27 Şubat
Bu sabah Hilmi geldi. Ona günlüğümden bahsetmedim.
Kimseye hiçbir şeyden bahsetmiyorum. Ben de düşünmü-
yorum. Ne olduğumun farkında değilim. Yirmi gündür
hasta olduğumu söyleyince şaşırdı. Benim ortadan kaybol-
mama alışıktır. Onu, istediğim zaman aradığımı bilir. Yata-
ğın yanındaki sehpanın üstünde duran kâğıda baktı. Her
sabah ve akşam ateşime bakıyor, bu kâğıda yazıyordum.
Doktor istemişti. Kızdı: kâğıdı alıp yırttı. Verem geçirdiğin-
den beri doktorlara kızar. Onlara kalsaydı, şimdi ölmüş-
tüm, der. Benim de böyle belirsiz bir hastalık yüzünden bu
acıklı duruma düşmeme kızdı. İlaçları da bırakmamı söyle-
di. İlaçların kötü etkilerinden kurtulmak için ilaç aldığımı
söyledim. Antihistaminik diyorlar ya: işte ondan. Kalkıp
giyinmemi istedi. Kalktım, giyindim. Artık iyi bir insan ol-
dum: itiraz edecek gücüm kalmadı. Öğleye kadar bir işi
varmış. Birlikte çıktık. Ben daireye gittim. Bütün işleri bı-
601
raktığım gibi buldum. Bu ülkede zamanın nasıl geçtiğini
anlamak için bir ölçü yok elimizde. Küçük memurlar, şef-
lerine geçmiş olsun, dediler. Müdür, bir iş yolculuğu için
adam aradığını, istersem, benim için bunun bir değişiklik
olacağını söyledi. Kabul ettim. Gitme deseydi, ona da peki
derdim. Bir müteahhitin, iki aydır itiraz ettiğim bir evrakı-
nı imzaladım. Sevinçten ne yapacağını şaşırdı: kızdığımı
bildiği halde beni yemeğe çağırdı. Hemen kabul ettim. Ke-
mal suratıma baktı: ne oldu senin ilkelerin demek ister gi-
bi. Benim için can sıkıntısından başka bir anlamı olmayan
şeflikte gözü var da. Onu da sevindirmek istedim. Yorgun
olduğumu, şeflikten ayrılıp daha rahat bir işe geçmek iste-
diğimi söyledim. Gözleri parladı: duygularını saklamasını
bilmez aptal. Giderken paltomu tutacak kadar alçaldı: bu
hareketine de itiraz etmedim.
Müteahhit beni lüks bir lokantaya götürdü. Beyaz örtüler,
sessizlik, büyüklük biraz iyi geldi bana. Adam durmadan
konuşuyordu. Bu asık suratlı şefin bugünkü davranışına şa-
şıyordu. Karşımda saygıyla oturuyordu koca adam. Benden
en aşağı otuz yaş büyük olmalı. Üstelik o da mühendis. Ne
sıkıcı bir işi var. Canım sıkıldı gene. Hiçbir şey yiyemedim:
tabaklardaki yiyecekler gözümde büyüdü. Dönerken yolda,
uzun uzun arabasının özelliklerinden bahsetti: Bir düğmeye
basınca camlar yıkanıyor, bir düğmeye basınca kuruyor, bir
düğmeye basınca pencereler iniyor... Bir düğmeye... bir
düğmeye... ne söylediğini izleyemiyordum. Düğmeler bit-
miyordu. Bütün bu aşağılık durumlara, düğmelere sahip ol-
mak için katlanıyor. Bana çocuklarının resmini gösteriyor.
Oysa ben güzel bir metresi olduğunu biliyorum. Kötü bir
şaka yapıyorum, metresi olduğunu ima ediyorum: gülüyor.
Erkeklik üzerine birşeyler söylüyor. Onu duymuyorum.
Gülümsüyorum. Dayım geçen gün, evlenirsem bu huzur-
suzluğumun geçeceğini söyledi: neredeyse evden kovacak-
602
tım. Babam öldüğünden beri babalık taslıyor. Zavallı baba-
cığım beni zengin bir kızla evlendiremeden öldü. Ne kor-
kunç! Zengin bir kızla evlenmemi isteyen insan benim ba-
bamdı. Bende aşağılık bir taraf olmalı.
2 Mart
Bu yolculuğu neden yaptım bilmem ki? Otel odalarını eski-
den beri sevmem. Evlerinden atılmış insanlar içindir oteller
sanki. Kendimi nereye atsam faydasız. Uçağa ilk defa bin-
dim fırtınalı bir gecede. Uçak alanında da çok üşüdüm. Ge-
ne hastayım. İlaçlarımı banyodaki etajere dizdim. Boğazım
ağrıyor: gargara yaptım. Nezleyim: burnuma ilaç damlat-
tım. Aptalca bir çırpınış içindeyim. Hiç iyileşmeyeceğimi
biliyorum. Aynada yüzüme baktım: yorgun bir yüz. İhtiyar-
lamaya başlamış. Gözlerimi kıstım: çizgiler belirdi olur ol-
maz yerlerde. Kafatasımın çok inceldiğini hissediyorum.
Yürürken çok dikkat ediyorum: bir yere çarparsam sanki
dağılacak. Camdan bir kafanın içinde ağır bir beyin: başımı
taşıyamıyorum. Çıkıntılı yerlerden geçerken korkuyorum.
Berbere gittim. Binayı pürüzlü bir sıvadan yapmışlar: sıva-
nın sivri uçları beynimi delecekmiş gibi geldi. Berber de yü-
zümü yorgun buldu. Sakalım zor tıraş ediliyormuş. Biraz
konuşsaydık belki o da evlenmemi tavsiye ederdi. Ben par-
çalarımı bir arada tutmak için olağanüstü bir çaba harcıyo-
rum: tutmuş benden ne istiyorlar. Selim gibi görünmenin
bana neye mal olduğunu bir bilseler. Yatağın içinde büzül-
müş bu satırları yazarken nasıl kahramanca bir dayanma
gösterdiğimi farketmiyorlar. Kimse, karşısındakinin parça-
lanışını görmek istemiyor.
Otel odasından, sokaktaki gürültülerin azalışını korkuyla
izliyorum. Biraz sonra sessizlik gelecek ve ben korkularım-
603
la başbaşa kalacağım. Korkularımla iyi geçinmeye çalışıyo-
rum. Onu da kızdırmamaya çalışıyorum ayrıca. Kitapları
görünce içim bulanıyor: bu duygumdan daha çok onu se-
vindirecek ne olabilir? Ona duyduğum saygı sözde kalmı-
yor. Gurur kırıcı alçalmalara başvurarak, beni rahat bırak-
ması için yalvarıyorum. Sokakta daha gürültüler varken o
kadar önemsemiyorum onu. Sonra alçakça yalvarmaya baş-
lıyorum. Bütün odayı dolaşıyorum, bütün gizli köşelere ba-
kıyorum. Akşam üzeri ilk indiğim otelde, ilaçlarımı yerleş-
tirmek üzere banyoya girmiştim. Banyonun içinde, kaygan
yüzeye tırmanmaya çalışan dev bir hamamböceği gördüm.
Onu öldürecek gücüm yoktu. Orada olmasına da dayana-
mıyordum. Odaya döndüm. Hamamböceğinin beyaz ve
kaygan yokuşu nasıl tırmanmaya çalıştığını gözlerimin
önünden silemedim. Bavulumu kaptığım gibi aşağı indim.
Otel kâtibinin önünden geçerken birşeyler mırıldandım.
Caddeye attım kendimi. Hemen yoldan geçen bir otomobi-
le bindim. Otel kâtibinin peşimden gelmesini önlemek isti-
yordum. İyi günlerimde bile Kafka’nın Değişim hikâyesini
okuyamamıştım. Hamamböceklerinden nefret ederim. Gö-
rüldüklerini anlayınca duyargalarını bir sallayışları vardır.
Hain hain bir kaçışları vardır. Kafka’nın o hikâyeyi sonuna
kadar yazabilmesine şaşıyorum. Böceği hâlâ görür gibiyim.
Bu münasebetsiz düşüncelerle nasıl uyuyacağım?
Bu şehre neden geldim? Evler, ışıklarını o kadar erken
söndürüyorlar ki. Saat dokuzda sokaklarda kimse kalmıyor.
Pencereden bakıyorum: karanlık ve belirsizlik. Karanlıkta
şekilleri birbirinden ayıramamak içimi ürpertiyor. Pencere-
den geri çekiliyorum. Karanlığı görmemek için perdeleri sı-
kı sıkı kapatıyorum. Saat dokuz buçuk. Hemen giyinip çık-
malıyım. Bütün geceyi bu odada geçiremeyeceğim.
604
3 Mart
Daireye ait bir inşaatın gerekli olduğunu savunmak için be-
lediye mimarının karşısında öğleye kadar ter döktüm. Tar-
tışma uzadıkça, nezlem şiddetlendi, boğazımın ağrısı arttı.
Durumumun anlamsızlığını seziyordum; gene de alışkanlı-
ğın verdiği bir inatla, anlayamadığım yorucu bir inatla dire-
niyordum. Benim bu odada ne işim vardı? Üstelik bütün
sözleri de duymuyordum. Estetik gibi bir söz duyuyordum
yarım yamalak; kelimeyi alıp biçimlendirmeye çalışıyor-
dum. Kafam boşalıyor ve soyut kavramlar üzerine konuşu-
yoruz. Karşıma ölçüler konuluyor. Bu mimarları sevmiyo-
rum. Sarsılmaz ölçüleri var. Herkes bu ölçüleri anlamak ve
gerçekleşmeleri için mimarlara yardım etmekle görevli. Hiç
kuşkuya düşmüyorlar. Ben hamamböceğinin bana verdiği
dehşetten bahsetmek istiyorum. Onun yerine, ağzımı açtı-
ğım zaman, teknik zorunluluklardan söz ediyorum. Beni
küçümsüyor. Önüme planlar, kesitler, perspektifler yığıyor.
Kalın kalemlerle yumuşak kâğıtlara sonsuz çizgiler çiziyor.
Bulutlarla ağaçlarla ve dört köşe insanlarla çevrili binalar
gösteriyor: gururla gülümsüyor. Kalemi elinden alıp sakalı
uzamış bir dilenci resmi çizmek istiyorum. Prizmalar çizi-
yor: yan yana, üst üste prizmalar. Düşüncelerini çizgiyle ifa-
de ediyorlarmış. Ben yazıyla bile anlatamıyorum. Bir korku
resmi çizmek istiyorum. “Onu” çizmek istiyorum. Boyan-
mış süngerler, tutkallanmış kumlarla dolu bir maketin yanı-
na götürüyor beni. Bakıyoruz: bakıyormuş gibi yapıyorum.
Gözlerine bakıyorum: yumuşamasını bekliyorum. Terliyo-
rum, nefessiz kalıyorum. Ağrıdan gözlerim kapanacak sanı-
yorum. Tekliflerini aptalca buluyorum hiçbir sebebe dayan-
madan. İnsan gibi konuşsana, mimar gibi konuşmayı bıra-
kıp. Silüet diyor. Bizim bina o silüet dediği şeyi bozacakmış.
Yer çizgileri, kütleler. Gözkapaklarım ağırlaşıyor. Ona içi-
605
min paramparça olduğunu anlatmak istiyorum. Kurşuni,
soğuk gözleri cesaretimi kırıyor. Kızıyorum: mühendislik-
ten anlamamakla suçluyorum onu. Teknik bilgisizliğini yü-
züne vuruyorum. Aslında ne dediğimi bilmiyorum. Ben kı-
rık dökük ayakta durmaya çalışırken, beni hırpaladığı için
teklifini reddediyorum. Ne dediğini bile duymadım oysa.
Yorgun bir intikam. Birbirimizi tehdit ediyoruz. Dairenin
mimarını da yanıma alsaydım diye düşünüyorum. Birbirle-
rine girselerdi. Beni anlamadığını, uydurma bir projeyi sa-
vunmanın nedenlerini bilemediğini söylüyor. İçimden, beni
anlamadığın için, gözlerini beğenmediğim için karşı çıkıyo-
rum sana, diyorum. Bir sonuca varamıyoruz. Bir sonuca
varmak istemiyorum. Adamlar girip çıkıyor odaya: paftaları
getirip açıyorlar önümde. Bakamıyorum: başım dönüyor,
midem bulanıyor. Gene de yorgun ve isteksiz direniyorum.
Bir sözün ucuna yapışıyorum son gücümle. Çekip duruyo-
rum. Anlamayacakları, yersiz teknik deyimler kullanıyo-
rum. Yapmış olduğumuz masraflardan, tahsisat yokluğun-
dan dolayı kabul edemeyeceğimi ileri sürüyorum. Bir kişi
daha, bir kişi daha geliyor. Kalabalıklaşıyorlar. Bütün gü-
cümle estetiğe karşı duruyorum. Oda sigara dumanı dolu-
yor. İçtiğim sigaralardan tat almıyorum. Nezleyim. Oda, du-
mandan mavileşiyor. Şekilleri daha güç seçiyorum. Mimar,
dumanlar arasında soluklaşıyor, uzaklaşıyor.
Öğle tatili oluyor. Dağılıyoruz. Hiçbir cevap veremeyece-
ğimi, merkezle konuşabilirsem belki bir karara varabilece-
ğimi bildiriyorum onlara. Kâğıtları, dosyaları topluyorlar,
elimi sıkıyorlar: gülümsemeye çalışıyorum. Sigara ağzımı
acılaştırmış, hastalık vücudumu dağıtmış, tartışma beynimi
ağırlaştırmış. Terden ıslanmış tenim üşüyor. Otele dönüp
yatıyorum.
Telefonla daireyi arıyorum. Müdür direnişimi beğeniyor.
Başka yollarla baskı yapacağını söylüyor. Ona da karşı çık-
606
mak istiyorum. Sonra dairenin mimarıyla konuşuyorum.
Çok itiraz etme, diyor, bana. Projenin gerçekten biraz ace-
leye geldiğini söylüyor. Bana, kütle, estetik ve fonksiyon bir
de silüet hakkında basmakalıp bir iki formül versen, diyo-
rum. Gülüyor. Hastayım diyorum. Öğleden sonra, söyleye-
cek sözüm kalmadı. İşi bitirmek istiyorum. Üzülme, diyor.
Bitirmesen de olur. Bu kadar direnç gösterdiğime şaşıyo-
rum. Kimse beklemiyor benden bunu. Ağlamak istiyorum.
Yatağa uzanıp uyukluyorum.
Saat dörde doğru uyandım. Sabah yaşadığım öldürücü sa-
atleri düşündüm. Bu duruma nasıl geldim? Neden bana ya-
şamasını öğretmediler? Neden bana, bizden bu kadar geri-
sini sen bulup çıkaracaksın dedikleri zaman isyan etme-
dim? Hayata atılmak gibi bir çılgınlığı nasıl yaptım? İnsan-
ların dünyasına atılmayı nasıl göze aldım? Ben insan değil-
dim ki. Yaşamadığım bir hayatın içine nasıl atıldım? Beni
nasıl gürültüye getirip de bu soğuk bakışlı mimar gibi in-
sanların karşısına çıkardılar? Onlar da bilemezdi: görünü-
şümle insana benziyordum. Denemelerden geçmiştim. On-
ları aldatmayı başardım. Sonumu kendim hazırladım. Her
an ne yapacağımı söyleyemezlerdi bana. Beni aldattılar; ge-
ne de suçluyum. İnsanların en verimli olduğu çağda tüken-
dim. Her anı, ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim
için çabuk yoruldum. Bana müsaade.
Bir insanla konuşmak, ona bütün derdimi anlatmak iste-
dim birdenbire. Günseli’ye mektup yazmaya karar verdim.
Uçağa bineceğimi duyunca sararmıştı biraz. Bir insanın si-
zin için endişelenip sararmasının güzel bir yanı vardır. Bir
yandan da benim için üzülmesi, kendimi rahatça düşünme-
me engel oluyor. Oturdum ve iyi olduğumu bildiren sıkıcı
bir mektup yazdım. Oysa hamamböceğinden söz etmek is-
tiyordum. Keyfim kaçtı.
Dün gece sokaklarda dolaşırken bir tiyatro ilanı gördüm.
607
Bu geceyi uzatabilmek için oraya gitmek istiyorum. İçki
içemediğim için akşamları vakit geçmiyor dışarda. Şehirde
tanıdıklarım var. Onlara gitmek geçmiyor içimden... Onlara
neden bahsedebilirim? Düşünmek bile beni yoruyor. Galiba
ölmeliyim ben. Öleceğimi anladığım için mi korkuyorum?
Belki de sadece korkularım ayakta tutuyor beni. Geceleri
beni uyandıran, her anımı büyük bir gerginlik içinde yaşa-
tan şey, “o”, belki de ölüme karşı uyarıyor beni. Beni kor-
kutarak bir bakıma yaşamaya zorluyor. Neden yaşamalı-
yım? sorusunu sormamı engellemek istiyor. Bu nedenle
Kafka’yı okutmuyor bana. Günseli’ye aşkımı, hayatın anla-
mını düşünmemi önleyerek beni ayakta tutmak istiyor. Be-
ni bir cehennemde yaşatmak pahasına düşüncelerimden
uzaklaştırmaya çalışıyor. Küçümsüyor elbette beni. Sen
Kafka’yı okuyarak dayanamazsın bu hayata, diyor. Kafanın
böyle bir gücü yok. Meselelerin derinine inince beklediğini
bulamazsan yıkılırsın. Bu nedenle sevmiyorum “onu”.
Ölüm pahasına da olsa güçsüzlüğü kabul etmek ağırıma gi-
diyor. Zarar yok, diyorum. Uğrunda ölmek bile güzel. İçin-
den gülüyor bana. Atıyorsun, diyor, bu korku, bu hayata
sarılma, bu ilaçlar, gargaralar neden? Neden perdeleri kapı-
yorsun? Neden ölesiye tartışmalara giriyorsun? Neden
Günseli’ye iyi olduğunu yazıyorsun? Onun insafsızlığına
dayanamıyorum. Sen gene bana bırak kendini, diyor. Ben,
seni yalancıktan öldürürüm: sonra gene yaşarsın. Atlatırız
ölümü, gerçek ölümü. Pis pis gülüyor.
Önümde uzun bir gece var. Bu meseleyi kapatmalıyım.
Dostları ilə paylaş: |