Binlerin Ricatı muharriri Aristophanes’in de bu mevzudaki
fikriyatına ezcümle temas etmek icap ederse, şu noktalarda
iki müellifin telif edilebileceği neticesine varabiliriz: insan
uzviyetindeki ve bilhassa tabiattaki mihaniki mevcudiyetler
bize, insanın rasyonalist bir ruhu olduğunu ve cemiyyetteki
nizamın (cemiyeti, iki ‘y’ ile söylemekle hocanın takdirine
mazhar olacağını sanıyordu; başına gelecekleri bütün tecrü-
besine rağmen unutmuştu) bu esaslara istinat ettirilebilece-
ğini gösterir...’ Zavallı altı yüz kırk sekiz Hüsnü! hoca sözü-
nü kesmedi diye, başını ve gözlerini bir miktar yukarı dahi
kaldırmıştı. Anlamadan tekrarladığı sözlerin cazibesine ka-
pılır gibi olmaya cesaret etmek üzereydi. Ekrem Galip, son
çizdiği dikdörtgene bir köşegen ekleyerek birden başını
kaldırdı ve gözlerine sorgulu bir mana vererek konuştu:
‘Acaba?’ Her şey bitmişti. Kurmuş olduğu bütün düzen yı-
kılmıştı. Elbette biraz daha direnecekti. Fakat hüküm veril-
mişti. Hocanın ‘acaba’sı, sınıfta kaldın demekti. Bunu birin-
ci hakkına girenler bile bilirdi. Birden çocuğun bağırmasını
duydu ve ne yaptığını bilmeden merdivenleri tekrar tır-
manmaya başladı.
“İşte, baba tarafından pek talihli sayılmayan Birinci Dra-
gut, aslen İstanbul vilayetinin Aksaray kazasına bağlı olup,
55
tarihe geçen ismini ilk defa bu yarı münevver babanın, ku-
lağına okuduğu ezanla duydu. Hüsnü Bey pek dindar sayıl-
mazdı. Turgut’un kulağına ezanı fısıldarken de gene, Kadim
Yunan gibi, bilmediği bir düzenin ezberciliğini yapıyordu.
Doğu ve Batı kültürünün sembolleri, onun kafasında, bü-
tün ürkütücü yönleriyle, birbirlerine karışmadan durabili-
yordu. Turgut Efendi, yani istikbalin bu meşhur şahsiyeti,
işte böylece ilk külürünü Şarki İslamın tesiriyle almış olu-
yordu. Turgut’un, yıllar sonra, edebiyat dersiyle başlayan
divan edebiyatı hayranlığının köklerini, kulağına okunan
bu Arapça sözlerde aramak gerekir. Fakat, o anda babası,
nasıl ne dediğini bilmeden konuşmuşsa, Dragut Özben de
ne dediğini bilmeden, bir Şarki Medeniyet hayranlığı tut-
turmuştur yıllarca. Bilhassa bu sözlerin kulağına söylenmiş
olması; bu tarihi şahsiyette, bütün kültürün ve hassaten
Arap kültürünün kulaktan dolma bir şekilde tezahürüne
sebebiyyet vermiştir.”
Turgut, masadan başını yavaşça kaldırarak; “Eşek” dedi.
“Annesi Mürüvvet Hanım, kocasının aksine, zorba ve
mütehakkim bir kadındı. Oğluna hırçın bir şefkat göster-
mekle birlikte, onun disiplinli yetişmesi için, hiçbir feda-
kârlıktan çekinmemişti. Bütün büyük ve mustarip ruhlar
gibi, Turgut da bu iki zıt tesirin gölgesinde yetişti. Tabiatın-
da tezahür eden bir takım tezatlar da ancak bu husus nazarı
itibara alınarak izah edilebilir. Eğer, siyasi ve milli muarız-
larıyla uzun seneler mücadele etmek mecburiyetinde kal-
mayıp da biraz okumaya fırsat bulsaydı, tarihte, kendisi gi-
bi birçok şahsiyetin yaşamış olduğunu görecek ve her ba-
kımdan tatmin olarak, muhaliflerinin kendisinde işaret etti-
ği ani hırçınlık ve kaprislerden, belki bir nebze olsun kur-
tulabilecekti.”
Turgut, yazıdan başını kaldırmadan: “Fazla oluyorsun,”
dedi.
56
“Evet, sayın sekreterim: nerede kalmıştık? Son cümleyi
tekrar okur musun lütfen?”
Turgut: “Babanın uşağı yok,” diye karşılık verdi. “Sen de,
günümüzdeki son Osmanlı müverrihleri gibi bunadın mı
yoksa?”
“Evet, nerede kalmıştık? Uzatmayın, rica ederim.”
“Benim Gogol’a benzediğimden ve senin de Belinsky dü-
meniyle beni batırdığından bahsediyorduk.”
“Babanızın aksine, bildiğiniz birkaç kelimeyi ne kadar da
yerinde kullanırsınız aziz Turgut! Üstelik, doğru da telaffuz
edersiniz.”
“Beni kızdırma! Başmaçkin ve Çiçikov derim sonra; ken-
dine gelemezsin. Seni Dostoyevski bile kurtaramaz.”
“Turgut Bey oğlumuz, kelimeleri yerli yerinde kullanmak-
la birlikte, henüz genç ve ateşli oldukları için, meselelerin
derununa nüfuz edemiyorlar. Lütfen, kıraat buyurun!”
Turgut: “Bu kadarı da fazla,” dedi ve son yazdığı cümleyi
okudu.
“Bazı telaffuz hatalarına rağmen kıraatiniz fena değil, Tur-
gut Bey oğlumuz,” diyerek Turgut’un yanağını okşadı Selim.
Turgut: “Eski Osmanlı ediplerine çok özendiğiniz ayan
oluyor efendim,” dedi. “Beni gözünüze kestirdiniz galiba.”
“Bu sözdeki imayı anlamamış olalım ve tarihi vazifemizi
ifaya devam edelim. Evet: Turgut, pısırık bir baba ve müste-
bit bir annenin tesirinin ruhunda uyandırdığı hercümerci,
çok küçük yaşta farketti ve...” Turgut tamamladı: “Hürriyeti
seçti.”
“Evet! Genç yaşımızda okumuş olduğumuz ve her vatan-
perver Türk genci gibi tesir aldığımız ve bizim ruhumuzda
da derin inikâsları olan sabık ve sakıt Rus Mühendis-i Hü-
mayunu Victor Kravchenko Efendinin komünizma rejimini
tel’in için yazmış olduğu kitabının başlığında ifade ettiği ta-
birle ‘Hürriyeti seçti’. Yani, sokağa düştü.”
57
Turgut: “Sokağa düşen senin...” dedi, vazgeçti. “Fakat,
üstadım Selim! Osmanlı ifade tarzından vahim inhiraflar
gösteriyorsunuz.”
“Turgut’un ileride ne kadar mütehayyiz bir şahsiyeti ola-
cağını anlamaktan âciz bulunan Lâlegül Sokağı sakinleri,
küçük yaşta sokağa düşen -tabirimi mazur görün- Birinci
Dragut’a hüsn-ü kabul göstermediler.”
“Allahtan Hüsnü Bey’le ilgili bir kelime oyunu yapmadın
burada.”
“Beni minimize ediyorsunuz. Sus yahu! Biyografinin ca-
nına okudun. Nerede kalmıştık?”
“Bir daha okursam öleyim!”
“Evet! Turgut, tercümei halini yazan büyük müverrih Se-
lim Işık’ın aksine, ilk tahsilini sokakta yapmıştı. Henüz üç
yaşının baharındaydı. Güneşli bir günün sabahında, mini-
mini Turgut, ilk defa sokağa çıkıyordu. Nasıl, minimini
Newton, gene böyle güneşli bir günde, bahçesinde dolaşır-
ken, başına düşen bir elma sayesinde yerçekimi kanununu
bulmuşsa, Turgut da o gün, sokak, dolayısıyla hayat müca-
delesi kanununu keşfetmişti. Evlerinin yanındaki boş arsa-
da top oynayan çocukların arasına, yaşının verdiği teklifsiz-
likle sokulmaya çalışınca, beş yaşında kocaman bir sokak
serserisinden ilk yumruğu yedi gözüne. Hidrostatik kanu-
nunu bulur bulmaz hamamdan fırlayan Arşimidis’in hızıyla
geriye döndü ve annesine şikâyete koştu. Annesinden yedi-
ği dayak, ona ikinci hayat kanununu keşfettirdi: ‘... ve şikâ-
yet etmeyesin.’ Daha sonraki bütün muvaffakıyetlerine rağ-
men, hayatındaki bu ilk lekeyi silmek, hiçbir zaman müm-
kün olmadı. O günkü çocuklar -bugün futbolcu oldular-
‘Mahallede topu ayağına sürdürmezdik. Şimdi başvekil ol-
muş,’ derler.”
Turgut: “Tahrif! Tahrif!” diyerek kalktı. “Aynı sütunlarda,
aynı punto, aynı katrat ve aynı ifadeyle tekzip ederim. Be-
58
yanınız hilaf-ı hakikattir. Mahsulünüz garibe-i hilkattır. Ha-
dise, aslında şöyle vuku bulmuştur: ben o sıralarda, bir işim
dolayısıyla, top dediğiniz gâvur icadını oynadıkları mahal-
den geçiyordum.”
“O küçük yaşta ne gibi bir işiniz vardı, canım efendim?”
“Dünyayı da ona benzeterek yuvarlak zannettikleri için
beğenmediğim bu nesne -buyurduğunuzun aksine- tesadü-
fen de olsa ayağıma çarptı ve böylece ben, ‘topa ayağımı
sürmüş’ oldum. Bu keyfiyet bile, sözlerinizin ne kadar ha-
yal mahsulü olduğunu göstermeye kifayet eder sanırım.”
“Eder, eder,” dedi Selim aceleyle. “Sen eder dediğin için
eder. Osmanlı kafasında mantık ne gezer? Aman tahtaya
vur değmesin nazar.”
“Yarım kafiye,” dedi Turgut ilgisizce.
“Hayır efendim, göz kafiyesi. Ben sizi Muallim Nacici zan-
nediyordum cici çocuk. Bu meselenin derinine girelim mi?”
Turgut: “Girmeyelim,” dedi.
“Peki efendim. Zaten niyetimiz yoktu. Devam edelim, sü-
rüp gitsin bu macera; eğer bulabilirlerse kendine uygun bir
mecra. Yediği dayağa rağmen, ya da yediği dayağın verdiği
hırsla, Turgut -bunu itiraf etmek zorundayım- Türk’ün, Ku-
zey Korea’da gösterdiği ve daha önce Yunanlı pehlivan Cim
Landos’un yakinen bildiği acı kuvvetini, o günden itibaren
damarlarında hissetmeye başlamıştı.”
Turgut: “Adalelerinde,” dedi kesin bir tavırla.
“Evet. Adalelerinde. İşte, neresindeyse orasında duyduğu
ve sonra üniversite kantininde, karşı masada oturan kızlara
da gazoz kapaklarını birer birer bükmek suretiyle gösterdiği
acı kuvveti sayesinde, arkadaşları arasında haksız şöhret
kazanmıştı. Ne olacak? Ayı işte.”
“Hislerinize mağlup oluyorsunuz üstadım.”
“Mağlubiyet hakkındaki hükmü tarihe bırakalım ve se-
rencama devam edelim.”
59
“Akıl hocası Makyavel’in bir köprüyü geçişi sırasında,
karşısına birdenbire çıkan bir ayıyı, annesinin erkek kardeşi
sıfatıyla selamlaması gibi, Turgut da, kuvvetli olduğu yer-
lerde ayıya ayı dediği halde, işine gelmeyince onunla bir ak-
rabalık kurması...”
“Peki Selim, ayı-dayı-Makyavel oyunlarının zavallılığını
nasıl olur da görmezsin?”
Selim: “Rezilliğimden,” dedi. “Biliyorsun, Yeraltından
Notlar’da Dostoyevski...”
“Gene sözünü keseceğim. Ne olur, oraya girmeyelim. Ben
kayboluyorum orada.”
“Oysa biraz okusaydın, sen de orta halli bir Dostoyevski
olabilirdin pek güzel. Orta çapta bir humiliation çıkardı or-
taya; bir hikâye filan yazardın. Geçinip giderdik.”
“Farkındasın değil mi?” diye sordu Turgut. “Sen o İngi-
lizce sözü edince, nasıl budalaca bir bilgiçlik gülümsemesi
kapladı suratımı.”
“Fakat, Turgutçuğum; sen Dostoyevski’yle Çehov’u karış-
tırıyorsun, bana kalırsa.”
“Olsun, bir daha denerim. Üzülürüm bu sözlerine; biraz
kendi kendimi yerim. Gene de iyi niyetle denerim bir daha.”
Selim güldü: “Bu biraz daha iyi oldu. Yalnız, kendi kendi-
ni yerken, bunu sen bile bilmeyeceksin, kendine bile söyle-
mekten korkacaksın. Bir gölge gibi, kapının altından süzü-
leceksin. Duvarda karafatmalar; gerçek karafatmalar değil
tabii. Daha kapıdan girerken hiçbir şeyin yoktu; oysa dere-
ceyi koyuyorsun: otuz dokuz ateş...”
“Dostoyevski için ölüp bittiğin halde bu sözleri söylemen
Dostları ilə paylaş: |