekti belki. Bu kadar ma-
sum bir sözü bile söyleyemedi. Söylemek içinden gelmedi.
Kendini elevermekten korktu. Nasıl olsa geçecekti. Yerin-
den kalktı ve seslerinden, yemek yemedikleri anlaşılan ço-
cuklarını azarlamaya gitti mutfağa. İki kızı da suçu birbiri-
ne yükledi hemen. Sonra da hizmetçiyi kötülediler. Yemek
yemeyen çocukların kötü geleceklerinden bahsetti onlara.
Bu çeşit çocuklarla kimse konuşmazdı sonunda. “Bütün iş-
lerinizi yalnız yaparsınız sonra. Kimse yemeğinizi yedirmez
ve uyumanız için masallar anlatmaz. Kocaman kızlar olur-
sunuz: gene yalnız kalırsınız.” Su bardağına uzanmak için
sandalyenin üstüne çıkan küçük kızı: “Hayriye Teyze gibi
kocaman bir evde tek başımıza kalırız sonra, değil mi baba-
cığım?” dedi. Evin kocamanlığını anlatmak için kollarını
bütün gücüyle açtı, hizmetçi tutmasa yere düşecekti. “Sakın
Hayriye Teyzenin yanında söyleme bunu.”
“Önümüzdeki hafta Ankara’ya gideceğim. Artık, bazı iş-
leri yalnız benim yapabileceğimi anlamaya başlıyorlar şir-
kette.” Nermin, hafifçe başını kaldırıp, sevindiğini gizledi-
ğini belirtmek isteyen bir bakışla: “Başka türlü olabilir miy-
di?” dedi. “Bunu biliyorduk. Anlamalarına ihtiyacımız yok-
tu.” Son cümlenin söylenişi Turgut’u tedirgin etti hafifçe;
yerinden kımıldanır gibi oldu. Telaşını örtmek için acele et-
49
ti: “İnsanların hoşuna gidecek biçimde davranmayı oldukça
beceririm biliyorsun. Onun için, bana önem verilmesinde
bu aldatıcı tavırlarımın payı vardır diye endişe ederim.”
“Böyle olmadığını biliyorsun,” diye telaşsız karşılık verdi
Nermin. “Nasıl bir insan olduğunu anlatmamı istiyorsan,
başka.” Turgut elindeki çatalı bıraktı: “Beni şımartırsan,
mutfaktaki çocuklar gibi yemeğimi bitirmem sonra.” Gül-
düler, Turgut, çatalı bırakan eliyle uzandı, karısının kolunu
okşadı, gözlerine baktı; artık, bir şey düşünmedi.
Sonra Nermin sofrayı toplarken, oturduğu koltukta, bir-
den Turgut aynı huzursuzluğun yaklaşmakta olduğunu his-
setti. Kıskanç ve intikamcı bir duyguydu bu: biraz unutul-
maya gelmiyordu. Gizlice büyüyor, eskisinden daha şiddetli
bir biçimde ortaya çıkıyordu hiç beklemediği bir anda. Bir
davranışta bulunmadan, onunla ilgili bir hareket yapmadan
atlatılması imkânsız gibi görünen bir duyguydu. Hüzünlü
bir biçimde ele alınmayınca daha zalim oluyordu sanki.
Kendisine saygı duyulmasını istiyordu. Küçük bir fırsat bu-
lunca da Turgut’un içini ezen bir rahatsızlık olarak ortaya
çıkıyordu. “Midem iyi değil galiba,” dedi. “Bana bir ilaç
versene.” Söylediği sözlerden hemen pişman oldu. Gene
ihanet etmişti içindeki ‘şey’e. Bu ‘şey’ Selim’in ölümünden
öte bir hüzün, ne olduğu belirsiz, fakat sürekli ilgi isteyen
bir duyguydu. Hem örtülmesi gereken, hem de örtüldüğü
ona hissettirilince kuvvetlenen bir duygu. Turgut, çok ağır
ve hesaplı olması gerektiğine inandığı bir hareketle yerin-
den kalkarak kitaplığına yürüdü.
5
Karısı ve çocukları salonda yoktu. Arka taraftan seslerin ke-
sildiğini duyunca iki saattir bir kelimesini bile anlamadan
okumaya çalıştığı kitabı elinden bıraktı. Bu iki saat içinde,
50
hiçbir şey düşünmeden ıstırap çekmişti; o güne kadar ya-
kından tanımadığı bir duygu olduğu için, uzak ve karanlık
bir kelime seçmişti. Divanda oturan karısına belli etmeden
ve bu belli etmemenin kendine neye mal olduğunu bilerek
dayanmıştı. Onu üzmemek için böyle davrandığını bile ak-
lına getiremedi bu sıkıntı içinde. Sonunda bütün sakınma-
sını elden bırakarak, uykusu olmadığını ve salonda kalarak
okumak istediğini söyledi. Neden yatak odasında değil de
salonda? Onu bile söylemedi. Karısının bunu nasıl karşıla-
yacağını görecek durumda da değildi.
Kitabı elinden bırakınca, daha önce ne yapacağını kesin
olarak bilen insanların görünüşüyle, çalışma masasına yürü-
dü. Oysa, bu iki saat içinde, bu hareketi çok kısa bir an ak-
lından geçirmişti ve kitabı bıraktığı anda, kafası boşalmış gi-
biydi. Aceleyle çekmeceleri karıştırdı. Kâğıtları, dosyaları,
kutuları telaşla çekmecelerden çıkarırken yalnız Selim’in
sözlerini duymaya başlamıştı: “Sen günün birinde çok meş-
hur olacaksın. Ben o zamana kadar belki sağ kalamam.” Öy-
le oldu Selim; kalmadın Selim. “Gel, senin bir tercümei hali-
ni yazalım. Kimseye yararlı olmasa da tarihe hizmetimiz do-
kunur.” Dokunur Selim. Dur Selim, bulacağım, bir dakika.
“Bütün bu adamların biyografileri yanlışlarla dolu.” Yanlış,
evet Selim. Tarih oldu Selim. Çekmecelerde olmalıydı; iyi
hatırlıyorum. Elini sıkıştırdı çekmecenin birini kaparken.
Acıyla bir an durdu; parmağına baktı. “Biz seninle yeni bir
çığır açacağız bu konuda Turgut.” Tanımadığım bir telaş
içindeyim Selim. “Bu oyuna heves duyuyor musun?” Duyu-
yorum Selim duyuyorum. Allah belamı versin ki duyuyo-
rum. “Yalnız bir mesele var: hangi üslubu kullanacağız?”
Bilmiyorum Selim; görüyorsun telaş içindeyim. Nermin’in
yanında olmam gerekirdi şu anda. Selim, elini yanağına ko-
yup bir süre düşündü. Sonra ayağa kalktı, kitaplığının önü-
ne gidip kitaplara elini dayayarak bir heykel gibi hareketsiz
51
ve boş bakışlarla onları seyretti. “Doluyorsun,” diye bağırdı
Turgut. Selim, karşılık vermedi. Ellerini göğsünde gezdire-
rek hafifçe kımıldadı. Boynunu, omuzlarını tuttu, çenesini
sıktı ve sonunda hırsla kafasını kaşıdı. “Tamam,” diye hay-
kırdı Turgut. Gözleri yarı kapalı, kendinden geçmiş bir tavır-
la konuştu Selim: “Evet, sonunda doldum,” dedi. “Sonunda
doldum, Turgutçuğum Özben. Ayak tırnaklarımın ucundan
saçlarımın tellerine kadar doluyum artık. Üslubumuz da
belli oldu bu arada. Tarihi Türk, Roma ve Fransız kahra-
manlarıyla büyük matematikçi ve fizikçilerin hayat hikâye-
leri tarzında yazacağız. Heyecanlı sahneler de kovboy filmle-
rini andıracak. Sen, önce bana, o tatsız ve sıkıcı anlatışınla
hayat-ı hakikiyeni nakledersin...” Turgut tamamladı: “Sonra
sen de uykusuz geçen kâbuslu bir gecenin sabahında, on bi-
ninci fincan kahveni yudumlar ve sokak satıcılarının pence-
reden sızan seslerini dinlerken, ‘kahramanlar marşı’nın son
notalarını kâğıda geçirirsin.” Selim, sabırsızlıkla karşılık ver-
di: “Oldu, evet, anlaştık. Dolmakalemimize kan doldurup
yazacağız bu satırları. Ve ben, bir avuç toz olduktan sonra
bile, senin destanın ağızlarda dolaşacak...” Turgut tamamla-
dı: “Ben ve emrimdeki yüz bin şövalye, ihtirasın yakıcı alev-
leriyle kavrulurken, sen köşenden bizleri ibretle seyredecek
ve: ‘Sevişin evlatlarım, diyeceksin. ‘Sevişin ve mutlu olun...’”
Selim atıldı: “Ve zina etmeyin.” Turgut, yapma bir kıskanç-
lıkla elini salladı. “Sonunda okuyacağım bu İncil’i ve senin
okumamış olduğunu ispat edeceğim böylece.” “Kağıtlar ne-
rede?” diye söylendi Turgut. “Kâğıtlar, zabıtlar... onları bura-
larda bir yerlere saklamıştım.” “Eski Mukaddes Roma-Aksa-
ray İmparatorluğunun kurucularından, kadim Osmanlı mü-
verrihlerine göre Turgut Bey, Avrupalı müsteşriklere göre na-
mı diğer Dragut’un hayatını yazacağım bilinen ve bilinme-
yen taraflarıyla.” Sabret biraz Selim, eskisi gibi acelecilik et-
me. Giriş hazırlıklarını tamamla, ben geliyorum.
52
Bir proje dosyasının içinde, birkaç kâğıt buldu sonunda.
Bu kadar değildi; daha olmalı. Sonra tekrar ararım. Elleri
titreyerek, sayfaları masanın üstüne koydu. Canım Selim;
hep oynayabilseydik bu oyunları. Biraz olsun dinlenseydin
arada. Durmak bilmeyen kafanı rahat bırakıp kuvvet topla-
saydın biraz. Kim dayanabilmiş ki sürekli? En basit insanla-
rın bildiği bu gerçeği nasıl göremedin? Bu sayfalarda yaşa-
dığını görüp, öldüğüne nasıl katlanabileceğim? Bu acıya da-
yanmak için bir yol göster bana. Parmaklarının bütün gü-
cüyle bileğini sıktı. Okumalıyım, bilmeliyim, okumalıyım.
İşin içine girmeliyim; kendime acı vermek pahasına. Elleri-
ni yanaklarına bastırdı, okumaya başladı:
“Bundan yirmi beş yıl kadar evveldi. Aksaray’ın Horozuç-
maz Mahallesi Lâlegül Sokağı Hane No. 54, Cilt No. 22, Sa-
hife No. 669’da, iki katlı ahşap bir evde, medeni hali bekâr,
cinsiyeti erkek, dini İslam bir çocuk dünyaya geldi. Babası
tütün rejisi muhasipliğinden, on sekiz yıl dört ay yirmi iki
gün sonra emekliye ayrılacak olan Hüsnü Bey, annesi de ev
kadını Mürüvvet Hanım’dı. Turgut bir ebe marifetiyle, ba-
bası ahşap evin alt katında merak ve endişeyle kıvranır ve
beş dakikada bir merdivenleri tırmanırken dünyaya geldi.
Daha doğrusu, yazık ki, yedinci kere merdivenleri tırman-
dıktan sonra aşağı inerken doğdu. Evin içinde mahallenin
yaşlı kadınları dolaşıp duruyor ve Hüsnü Bey de orada, var-
lığı gereksiz bir insan olduğunu düşünerek, kendini nereye
koyacağını bilemiyordu. Kaynar sularla dolu taslar üst kata
taşınıyor ve sigara üstüne sigara içen Hüsnü Bey, bu taşıma
işine yardım edecek gücü bile kendinde bulamıyordu. Hüs-
nü Bey o zamanlar çok zayıftı. Çocuk iki yaşına geldiği gün
çektirilen fotoğrafta onu tanımakta güçlük çekerdiniz: ince
bıyıklı, soluk benizli, genç bir adam. Başında, o yıllarda
moda olan, siyah şeritli, geniş kenarlı bir şapka var. Bu şap-
ka, onun silik yüzünü daha da önemsiz gösteriyor ve Hüs-
53
nü Bey resimde bir sığıntı gibi duruyordu. Üst kattan çocuk
ağlamasının duyulduğu sırada Hüsnü Bey, ertesi gün girece-
ği Amme Hukuku imtihanını düşünüyordu. Bir taraftan
muhasebeci yardımcılığı bir taraftan Hukuk talebeli-
ği...Hüsnü Bey bunalıyordu. Okumaya fazla düşkün olma-
dığı için, sadece kitaplarda isimlerini görmekle yetindiği fi-
lozoflar, kafasında birbirine karışıyor; Necmettin’in notla-
rından aklında kalan cümleleri hatırlamaya çalışıyordu. Bu
Necmettin’in notları da ne kadar okunaksızdı. On Binlerin
Ricatı’nı yazanın Aristophanes mi yoksa Ksenophanes mi
olduğunu çözmeye çalışırken Platon’un aile nazariyesi,
Dante’nin devlet mefhumuna karışıyordu. Hüsnü Beyin en
büyük talihsizliklerinden biri de yanlış isimlerin daima da-
ha önce aklına gelmesiydi. Kültür, sadece bazı isimleri ha-
tırlamaktan ibaret değildir, deniliyordu. Kültür, bu isimleri
yerli yerinde ve başka isimlerle münasebetini bilerek kul-
lanmak demekti. Kelimeler, kelimeler... diye düşündü Hüs-
nü Bey, Shakespeare’in adını bile duymadığı halde. Bu keli-
meler, kültür mü demekti? Hakikaten, kültür ne demek
acaba? Hüsnü Bey için kültür onun dört kere tek dersten
sınıfta kalmasına sebep olan Amme hocası Ordinaryüs Pro-
fesör -o zamanki adıyla müderris- Ekrem Galip Bey (Aydı-
ner) demekti. Eğer böyleyse, ‘Kültür’, insanı küçümseyen,
insanın ne mal olduğunu bir bakışta anlayan iri kıyım bir
şey demekti. Ekrem Galip Bey, Hüsnü’nün bu korkusunu
sanki önceden bilirmiş gibi, imtihan odasına girince ona
öyle bir bakardı ki Hüsnü Bey küçülür küçülür, bildiği ya
da birbirine karıştırdığı bütün isimleri ve nazariyeleri unu-
turdu hemen. O an, odanın dışında olmak için neler ver-
mezdi. Üçüncü hakkına girerken, bu duyguların tesiriyle,
bir an, kapıya doğru yönelir gibi olmuş, fakat hocanın kü-
çümseyen bakışlarını ensesinde hissederek masanın başına
oturup kaderine boyun eğmekten başka bir çare bulama-
54
mıştı sonunda. Ekrem Galip, soruyu onun yüzüne bakma-
dan sormuş ve gene onu dinlemiyormuş gibi, önündeki kâ-
ğıda, her zamanki geometrik şekillerini çizmeye başlamıştı.
Bu kısa rahatlık devresini kaçırmak istemeyen Hüsnü Bey,
telaffuz etmekte zorluk çektiği kelimelerle boğuşarak, ez-
berlediği cümleleri sıralamaya cesaret etmişti. Bir an için,
bu sefer olacakmış gibi gelmişti Hüsnü Beye. Hoca susmaya
devam ediyordu. Kadim Yunan felsefesinin bu zayıf temsil-
cisi, muhasebe defterine yazdığı maddeler gibi, alt alta dizi-
yordu fikirleri: ‘Platon’un devlet nazariyesini böylece gör-
dükten sonra, onun kadar mühim olmamakla birlikte, On
Dostları ilə paylaş: |