4 Mart
Neden bu tiyatroya gittim? Şimdi, kafama saplanan düşün-
ceyi söküp atamıyorum. Dün gece, İbsen’in Hortlaklar oyu-
608
nunu seyrettim. Tiyatronun kapısında duran zayıf gencin
sevgilisi onu atlatmasaydı bütün bunlar başıma gelmeye-
cekti. Taşralı bir tüccara benzeyen orta yaşlı bir adamla bir-
likte biletleri sevinerek aldık bu gençten. Tüccarın yanında
oturmak düşüncesinden rahatsız oldum; fakat bütün bilet-
ler bitmişti. Ben o gencin yerinde olsaydım yalnız başıma
girerdim tiyatroya: gelmeyen sevgiliye inat. Taşralı tüccarla
girselerdi, ben kurtulacaktım. Olmadı. Oyun başlamadan,
son dakikada, bilet bulmak bir talih işiydi. Bu nedenle ken-
dimi biraz da akıllı saydım.
Şimdi yatağıma büzülmüş, büyük bir dehşetle, genç Al-
ving’in beyninin nasıl yumuşadığını düşünüyorum. Ya kor-
kusu? Tıpkı benim korkuma benziyor. Yatağa uzandım ve
kımıldamadan yattım. Beynimin yumuşamasına engel ol-
mak istiyordum. Kımıldamazsam bunu başaracağımı sanı-
yordum. Henüz aklım başımdaydı. Beynimin erimesine
karşı tedbir olarak kımıldamadan yatarken, bir yandan da
bunun aptalca bir çare olduğunu biliyordum. Demek ki ak-
lımı koruyabiliyordum. Belki korkumun değil, fakat düşün-
düğüm çarenin saçmalığının farkındaydım. Korkum da yer-
siz olabilirdi. Oswald Alving’in hastalığının kökleri babası-
nın gençlik günahlarıyla ilgiliydi. Olsun. Bu, durumu de-
ğiştirmez. Babamın da gençliğini nasıl geçirdiğini bilmiyo-
rum. Duyduklarım bu bakımdan pek ümit verici değil.
Uzun yıllar hovardalık yaptığını övünerek söylerdi. Fakat
neden bu oyunu seyrettim? Hem de böyle bir sırada... Bü-
tün bunları düşünmek zorunda kalmayacaktım. Beynimin
geleceği hakkında kuşkulara kapılmayacaktım.
Oyuncular ne kadar duygusuz. Alving’i oynayan genç -
oldukça başarılıydı- bütün bu korkunç sözleri her akşam
aynı şekilde nasıl söyleyebiliyor? Oyundan sonra arkadaşla-
rıyla şakalaşarak makyajını nasıl kayıtsızca silebiliyor? Bana
kalırsa, hastalanıp ikinci geceden itibaren oynayamamalıy-
609
dı. Fakat o benim gibi değil ki: normal. Normal, anormal.
Bu kelimeleri çocukluğumdan beri sevmem. Daha o za-
manlar, bazı akrabalarım bana anormal derlerdi. Bu sözler
insanın yüzüne söylenmez. Gene de duyar insan. Anormal.
Bu çocuk anormal. Bu çocuk normal değil. Onlara göre,
durmadan kitap okuduğum -hatırladığıma göre çok oku-
mazdım doğrusu- ve misafirlerin yanına çıkmadığım -bu
“yanına çıkmak” deyimi beni ürpertirdi, içime bulantı ve-
rirdi- ve gereken yerde gereken kelimeyi bulamadığım için
-bu nedenle bana ayrıca aptal da derlerdi- anormaldim. Ben
de büyüyünce çok normal olmak ve onları utandırmak için
yanıp tutuşurdum. Galiba haklı çıktılar. Nasıl bildiler bu-
nu? Onların akılsız, duygusuz ve bilgisiz olduklarını bildi-
ğim için, haklı çıkmalarına bütün kalbimle ve aklımla ve
öfkemle isyan ediyorum. Ben haklı çıkmalıydım. Olmadı.
Sebep olanların gözü kör olsun! Bir zamanlar tutunama-
yanlar diye bir söz etmiştim. Şimdi bu sözü çok hafif bulu-
yorum.
Odadaki bütün ışıkları yaktım, banyonun kapısını açtım.
Bütün gece onun gelmesini bekleyeceğim herhalde. Beni
uykuda yakalamasına izin vermeyeceğim. Onun kıskançlı-
ğından da bıktım usandım: kitap okumamı istemez, düşün-
memi istemez, oyun seyretmemi istemez. Böyle bir baskıya
gireceğimi bilseydim daha önce evlenirdim. İbsen de nasıl
yazdı bu oyunu? Yazmaya nasıl dayanabildi? Ben nasıl yaz-
dım hamamböceğini? O başka. Beynimin, hamamböceğiyle
ilgili kısmında bir düzleşme başlamıştır herhalde. Yumuşa-
maya bir başlangıç. Evet. Onlar haklı çıktı. Sonunda, bana
olanlar olduktan sonra, aralarında konuşacaklar: yıllarca
önce biz bu durumu anlamıştık, diyecekler. Kitap okuma-
sından belliydi, misafirlerin yanına çıkmamasından anla-
mıştık. Yerli yerinde karşılıklar bulup söyleyememesi onu
bu duruma getirdi. Bir bakıma talihsizim. Misafirin yanına
610
çıkmadıkları halde başlarına bir şey gelmeyenler de var.
Onlar bir bakıma kaybediyorlar. Eksik olsun böyle kazanç.
Ben ölüyorum: görmüyor musunuz? Yazık diye üzülecek-
ler. Fakat, haklı çıkmanın sevinci içlerini ısıtacaktır. Beter
olsunlar diyeceğim; oysa beter olan benim.
Sahneden bana yeni doğmuş bir bebek gibi bakan Os-
wald Alving’i hiçbir zaman aklımdan çıkaramayacağım. Ni-
etzsche de böyle olmuş diyorlar. Nietzsche. Oswald Alving
gibi bir hiç değil ki!
6 Mart
Yolculuktan bu sabah döndüm ve hemen hastalanarak gene
yatağa düştüm. Eve yeni dönmüştüm: akşamüstü Günse-
li’ye uğramayı düşünüyordum ve öğleden sonra birden ate-
şim yükseldi. İçimde yaşama arzusu kalmadığı için iyileş-
miyorum herhalde. Şimdi yanımda Günseli olsaydı iyileşir-
dim diye düşünüyorum. Annemle de haber gönderemem.
Hastalığım düşündürüyor beni: bu ateş beni korkutuyor.
Kötü ve çaresiz bir hastalık mı acaba? Yatağın içinde, hiçbir
şey yapmaya cesaret edemeden korkuyorum. Kafka’nın
korkusu gibi değil; insanın evrendeki hiçliğiyle ilgili bir
korku değil. Anlamsız bir korku. Zavallı bir böceğin vücu-
dunda duyduğu ve anlamını bilmediği bir korku. Bitkisel
bir korku.
Beni kötü yetiştirdiler. Annem de, babam da bana gerekli
eğitimi vermediler. Yaşamak için demek istiyorum. Bana ya-
şamasını öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğre-
nilerek yaşanacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini
öğretmediler. Ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu
yanlışlara. İnsan, kendi bulurmuş doğru yolu. Ben bula-
mazdım. Bana, başkalarına gösterdikleri basmakalıp yolları
611
öğrettiler. Başka türlü bir itinayla tutmalıydılar beni. Daha
fazla değil, farklı. Normal bir insan olmaya zorladılar, bana
boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da, anormal dedi-
ler. Ben de kendimi anlamadım: bütün hayatım boyunca
normal bir adam olmaya çalıştım. Arkadaşlarla geneleve
gittim, müstehcen romanlar okudum ve sokakta genç kızla-
rın peşinden gittim. Hiçbirinde tutarlılık gösteremedim.
Bunun üzerine anormal olduğuma karar verdiler. Onlara
biraz olsun benzeyebildiğim ölçüde kendimi mutlu sayıyor-
dum. Kendimi onlardan ayırmasını beceremedim. Hitler,
genel yatakhanelerde işçilerle kalırken bile onlardan ayrı
olduğunu hisseder, onlara yaklaşmazmış. Bende böyle bir
içgüdü yoktu. Sınıfta toplanıp müstehcen resimleri seyret-
tikleri zaman, onlardan uzaklaşmak gerektiğini bilemedim.
Oysa, onlar gibi hissetmiyordum. Duyduğum bu yabancılı-
ğı, onlardan geri kalmak diye nitelendirdim ve nefes nefese
onlara yetişmeye çalıştım. Bu bakımdan yakınmaya hakkım
yok. Onlar gibiydim.
Bu kıskanç korku gelinceye kadar, yaptıklarım bakımın-
dan değilse de, aklımdan geçenler bakımından aşağılık bir
hayat yaşadım. Büyük ve güzel şeyler yerine, aşağılık şeyler
düşündüm. Şimdi de durum düzelmiş değil: hiçbir şey dü-
şünemiyorum. Çok bayağı bir olay. Neresinden tutulsa in-
sanın elinde kalıyor: dağınık ve çürük bir örgü. Evet, hak-
lıydı akrabalar. Ben, normal olmadığım için anormal olan
bir çocuktum. Allah beni kahretsin ve ediyor da. Montaig-
ne, kötü davranışlardan, istemediğiniz için kaçının, diyor:
beceremediğiniz için değil. Beni ne güzel açıklıyor. Ben de
diyorum ki: Sayın Montaigne ve sizin gibiler! Canınız ce-
henneme! Sizin haklı olmanız bana hiçbir şey kazandırmı-
yor. Köşemde kıvrılıp ölüyorum işte. Siz de sevimli akraba-
larım kadar yabancısınız bana. Adınız Marki bilmem ne de
olsa... Tabii siz gurur duyuyorsunuz düşüncelerinizden.
612
Diyorsunuz ki, Selim Işık diye bir mesele olmamıştır. Ol-
mayan bir mesele için, düşünce tarihinin insanı yücelten
gelişimini bozamayız. Siz, kendini şövalye sanan Don Kişot
gibi ilginç de değildiniz üstelik. Özür dileriz, bizi rahatsız
etmeyin. Düşünecek meselelerimiz var. Her gün yüz bin-
lerce insan ölüyor. Ancak ilginç olaylarla uğraşabiliriz. Next
please!
İyileşmek istemiyorum. Artık bu kadarını ümit edemiyo-
rum. Göğsümde sıkışıp kalmış korkuyu atabilsem yeter ba-
na. O zaman aklım ve bedenim, istediğim gibi uyuşmuş
olacak: beni yıpratan bu çelişme sona erecek. Ben de, beni
küçümseyen bu kalabalığın gözlerinin içine korkusuzca ba-
kabileceğim. Beni korkutan yaşama içgüdüsünü göğsüm-
den söküp atabilsem, ben de çekinmeden, gururla, kişiliği-
mi sürdürebileceğim. Şerefli insanların -böyle insanlar ol-
duğundan kuşkuluyum- arasına karışarak, son günlerimi
haklarına kavuşmuş bir insanın huzuru içinde bitireceğim.
Canım hiç içki istemediği halde -belki o zaman ister- bir bi-
rahaneye giderek, başım yukarda, biramı ısmarlayacağım.
Garsonu çağırırken eziklik duymayacağım. Herkes gibi -ar-
tık kimse, benim herkes gibi olduğumdan kuşku duymaya-
cak- kendime güvenerek biramı yudumlayacağım. Canım
içki içmek istemediği halde, bu işi hiç rahatsız olmadan ya-
pacağım. Ne acele edeceğim, ne de gereksiz yere uzataca-
ğım. Tam ölçüsünü bulacağım. Bir birayı da içmesini bilme-
yecek miyim artık? Bira içmeyi bildiğimin farkında bile ol-
mayacağım. Meze de istemeyeceğim, herkes istiyor diye.
Garson da anlayacak bendeki değişikliği. Meze ister misiniz
beyim bakışıyla süzmeyecek beni. Ya da bana, öyle bakıyor-
muş gibi gelmeyecek. Kendimden kuşkulanmadığım için,
kimse de benden kuşkulanmayacak. Bazı insanlar birasını
mezesiz içer. Ben de onlardanım işte. Bu bir zevk meselesi-
dir. Buna karışılmaz. Üstelik bu insan yakında ölecekse,
613
ona saygı duyulur. Belki biraz da tuz ekerim biranın içine:
daha iyi oluyormuş böyle. Ne yazık: bira içmek istemiyo-
rum. Özlediğim güven duygusuna kavuşunca, bira içme öz-
lemini yitirmiş olacağım. Montaigne ne derse desin, hazin
bir durum bu. Oysa, yaşamış olduğum birçok yanlışlığı dü-
zeltebilecektim. Bütün ayak izlerimin üzerinden bir daha
gidecektim. Yalnız bir kere yaşanıyormuş.
Bütün günümü bu düşüncelerle geçiriyorum; gece için
gene bir hazırlık yapmadım. Oysa, gecenin geçmek bilme-
yeceğini seziyorum. Bu satırları sabaha karşı üçte yazıyo-
rum. Saat bire kadar annemi karşımda oturttum. Nefes ala-
mıyordum; koltukta iki büklüm oturuyordum. Annem kar-
şımdaydı. Bir kelime söylemeye korkuyordu. Ben de konuş-
muyordum. Enerjiden tasarruf ediyoruz ya. Birlikte geçirdi-
ğimiz yıllar boyunca annemle o kadar az konuştuk ki. Şim-
di nereden başlayabilirim? Beni kötü yetiştirmekle suçlaya-
mam ya onu böyle bir durumda. Ne desem farketmez: yo-
rum yapmadan beni dinler sadece. Olmaz. Bir insanla karşı-
lıklı konuşacak gücüm yok. Bir insan, bir karşılık bekler
sizden. Konuşurken ve dinlerken hissedersiniz bunu. Güç-
lü kuvvetli olduğunuz zaman önemsemezsiniz. Günseli de
bana bunu hissettiriyor. Bana yararlı olmak istiyor; oysa be-
ni yoruyor. İlgileniyor; demek ki ilgi bekliyor. Hiç olmazsa
ilgilendiğinin farkedilmesini bekliyor. Annem öyle değildir.
Kendini karıştırmadan benimle birlikte olmasını bilir. Hem
de kitaplarda okumadan, bir yerden duymadan: içinden öy-
le geliyor. Bütün anneler böyle değildir. Gidip yatmasını
söylüyorum: itiraz etmeden gidiyor. Karşımda oturduğu za-
man düşüncelerimi hafifletiyor. İşim bitince gönderiyorum.
Biraz iyileştiğimi görünce, bana yaptığı iyiliğin karşılığı ola-
rak onunla ilgilenmemi bekleyebilir, değil mi? Hayır. Sevi-
niyor sadece.
Uyuyamıyorum. Uykuda değişeceğimden korkuyorum.
614
Oswald gibi uyanmaktan korkuyorum. Kendimi yormama-
ya çalışarak bekliyorum yatakta. Oysa, asıl bu bekleyiş yo-
ruyor beni. Terlemeye başlıyorum. Şaşılacak derecede zayıf-
ladım bu terlemeler yüzünden. Önce ellerim, ayaklarım ter-
liyor; sonra bacaklarım, sırtım. Ateşim biraz düşüyor bu
terlemelerin sonunda. Tekrar ateşime bakmaya başladım.
Yarım saatte bir derece koyuyorum. Annem, bazen dereceyi
saklıyor. Terleme geçince yataktan kalkıyorum, çamaşır de-
ğiştiriyorum ve evde dolaşmaya başlıyorum. Annemin uyu-
madığını, yatakta endişeyle beni izlediğini seziyorum. Ba-
zen dayanamıyor; çekingen bir sesle, nasıl olduğumu soru-
yor. Ona, en aksi bir sesle, anlaşılmaz ve homurtulu bir
karşılık veriyorum. Koltukta uyukluyorum çoğu zaman.
Ankara’daki evi görüyorum rüyamda. Ev büyüyor, büyüyor,
insanlarla dolup taşıyor. Tanıdığım bütün insanlar sığıyor
evin içine. Gözlerimle, en önemsiz köşelerine kadar dolaşı-
yorum evi: annemle babamın pirinç topuzlu karyolasını,
tahta kenarlı koltukları görüyorum. İstanbul’a taşınırken
hepsi satılmıştı. Kafamın içini temizlemek mümkün değil
demek ki.
10 Mart
Günseli’yi gördüm. Bana, hiç hasta değilmişim gibi davranı-
yor artık. Bu kadar uzun hastalık olur mu? Bu konuyu ko-
nuşmuyoruz. Evinde yalnızdık. (Arada hastalığıma izin ve-
riyorum; yoruluyorum yatakta. Ya da ben hastalıktan izin
alıyorum. Böylece sokağa çıkabiliyorum.) Divanda, dizleri-
nin üstüne yattım. Başımı okşayarak dinlendirdi beni. Ona
İbsen’in oyunundan da söz etmedim. Belki de sevişeceğimi-
zi düşünüyordu. Bu düşüncelerini engellemek için, ateşim-
den ve zayıflığımdan bahsetmek zorunda kaldım ona. Göz-
615
leriyle karşılaşmaktan çekindim; tavana baktım. Sonra... o
korkunç terleme geldi. Hastalanmaya başladığımı ve hemen
gidip yatmam gerektiğini söyleyerek kaçtım. Bizim aşk sona
erdi anlaşılan. Gözlerindeki endişeyi görmemek için yüzü-
ne bakmadım. Beni ilgi de yoruyor.
Üç gündür evden ve yataktan çıkmıyorum. Böylece an-
nemden başka kimseyi görmek zorunda kalmıyorum. Öl-
sem kimsenin haberi olmayacak; bize bildirmedi diyecek-
ler. Buna da razıyım. Yaşamamak ve dolayısıyla yorulma-
mak için tedbirler alıyorum gene; bu nedenle günlük tut-
maya da üç günlük bir ara verdim. Düşüncelerimin bir iz
bırakmadan dağılmasını bekliyordum. Ortalığı bir duman
kaplamıştı. Düşünceler, anılar, istekler birbirine karışıyor-
du. Şimdi bir durgunluk var.
Dün sabah annem, eskiden nasıl uslu bir çocuk olduğu-
mu anlattı ve sonunda, şimdi de eski durumuma döndüğü-
mü söyledi. Korkunç bir bakışla susturdum onu. Bilmeden
Oswald meselesine dokundu; ben de unutmaya çalışıyor-
dum. Ölürsem daha da uslu olacağımı söyleyerek yerimden
kalktım, yatağıma döndüm. Kimseye, kimsenin varlığına
dayanamıyorum artık.
12 Mart
Beni hayata bağlayan tek şey bu günlük. Onun için yazıyo-
rum. Yazdıklarımı da okumuyorum. Annem okur korku-
suyla defteri yatağımın altına koyuyorum. Çok düzgün bir
yazıyla yazmaya çalışıyorum: buhranlı bir gencin karalama-
larına benzememesi için. Fakat olmuyor. Sayfanın ortasına
doğru yazım bozuluyor, titrekleşiyor. Ellerimin titremesine
engel olamıyorum. Kendimden utanıyorum. Hiçbir işi so-
nuna getiremedim istediğim gibi.
616
Yazmaktan sıkılınca, sayfaların kenarına, asık suratlı ya
da mahzun bakışlı insanlar çiziyorum. Birbirlerine bakma-
yan yalnız insanlar. Resme kabiliyetim olduğunu söylerler-
di. Bazı insanlar tabii. Bazıları da, kendimi bir şey sandığı-
mı, oysa daha doğru dürüst çizmeyi beceremediğimi söy-
lerlerdi. Benim üzerimde hiçbir zaman anlaşamadılar. Ora-
dan oraya sürüklediler beni. Üniversitede arka sırada otu-
rur birşeyler çizerdim, birşeyler karalardım. Kimseye uzat-
mazdım çizdiklerimi. Olmazmış. Çizmek eylemi, kendini
ortaya koymakmış. Buna hakkım yokmuş. Çevremde bir
hava yaratmaya çalışıyormuşum. Anatomi de bilmiyormu-
şum. Başkalarının yanında bulununca saldırıdan kaçınmak
imkânsız. Sınıf arkadaşlarımdan biri, gizlice almış karala-
dığım kâğıt parçalarından birini; bu işten anlayan, güven-
diği birine götürmüş. Hemen yetiştirdi: bende çizgi esprisi
yokmuş. Yok canım: böyle olmadı herhalde. Herhalde ben
uyduruyorum. Ben de saldırıya karşı o kadar savunmasız-
dım ki. Bende çizgi esprisi yokmuş: bazen oluyor. Yatağı-
mın altına girip defteri de kaçıramazsın ya; bu bakımdan
rahatım.
Sinekler de eskisi kadar rahatsız etmiyor beni. Onlar da
fazla uğraşmıyor benimle. Bu hareketsiz ve çevreye ilgisiz
adamın üstüne çok konmuyorlar; ya da hemen uçup gidi-
yorlar. Belki de onlara ilgimi yitirdiğim için gücendiler ba-
na. Duvarda, tavanda öldürdüğüm sivrisineklerin kan leke-
lerini sayıyorum. Ne hırsla öldürmüşüm zamanında; yapı-
şıp kalmışlar. Bazı lekelerde yanılıyorum. Kalkıp bakıyo-
rum: yuvarlak, koyu lekeler. Kim bilir ne? Eskiden bir siv-
risineğin vızıltısı uyandırırdı beni. Havalar ısındığı halde,
geceleri hiç vızıltı duymuyorum şimdi. Karanlıkta, uyuma-
dan, tetikte onu beklediğim halde sivrisinekleri duymuyo-
rum. Duyularım zayıflamış olmalı. Oysa bir ay öncesine ka-
dar ne keskindi... Böyle olurmuş. Önce birden kuvvetlenir,
617
sonra insanı bırakırmış; bir külçe gibi kalırmış insan. Eşya-
lara çarpıyorum yürürken. Karanlıkta yönümü tayin ede-
miyorum. Birden kendimi bir duvarın karşısında buluyo-
rum: soğuk ve sert bir duvarın. Başımı çarparak dağılaca-
ğım korkusuyla duruyorum. Annemin çok değer verdiği bir
sigara tablasını kırdım: robdöşambrımın eteğiyle. Başka za-
man olsa çok kızardı. O kadar aldırışsız olmuşum ki robdö-
şambr diyorum. Ne bileyim ne demeli? Uzun hırka desey-
dim... Oblomov’un hırkası gibi. Sizlerle uğraşacak halim
yok. Kimsenin okumayacağı bir günlük için bu zahmete gi-
remem. Oda giysisi diye yazarım dünyaya ikinci gelişimde.
Ne aptalmışım bir zamanlar: var olmayan kişileri alırdım
karşıma; onların beni eleştirmelerine karşılık vermeye çalı-
şırdım. Bunu yapıyorum çünkü... derdim. Öyle diyorsunuz
ama... derdim. Benim asıl niyetimin ne olduğunu biliyor
musunuz bakalım? diye azarlardım onları. Şimdi, bu kü-
çüklüklerin üstüne çıktım. Kimseyle alışverişim yok. Yal-
nız, size iyilik olsun diye robe-de-chambre yazacağım. Biraz
“sense of humour” kaldığını anlayın diye bende.
Tolstoy, düşündüklerinizi yazmaya değer bulmuyorsanız
yazmayın, diyor. Siz öyle bulamazsanız, gerçekten yazmaya
değmezmiş. Tolstoy’a karşıyım. Yazıyorum. Bu, ancak beni
ilgilendirir. Bu, beni ilgilendirir ancak. Hepsini birden din-
ledik zamanında ve hiçbirine yaranamadık. Eksik olsunlar
artık.
İlaçlara güvenerek iyileşme savaşına girmek, beni ken-
dimden iğrendiriyor. Bir yandan, yaşamak istemediğimi dü-
şünürken, bir yandan da günde üç kere gargara yapışım,
aşağılık bir korkuyu belirtiyor. İlaçlarımı alıp banyoya ka-
panıyorum; bu iğrenç durumumu kimse görmesin diye ka-
pıyı kilitliyorum. Doktorlarla alışverişi kestiğim için eczacı-
ların tavsiyelerine uyuyorum. Onlar, insanın suratına kuş-
kuyla bakmıyorlar ve yakınmalarınızı sabırla dinliyorlar,
618
sonunda eli boş çıkmıyorsunuz eczaneden. Organlarımı sı-
rayla tedaviye başlıyorum: önce burnuma damla, sonra bo-
ğaz için gargara ve pastil; belirli yerlerime yakılar koyuyo-
rum. Sinirlerimi gevşetmek için de her gün değişen haplar
yutuyorum: bu konuda anlaşamıyor eczacılar. Çok farklı
tavsiyelerde bulunuyorlar. Bende de kabahat var: sıkıntıla-
rım her gün değişiyor. Her gün yeni hastalıklar buluyorum
kendimde. Bu işleri, yazdığım kadar eğlenceli yapmadığımı
söyleyebilirim.
15 Mart
Bugün sokağa çıkmaya karar verdim: gene bir izin kullana-
lım. Günseli’ye gitmek istiyordum. Birkaç gündür izinli ol-
duğunu biliyordum. Evden çıktım, yavaş yavaş yürüyerek
caddeye ulaştım. Kalabalık, birden şaşırttı beni: başım dön-
dü. İnsanlar, bana çarparak yanımdan geçiyorlardı. Kuvvetli
güneş gözlerimi kamaştırdı, sersemledim. Bu telaşı ve bu
güneşi... ve insanların, bütün bunlara aldırmadan çaba gös-
termesini anlamıyordum. Bu gücü nereden buluyorlardı?
Dış etkilere duyarlıkları kalmamıştı. Sağlam kayalar gibi yu-
varlanıp gidiyorlar, önlerine çıkan zayıf cisimleri ezip geçi-
yorlardı. Kaldırımın kenarına çekildim: azalıp bitmelerini
bekledim. Güneş, üstlerinde kesin gölgeler bırakarak yalı-
yordu onları. Hiç aldırmadan geçiyorlardı. Beklemenin fay-
dasız olduğunu görünce, geri dönmek, yatağıma ve ilaçları-
ma dönmek istedim. Bu şiddete dayanamayacaktım. Bir
elektrik direğine yaslandım. Bu sırada Cevdet’i gördüm kar-
şımda. Nasıl geldiğini, nasıl yaklaştığını farketmedim. Oysa
insanlar, bu aceleciliklerinin içinde, benim farketmediğim
birçok şeyi görüyorlar. Ben durduğum yerde uyuyorum,
gözlerimi dört açtığım halde. Onlar da güneşin ve insan se-
619
linin varlığını duymuyorlar. Hayır. İstedikleri zaman, onlar
için gerekli olduğu zaman duyuyorlar. Benim gibi, onlara
benzemeye çalışanlarsa... neyse geçelim bunu. Cevdet’i far-
kettim sonunda. Daha o kadar körleşmedim. Nedendir bi-
linmez: hep gülümser. Onu gördüğüm anda direğe yaslan-
mış duruyordum: kendimi toparlamaya ihtiyacım yoktu.
Önce gülümsemesini gördüm; sonra gülümseyen ağız daha
açıldı: sesler çıkarmaya başladı. Ne söylediğini pek anlamı-
yordum. Ben de onun gibi gülümsemeye çalışıyordum. Du-
rumumda bir anormallik yoktu herhalde. Cevdet de konuş-
masını aralıksız sürdürdüğüne göre, durumu idare ediyor-
dum. Fakat birden “onun” geldiğini, göğsümü sıkıştırmaya
başladığını hissettim: ölüyordum. Elektrik direğiyle Cev-
det’in gülümsemesi arasında sıkışıp kalmıştım: hareket ede-
miyordum. Cevdet’e nasıl anlatabilirdim? Hastalığımı bilmi-
yordu. Fırsat bulup söyleyememiştim de. Konuşmasının
akışı içinde hastalığımı bir yere yerleştirmek imkânsızdı:
paniğe kapıldım. İnsan olduğumu unuttum. Alışkanlıklarım
beni bırakıp gittiler. Kendiliğimden bir davranışta buluna-
mayacaktım. Ölüm halinde olduğumu söyleyemeyecektim.
Bu nasıl ifade edilirdi? Oysa, konuşmayı sürdürmek gereki-
yordu: ölmek pahasına. Yolda-bir-arkadaşına-rastlayan-bir-
insanın-alışılmış-tavırlarıyla dinlemek gerekiyordu Cevdet’i.
Böyle bir durumda nasıl davranılırdı? Ümitsiz gözlerle çev-
reme baktım: benim gibi, arkadaşını dinleyen başka bir in-
sanı boş yere aradım. Benim durumumdaki bir insana ben-
zemeyi becerebilirdim belki. Cevdet ne yazık ki -ya da ne
iyi ki- benim eriyip dağılışımı görmedi. Telaşımın yersiz ol-
duğunu hissettim. Bakışlarından, kötü bir şey olmadığını
sezdim. Bütün gücümü toplayarak, ondan ayrılmayı sağla-
yacak bir iki kelime söyledim. Ayrıldık; daha doğrusu ben,
elektrik direğine dayalı, onun gidişini seyrettim. Ölmek
üzereydim. Hemen bir taksiye attım kendimi; eve döndüm.
620
Evde ölmek istiyordum. Annem, kapıdan girişimi kor-
kuyla seyretti. Banyoya daldım ve ilaçlarıma saldırdım. Eve
dönmek beni, ne pahasına olursa olsun yaşamak isteyen bir
solucan yapıyor. İnsanların, güneşin ve hareketin olduğu
yerde ölüm kavramına daha kolay dayanabiliyorum. Eve
dönünce, duvarlara, eşyaya sinmiş olan karanlık düşüncele-
rim üzerime saldırıyor: ölüme, evde katlanamıyorum. Oysa
evde ölmek istiyordum. Ne istediğimi bilmiyorum artık sa-
yın insanlar! Beni affedin!
Bardaktaki suya, renkli ve kokulu sıvılar damlattım. İlaç,
büyüyle ilgili bir şey galiba. Batıl bir inanış. Bütün doktor-
lar kalbimin sağlam olduğunu söylediler; bununla birlikte,
kalbi takviye eden bu ilaçları aldığım zaman ferahladığımı
sanıyorum. Daha doğrusu, ilaçları almadan sabırla bekleye-
miyorum sıkıntının geçmesini.
Sokaktaki ölümden kaçmıştım. Şimdi evdeki ölüme da-
yanamıyorum. Yatağa uzandım, düşünmeye başladım: nere-
deki ölüm daha iyi? Sokakta ölmek daha güzel; gene de ev-
de ölmek istiyorum. Babamın ölümü gibi aceleye gelsin is-
temiyorum. Kimse yanımda olmayacak sokakta, kimsenin
haberi olmayacak. İnsan, evde tedbirini ona göre alır. Konu
komşuyu davet eder. Ölümümü gazeteden öğrenmelerini
istemiyorum. Ya da hiç duymayacaklar. Aylarca sonra, öldü-
ğümü bilen birinden öğrenecekler. Ne var ne yok, diyecek-
ler. İyilik sağlık, diyecekler. Selim nasıl, diyecekler. Hayret-
le yüzüne bakacaklar. Duymadınız mı, diyecekler. Sonra,
daha ne var ne yok, diyecekler; iyilik sağlık diyecekler. Sı-
radan bir ölüm. İki “iyilik sağlık” arasında kalacak ölü-
müm. Belgeler de kalmayacak geride. İsteseler de öğrene-
meyecekler. Nasıl bir insandı, diyecekler. Sizden iyi olma-
sın çok iyiydi, diyecekler. Nerede gençlik resimleri, çocuk-
luk resimleri, bebeklik resimleri? Şuralarda bir yerlerde ol-
malı, diyecekler. Hizmetçi kaldırmış olmalı, diyecekler; o
621
kadar da söylüyorum buraları karıştırmayın diye.
Divana uzandım sırtüstü. Ölmedim. Güneşin bütün ci-
simleri ışıttığı bir sırada miskin bir durumum var. Tabiatla
da iyi geçinmesini bilemedim. Gene de anlayışla kabul eder
beni belki. Galsworthy’nin hikâyesindeki gibi, elma ağacı-
nın altına da gömmezler ki insanı. Rüzgârlı, yeşil bir bayı-
rın manzarasına karışamaz ki insan. Neresinden baksam
uygunsuz bir görünüş. Eskiden belediye yokmuş herhalde.
Herkese uygun bir köşe bulunuyormuş. Medeniyetin de bir
yararını görmedim ayrıca. Tabiata dönemezsin, binaların
boyunu aşan bir taş da diktiremezsin kendine. Zencilere ya-
pıldığı gibi cenazende şarkı da söylemezler. Sıcak bir gün-
de, kara gözlükler takmış, ceketlerini kollarına almış insan-
lar, beyaz gömlekli adamlar, başörtülü kadınlar... Hiç ol-
mazsa gazoz içsinler de bir serinlik kalsın içlerinde son gü-
nümden hatıra. Yalnız sıcağı ve tozu hatırlamasınlar. Hava
da ne sıcak, demesinler. Öğle namazında güneş yakmasın
onları. İmamın kara cüppesini görünce bunalmasınlar.
Evet, gazoz içmelerine izin verilmeli. Bir de, trafik sıkıştı;
arabaların içinde piştik, demesinler. Belediye, elma ağacının
altına gömülmeme engel olacağına, asıl bunlara engel ol-
sun. Yakalarını gevşetip, mendilleriyle boyunlarını silme-
sinler. Soğuk bir günde ölürsem de kimse gelmeyecek. Bir-
kaç kişi bulunacak cenazede. Işık ailesinin kaderi: gürültü-
ye gelmek. Soğuktan kimse gözünü açamayacak: gözyaşları
donup kalacak yanaklarında. Baharda ölmek istiyorum.
Akşam üzeri biraz kendime geldim. Daha yatmalıyım, de-
dim; kendimi divanda tuttum sıkı sıkı. İyi olduğumu sandı-
ğım anda hemen kalkmamalıyım ayağa. Beni bu acelecilik
bitirdi. Kalkabileceğimi hissettiğim bir anda da yatarak, ge-
rekmediği halde yatmanın zevkini yaşamalıyım, diye dü-
şündüm. Hayır, düşünmedim, düşünemiyorum. Çevreme
bakarak, yaşayışımı bir an daha sürdürebilmek için, içgü-
622
dülerimle tedbirler alıyorum. Arada birşeyler düşünür gibi
oluyorsam da hemen unutuyorum. İşte gene yatmak üzere
karar aldığımı unuttum ve yataktan fırladım. Annemin şaş-
kın bakışlarına aldırmadan sokağa attım kendimi. Günse-
li’ye gidecektim.
Evde yokmuş: bir tanıdığına gitmiş. Neden oturup beni
beklemiyor? Teyzesi, yüzümdeki sorgu dolu ifadeyi anlamış
gibi, Günseli’nin beni çok beklediğini söyledi. Bu kadın
benden hoşlanmıyor. Hiç kimsenin akrabası benden hoş-
lanmaz. Benim tersliğimden olacak. Dostlarımın yakınları-
na dayanamam. Ben onlara, kendi yakınlarımla baskı yapı-
yor muyum? Sevdiğim insanların hatırı için neden “yakın-
larına” katlanayım? Aceleyle başımı salladım. Hemen mer-
divenlere yöneldim. Sonra geri döndüm birden; Günseli’nin
gittiği yeri tarif ettirdim kadına. Bu kadınla ne ilişkim ola-
bilir benim? Geriye döndüm diye küçümsemiştir beni. Böy-
le basit ölçülerle değerlendirirler insanı. Dostoyevski’yi de
okumamışlardır, bilmezler.
Günseli beni görünce şaşırdı. İnsanlar neden şaşırırlar
beni görünce? Sonra neden kendilerini toparlarlar? Hiç ol-
mazsa şaşkınlığınızı sürdürün. Size sürekli bir duygu ver-
mesini hiç bilemeyecek miyim? Günseli de toparladı kendi-
ni. Neden köşeme çekilip ölümü beklemesini bilmiyorum
da insanların yaşantılarına burnumu sokuyorum? Sonra da
davranışlarına katlanamıyorum? Bu gidişle, ben böyle yaşa-
maya devam edersem, ölümün geleceği filan yok. Birtakım
eller sıktım, bir takım adlar saydılar: hepsini hemen unut-
tum. Ben her şeyi öyle bir kerede öğrenemem. Şaşırırım.
Düşüp bayılacağımı sandım birden. Tanımadığım insanla-
rın evinde bayılmak! Bir koltuğa çöktüm. Tül perdeler ve
radyo örtüsü: hiç beğenmedim. Rahat görünmek için bacak
bacak üstüne attım ve sürekli gülümsemeye çalıştım. Baca-
ğım titriyordu: havadaki bacağım. İki elimle, bütün gücüm-
623
le tuttuğum halde titriyordu. Onların bacakları titremiyor-
du. Bütün bacaklara hırsla baktım; biraz da korkuyla. Her-
kes bana bakıyordu; bacağımın titremesine bakıyordu. Ki-
barlıklarından görmemiş gibi yapıyorlardı. Batsın kibarlığı-
nız! Ölürsem görürsünüz. Evi birbirine katarım. Hayır, de-
dim kendime: kimse seninle uğraşmıyor, sana öyle geliyor.
Bu iki durumu birbirinden ayırma yeteneğimi kaybettim ar-
tık. Birinin gülümseyerek bana birşeyler anlattığını sanıyor-
dum: oysa, neden sonra, başkasıyla konuştuğunu anlıyor-
dum. Bana öyle gelmiş. Günseli de beni rahat ettirmek için,
aldırmıyormuş gibi davranıyordu. Yoksa bana öyle mi geli-
yordu? Bu daha çok sinirlendiriyor beni. Bir yandan bana
aldırmıyormuş gibi yapıyor, bir yandan da benden korktu-
ğunu hissediyorum. Kötü bir şey yapmaktan korkuyor be-
nim için. Neden korkuyorsun benden canım sevgilim? Kor-
kulacak halim kaldı mı benim? Hiç belli olmaz. Son nefe-
simde bile, öyle bir kıyamet koparırım ki bana acıdıkları
için pişman ederim herkesi. Böyle olmadığımı göstermek
için, Günseli’ye gülümsüyorum. Bu da doğru değil. Aşkımı-
zı elevermemeliyiz. Her zaman olduğu gibi içinden çıkama-
yacağım bir duruma soktum kendimi.
Günseli’yi oradan alıp gidemezdim. Onun üzerinde resmî
bir hakkım yoktu: akrabaları böyle düşünürdü. Ben kim
oluyordum? Bir arkadaş. Günseli’yle evleneceği söylenen
kararsızın biri. Belki de bakışlarıyla, kalkıp gitmem gerekti-
ğini söylüyorlar bana. Yanımdaki ihtiyar teyzeye ya da kar-
şımdaki evin genç kızına baktıklarını sandığım bir anda, as-
lında bana bakıyorlar belki. İçimin boşaldığını, döne döne
yere düşeceğimi sanıyorum. Bütün dikkatimi toplayarak
ayağa kalktım. Hiçbir şeye çarpmamalıydım. Ayakta durur-
sam, bacağımın titremesi anlaşılmaz. Ellerim ter içinde:
kimseye dokunmamalıyım. Kimsenin elini sıkmamalıyım.
Oturmam için ısrar ettiler; yemeğe kalmamı istediler. Gün-
624
seli’ye baktım: gözlerin dilinden bir şey anlamıyorum. Ya
ben kalkınca Günseli benimle gelemezse? Bu korkuyla tek-
liflerini kabul ettim. Misafirliğe gittiğim bir evde, birlikte
sofraya oturmak sevdiğim bir gelenektir. Sonunda yemeğe
kalmadığım ziyaretlerde bir soğukluk vardır; içten olmayan
bir ilişki. Bu insanlardan da bir an önce kurtulmasını bile-
medim işte. Yemeğe kalışımı, Günseli’nin geleceği bakımın-
dan olumlu bir işaret saymışlardır. Aklımı başıma topla-
mam için bir fırsat verdiler bana. Ne kadar da iyi tanıyorsu-
nuz beni canım? Derimin altındaki karışıklığı bilmeden
yargılıyorsunuz beni. Ne kadar damat delisi bir kalabalık.
Ulan, ölüyorum ben: ne yapacaksınız benim gibi damadı?
Tam çorbamı içerken başımı kaldırsam ve... beni köküm-
den sarsan şeyleri, “onu”, hamamböceğini filan anlatsam...
her şeyi itiraf etsem gözyaşları içinde. Ne yaparlardı acaba?
Dünya tarihinde buna cesaret eden biri çıkmamış. Belki be-
nim gözümden kaçmıştır. İnsanlar yüzde yüz ölümlerin ku-
cağına atmışlar da kendilerini, buna cesaret edememişler.
Önemli saymadığımız için kayıtlara geçirmedik mi diyorsu-
nuz. Öyle olsun. Bir itirazım yok. Zaten benim de böyle bir
şey yapmam zor: ölüme doğru bile insan çekingen ve ted-
birli oluyor. Özellikle, gülünç olmaktan, vebadan korkar gi-
bi çekiniyor. Son nefesine kadar gülünç olmaktan korktu;
hiç olmazsa bunu sürdürdü, denilebilir benim için.
Evin beyi karşımda oturuyordu: burjuva terliklerini giy-
miş bir durumda. Ona desem ki: Rasim Bey! küçük burjuva
yaşantınızdan çıkın; birlikte sürünelim. İnsanlara bundan
başka yapabileceğim, bir teklif yok. Günseli’ye evlenme
teklif edebilirsiniz oğlum. Ha, evet; unutmuştum. Size de
yukarıdaki uygunsuz teklifi yapmak isterdim; fakat yolunu
bilmiyorum. Babanıza mı söylesem acaba? Olmaz. Doğru.
Kuralları bilmiyorum. Yaşama kurallarından habersizim.
Tek başıma beceremediğim bir yaşantıyı, birlikte nasıl sür-
625
dürürüz? Başkalarını taklit ederdik. Olmaz. Yaşamayı taklit
ederek insan ancak yirmi beş yıl kadar yaşar senin gibi.
Teklifini kabul edemeyeceğim oğlum. Fakat amcabey, yaşa-
mayı nefes almak gibi rahat sürdürenler de var. Onlar daha
fazla yaşasın. Yaşasınlar inşallah. Beter olsunlar!
Yemeğimi bitirmedim. Oysa annem, yemeğimi sonuna
kadar yemeye alıştırmıştı beni. Doğru dürüst bir şey öğret-
medi zaten. Göstererek de örnek olmadı. Ben de öğreneme-
dim. Erkekler gibi tükürmesini, sigara içmesini, havluya
yüzümü silmesini, eşyayı tutmasını bilmiyorum bu yaşım-
da. İnsanlara para uzatmasını bilmiyorum daha; cüzdanım-
dan para çıkarmasını beceremiyorum. Ne işim var bu dün-
yada benim? Tabağımı uzatışım bile başkalarına benzemi-
yor. Oysa ne kadar çalıştım tabağıma bakmadan tabağımı
uzatmaya. Annem de yerli yersiz şımarttı beni: başka türlü
oluşumu yanlış yorumladı. Onun oğlu kimselere benze-
mezmiş. Çok duyduk bu sözleri başka annelerden de. An-
nem sorumludur. Hiçbir şey bilmeseydim, belki yeni baştan
öğrenebilirdim. O kadar da saf kalamadım. Artık çok geç.
On yedi yaşıma kadar beni yıkadı; bütün imtihanlardan ön-
ce, sabahlara kadar anlattığım dersleri dinledi. Yalnız başı-
ma çalışma alışkanlığını edinemedim bir türlü. Ruh doktor-
ları da bu satırları okusalar, bilgiç bir tavırla pis pis sırıtır-
lar. En kötüsü, hayır demeyi öğrenemedim. Yemeğe kal, de-
diler: kaldım. Oysa, kalınmaz. Onlar biraz ısrar ederler; sen
biraz nazlanırsın. Sonunda kalkıp gidilir. Her söylenileni
ciddiye almak yok mu, şu sözünün eri olmak yok mu; bitir-
di, yıktı beni. Kitaplar da büsbütün bozdu ahlakımı. İnan-
mak güzel şeydir, hayır, değildir. Erkek dediğin, cebinden
dolmakalemini çıkarıp öyle bir adres yazar ki... Kaşığını
alışkın bir hareketle çorba tabağının içine bırakır, kaşık hiç
ses çıkarmaz tabağa düşerken. Sofrada konuşurken de söy-
lediği sözlere kaptırmaz kendini. Bu nedenle bir hareket
626
yapmaz: yemeği örtüye dökmez, bardağa çarpmaz. Bütün
bunlardan önce, nişanlı bile olmadığı bir kızın akrabaları-
nın evinde o kızla birlikte yemeğe kalmaz. Kalsa da kendini
yiyip bitirmez bunu düşünerek. Belirsiz bir kuruntu yüzün-
den yemeği zehir etmez kendi kendine.
Durumumu düzeltmeliyim. Ne yazık, konuşamıyordum.
Başım dönüyordu; yerimden kalkamıyordum. Selim Işık
çökmüştü, çözülmüştü, bitmişti. Hâlâ aptal gibi gülümse-
meye çalışıyordum. Kimsenin aldırdığı yoktu. Sadece ta-
bakların hareketi görülüyordu; çatal-kaşık gürültüleri geli-
yordu. Boğuk sesler işitiliyordu. Sade bir aile atmosferi için-
de bir cehennem oyunu sahneye konuluyordu. Boyumdan
büyük işlere kalkmıştım. Şimdi, boyumdan küçük işleri bi-
le başaramıyordum. Böylesine rezil bir yenilgi görülmemiş-
ti. Gücümü tahminde yanılmıştım. Turgut evlendiği zaman
ben de evlenecektim. Çatal-kaşık ve fasulye pilakisi karşı-
sında böyle ağır bir yenilgiye uğramayacaktım. Oysa fasul-
yeyi ne kadar severdim. Her şeyle aramı bozdum artık. Her
şey bana düşman kesildi. Tanrım, diye düşündüm ilk defa.
İlk defa, Tanrım dedim; bıraksınlar beni artık...
20
Turgut başını kaldırdı: otomobilin arkasında bir adam du-
ruyordu; bir köylü. “Bizim buraların havası sağlamdır bey,”
dedi. Neden Selim insanlarla kolayca konuşamadı? Köylü-
lerle alay ederlermiş lisedeyken; Selim değil, arkadaşları.
Kötü davranışlara karşı yeteri kadar direncim yok, derdi.
Kötülüğün kuvvetine karşı duramazdım: onlarla birlikte
gülerdim, diye anlatırdı. Zayıflığından çoğu zaman yakınır-
dı. “Yol yorgunluğumu gideriyorum,” diye karşılık verdi
köylüye. Orta yaşlı bir köylü. Bu köylülerin de yaşı belli ol-
maz. Orta yaşlı dediğin köylü senden küçük çıkar. Bir kere,
627
küçük yazdırmışlardır nüfusa: askere geç gitsin diye. Son-
ra... derdi çoktur bunların. Selim’in aydın arkadaşları, Ser-
hat, Ahmet Bayır filan, çok iyi özetlerdi bu durumu. Bir si-
gara uzattı köylüye, bir tane de kendisi yaktı. Protokole çok
dikkat ederler. Selim’in günlüğünü okusaydı, ne derdi aca-
ba? Hey gidi Selim! Ekmeğinin buğdayını çıkaran insandan
bu kadar uzak mı kalacaktın? Efendim? Bunları ciddi ola-
rak söyleyenler de var. Daha güzel ifade ediyorlar tabii. Pe-
ki, kimlerin içine karışmalı o halde? Yok canım! Köylüler,
Selim’in günlüğünü yüzüme vurmazlar. Trendeki genç
adamdan ne duymuştu Selim? Kulak misafiri olmuş; pek
yapmazdı böyle şey. Sevgide toplumculuk, diyormuş çocuk.
Ben de ondan yanayım. Çıkarını düşünen insan, fakir de ol-
sa, aynı derecede kötüdür. Belki sevgi, biraz iyi yapar onu.
Bu köylüyle bir ortak yanımız var: ikimiz de sigara içiyo-
ruz. Gerisini kimse bilemez. Selim, herkesin yüzüne bağır-
mak istedi, kötüsünüz diye. Ruhu ezildi. Kendi sesini duy-
du yalnız. Sonunda kendi kötülüğünde karar kıldı. Canım
kötü Selim! İnsanların arasına karışsam da seni kaybetme-
nin acısını gideremem. Hiçbir yaşantı gideremez bu acıyı.
Bir sigara ikram edip avunurum sadece. Ayakta kalabilme-
mi istiyorsan, bu kadarını da hoşgör. Sigarasını bitirince
izin isteyip gitti. Kusura bakma dostum: ruhum kapanık.
Dertleşmenin mümkünü yok. Sonra pişman olur insan:
içimdekileri dağa taşa söyleseydim diye. İnsanı inatçı yapan
bir güçsüzlük bu. Köylünün arkasından uzun süre baktı:
bacaklarını açarak gidiyordu. Gidişinde, bilgisizliğin güzel-
liği vardı. İşinin dışında, kolunu bacağını nasıl kullanacağı-
nı bilemez. Birçok insan uzaktan bile sevimli değil. Gene de
düşünceleri paylaşacak birinin olmaması kötü.
Rüzgâr kuvvetleniyordu. Hiç akşam olmasa da bu tepe-
nin üstünde, durmadan okusam. Ne olurdu sen insan ol-
saydın Olric, ya da Selim ölmeseydi. Neler yapardık değil
628
mi? Başka insanlar da, benim gibi, bütün bunları çok anla-
dıkları için mi, bir varlık gösteremeden çekip gidiyorlar
dünyadan? Selim’in anlattığı biçimde yaşamasını bilen yok
mu? Benden hayır yok artık Olric. Öyle demeyin, efendi-
miz, düşünün ki Selim’in dünyada kalan son temsilcisi siz-
siniz. İlk temsilci yoktu zaten, Olric. Bakalım bu yükü taşı-
yabilecek miyim? Okuduğum günlük bende derman bırak-
madı. Ortak yanlarınızın olduğuna güvenim var, efendimiz.
Ben de artık, buna inanmaya cesaret ediyorum Olric. Bir-
çok şeyi şimdi daha iyi anlıyorum. Selim’le birlikte yaşamış
bir insan olmak artık gurur veriyor bana. Onunla geçirdi-
ğim bir günü hatırladım Olric: ilk bakışta önemsiz bir gün.
İster misin anlatayım? Beni yalvartmak mı istiyorsunuz,
efendimiz?
Bundan yıllarca önceydi, Olric. Sıcak bir günde, Selim’le
bir tepenin üstünde çalışıyorduk. Üniversite öğrencisiydik
daha. Harita çıkarıyorduk. Gecekondularla dolu, ağaçlık bir
yerdi. Öteki arkadaşlar evinizden, bahçenizden yol geçecek
diye korkutuyorlardı zavallı insanları. Bizden çekiniyorlardı.
Evlerin birinden, esmer bir adam geldi yanımıza. Otobüs bi-
letçisiymiş. İçimizde en gösterişli olarak Selim’i bulduğu
için, ona yaklaştı; onunla, saygılı bir tavırla konuştu. Dere-
den tepeden bahsettiler. Biletçinin güzel bir kızı vardı: bilet-
çi gibi esmer. Çok genç ve utangaç gülümseyişli bir kız. İki-
mize kahve yapıp getirdi; yanında da su. İyi yıkanmış çiçekli
bardakların dış yüzlerindeki su taneciklerini şimdi bile gö-
rür gibi oluyorum. Ve biliyorum ki, Selim de sağ olsaydı, iç-
tiğimiz suyun serinliğini böyle anlatırdı bana. Sonradan Se-
lim’e takılmıştı çocuklar: adam kızını sana vermeyi düşünü-
yor, seni gözüne kestirdi. Ne yazık. O zaman yanlış tanıttım
kendimi Selim’e. Ben de çocuklarla birlikte güldüm. Evin
gölgelik yamacına oturdular biletçiyle birlikte, bize de sırtla-
rını döndüler. Uzun uzun konuştular. Kim bilir ne konuştu-
629
lar? Ben yalnız suyu ve kahveyi hatırlıyorum. Bu sözlerimi
duysa çok şaşardı Selim. Bana kalırsa adamla konuşurken
de, biz onunla alay ederken de, kısa bir süre için bile olsa,
biletçinin kızıyla evlenmeyi düşünmüştür! Ve bunu düşün-
düğünü hiç unutmamıştır. Bana kalırsa çok güzel, kimseyi
incitmeyecek bir şekilde düşünmüştür bütün bunları. Ben o
zamanlar, Selim’le ciddi bir tavırla konuşan herkesi, onun
ciddiye aldığını anlamıyordum. Ve bunun dışında herkesten
kuşkulandığını göremiyordum. Gülmek, onun için bir ko-
runma aracıydı. Bunu geç anladığım için de cezamı çekmeli-
yim Olric. Hiçbir şeyi unutmadı ve her olaydan, hayatının
sonuna kadar rahatsız oldu. Mümkün olsaydı biletçinin kı-
zıyla ve yolda gözünün ucuyla gördüğü her kızla evlenirdi.
Biletçiyle ve herkesle dost olurdu. Sözün gelişi değil, gerçek-
ten yapardı bunu. Bunu yapamayacağını anlayınca, Selim
olarak yaşamanın imkânsızlığını görünce, hayatın hızlı akışı
içinde, küçük anları sonuna kadar yaşayamayacağını sezin-
ce, önce büyük bir ümitsizlik ve korkuya kapıldı; bütün gü-
cüyle varlığını korumaya çalıştı. Sonra da... bilmiyorum Ol-
ric, sonra ne oldu. Okumalıyım, öğrenmeliyim. Belki de bu
işin sonunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Önemli günler
yaşıyoruz Olric: tarih düşürelim. Dış etkenlerin karmaşıklığı
bizi yolumuzdan çevirmesin: biz işimize bakalım.
Selim’in defterini açtı, okuduğu son sayfanın kenarına
küçük harflerle yazmaya başladı:
Senden hatırladıklarım damla damla su gibidir
Elin ayağın olayım, Selim bana haber getir.
Yaşayışın benim için zahmet-i devr-i esatir
Vesaik-i perişanın sinemde ağu gibidir.
Derlenip toparlandı; kaldığı yerden okumaya devam etti.
630
Gidelim buradan Günseli. Terden utanç içindeyim. Boğa-
zım yanıyor, ateşim yükseliyor. Günseli, durmadan bana
bakıyordu. Beni seviyordu. Her şey iyi gitsin istiyordu. Sev-
ginin her şeyi düzeltmesini istiyordu. Ben de istiyordum.
Gücüm kalmamış. İstediğimi, istemem gerektiğini düşün-
meye çalışıyordum ancak. İstemiyordum. Ben dalgın bakış-
larla, gürültülerin arasında kendime bir yol açıp, ne pahası-
na olursa olsun kapıya ulaşmaya çabalıyordum. İstekleri-
miz uyuşmuyordu: çünkü ben kendi derdime düşmüştüm.
Çünkü ben her ne pahasına olursa olsun kendimi korumak
istiyordum. Hayvan gibi olmuştum. Tek yönlü bir sevgiydi
aramızdaki. Çünkü ben, bir an sonra ne olacağımı bilmi-
yordum. Bir an sonraya ulaşabileceğime güvenmiyordum.
Sürekli bir panik içindeydim.
Yolda hiç konuşmadık. Onu evine bıraktım.
20 Mart
Bu deftere anlamsız sözler yazmak istiyorum artık. Aklımı
kullanmaktan ve anlaşılmaya çalışmaktan bıktım. Hiçbir
zaman da anlamlı olmayı becerebildiğimi sanmıyorum. Rü-
yalarımda, birtakım insanlara, bunu yapamazsınız, diye ba-
ğırıyorum. Ne dediğimi anlamıyormuş gibi yüzüme bakı-
yorlar. Hayır yalnız rüyada değil, gerçek dedikleri hayatta
da böyle olmuştur her zaman. Müdürün karşısında, bu ya-
zıyı yazamazsınız, diye çırpınmışımdır. Durduramayacağı-
mı bildiğim ve bununla birlikte durdurmayı çılgınca ümit
ettiğim davranışlarda bulunanlar, ben çırpınırken hep rüya-
daki adamlar gibi, hayretle bakmışlardır yüzüme. Bocala-
malarımı kayıtsızca seyretmişlerdir.
Anlaşılmaz kelimeler yazmak istiyorum kâğıdın üstüne.
Yıllardır benden beklenen bir hareket bu. “Tabancayı aldı
631
ve ateş etti” cümlesini yazmak istiyorum mesela. Yüzlerce
defa, altalta. Aylardır bu cümle durup dururken kafama ta-
kılıyor.
Eve gece yarısı döndüm. Annem uyandı hemen. Karşılık-
lı oturduk konuşmadan: bizim sessiz bir ayinimiz bu. Yolda
Günseli’yle konuşmak istiyordum ve... adam tabancasını çı-
karıp ateş etti. Evet, her düşüncemin başında ya da sonun-
da aklıma geliyor bu cümle. Bu deftere aklıma geleni yazar-
sam rahatlayacağımı sanıyorum. Yüz kere yazmak istiyo-
rum: adam tabancasını çıkardı ve ateş etti. Çünkü yüz kere
geliyor aklıma günde. Kime ateş etti? Bilemiyorum. Düşün-
cemin akışını serbest bıraktığım zaman hemen bu cümle-
nin aklıma geldiğini biliyorum. Lisedeyken atış poligonuna
gider ve altıpatlar bir tabancayla küçük, sarı küplere ateş
ederdim. Attığımı da vururdum arasıra. Beni teşvik ederdi
atıcılar. Ben, sahte bir alçakgönüllülükle, isabetlerin rast-
lantı olduğunu söylerdim. O zamandan beri tabanca alma-
dım elime. Askerde de sadece tüfek atışı yaptım. Neden an-
latıyorum bunları? Ateş eden adamla ne ilgisi var bu işleri
yapmış olmamın? Belki aklıma takılan bu adam, bu sözler-
den heveslenip söyler neden ateş ettiğini diye mi düşünü-
yorum? Saçma. Hiç olmazsa nasıl ateş ettiğini söylese. Ateş
edecek mi, yoksa etti mi? Bundan da emin değilim. Hepsi
saçma. Kimseyle anlaşmayı ümit etmediğime göre, anlamlı
cümleler yazmanın ne yararı var? Belki sonunda, bu cümle-
nin korktuğum kadar anlamsız olmadığını görürüm ve...
kurtulurum, diyemiyorum. Bazı meşhur adamların hayat
hikâyelerinde vardır böyle karanlık sonlar: adam, esrarlı ve
anlaşılmaz bir kişiliğe bürünür, eski dostlarına davranışı
değişir, yerli yersiz kavga eder onlarla. Son aylarda kimsey-
le görüşmüyordu, kimseyi kabul etmiyordu, diye yazar ki-
taplar. Birtakım esrarengiz insanların etkisine kapılmıştı
ve... ve sonunda ölür tabii. Sonrası daha da acıklıdır: yapı-
632
lan otopside, beyninde bir yapı bozukluğu bulunur, ya da
bir ur filan. Vah vah derler; bilseydik daha önce tedbirini
alırdık.
Mizah, benim durumumdaki biri için tehlikeli bir çare.
Gülünç durumlarda düşünüyorum önce kendimi; acıklı
maceramı bir an için unutuyorum ve sonra buhran bütün
ağırlığıyla üstüme çöküyor. Hazırlıksız yakalanıyorum. Fa-
kat gizli emellerim var bu konuda: kendimle alay ederken,
kafatasımı iki usta parmağın açacağına ve içinde yapacağı
küçük bir iki değişiklikle beni tekrar aydınlığa kavuşturaca-
ğına inanıyorum. Bir süre sonra, bu aptalca inancımla alay
etmeye başlıyorum. Sonra... sonra korku her şeyi siliyor.
21 Mart
Evet korku. Eskiden güneşin doğuşuyla korkularım dağılır-
dı. Şimdi her sabah yeni korkularla uyanıyorum. Günse-
li’nin akrabalarında yemek yediğim gece, evin kedisiyle oy-
namıştım bir aralık ve kedi elimi tırmalamıştı. Hafif bir sıy-
rık olmuştu başparmağımın üstünde. İki gündür huzursuz-
luk içindeyim; kedinin kuduz olup olmadığını düşünüyo-
rum sürekli. Garip olan bir nokta daha! Bu konuda hiçbir
tedbir almayı düşünmüyorum. Sadece korkuyla beklemeyi
biliyorum. Kuduz olduğumun anlaşılması için ne kadar sü-
re geçmesi gerektiğini hesaplıyorum. Gerçek ümitsizlik bu
olsa gerek. Hiçbir kurtuluş tedbiri düşünemiyorum. Yalnız
kötü şeyler olmasından korkuyorum. Tam ümitsizlik de de-
ğil. Belirli süreyi geçirip de kuduz olmazsam ne kadar sevi-
neceğim bilseniz. Günler geçtikçe bu korkuya olan ilgim
azalıyor. Başka korkular buluyorum: korkudan korkuya at-
lıyorum. İnsanın yıldızlara baktığı zaman duyduğu evrensel
korku gibi duygulara yer yok bu arada, ne yazık. Aşağılık,
633
seviyesiz korkular panayırı. Oysa, bu kadar aşağılık olmadı-
ğımı da seziyorum.
Aklıma takılan bir cümle daha: benden ne istiyorlar bil-
miyorum. Bu cümle daha anlamlı gibi. Yakında bir iki cüm-
leden ibaret kalacağım: adam tabancasını çıkardı ve ateş et-
ti, benden ne istiyorlar bilmiyorum. Turgut’un cevap kartla-
rı vardı: konuşmak istemediği zaman onları çıkarıp göste-
rirdi karşısındakine. Ben de bu kartlara döndüm.
Kendime soruyorum: ne hissediyorsunuz? Korkuyorum.
Beni rahat bırakmıyorlar. Sizi neden rahat bırakmıyorlar?
Benden ne istiyorlar bilmiyorum. Gözlerinizde kötü hayal-
ler gören insanların rahatsızlığı var. Ne görüyorsunuz?
Adam tabancasını çıkardı ve ateş etti. Korkuyorum. Ateş
ediyor. Ateş ediyorlar. Neden ateş ediyorlar? Benden ne isti-
yorlar, bilmiyorum. Korkuyorum. Korkuyorum.
Siliniyorum. Mürekkebim az geliyor. Çok hafifledim. Ar-
tık ancak ölünce ağırlaşabilirim. Günseli’nin dizinde saat-
lerce yatıyorum ve ne Günseli’yi dinliyorum, ne Günseli’yi
hissediyorum. Yalnız, kalbimin atışlarını izliyorum. Yavaşlı-
yor, sıklaşıyor. Durmasından endişe ediyorum. Bedenimde-
ki ısının değişmesini izliyorum. Yıllardır terler dururdum.
Terleme ve zayıflama, dörtnala gidiyor artık. Bir kelime ku-
lağımda çınlıyor: lösemi. Yerimden fırlıyorum. Evet, gizli ve
kronik hastalığımın nedenini buldum. Ben ortaokula gider-
ken alt katta zengin yaşlı bir bekâr otururdu: Asaf Bey. Lö-
semiden ölmüştü. Adam bir iki ayda eridi demişlerdi. Ben
de eriyorum. Ateş düşmezmiş. Bende de düşmüyor. Günse-
li’den dereceyi istedim. Otuz yedi bir. İçimden acı acı gülü-
yorum. Bütün korktuklarım başıma geliyor: ben de Metin
gibi acı acı gülümsüyorum. Allah’tan henüz içimden. Gün-
seli ilaç vermek istiyor. Eve gidip yatmalıyım, diyorum. Yat-
malıyım ve yeni hastalığımı düşünmeliyim uzun uzun.
Günseli’nin yanında olmuyor. Acı acı gülümserim ve düşü-
634
nür dururum. Kendimle alay ediyorum. Seni Metin seni, di-
yorum. İçimdeki Selim’lik daha bırakmıyor yakamı. Artık
Selim’lik istemiyorum. Yatakta lösemiyi düşünmek istiyo-
rum. Doğru. Bu seni iki hafta idare eder en az. Bırak beni.
Seni istemiyorum. Kalbimin atışının yavaşlamasını istiyo-
rum. Yavaş yavaş atsın ki yorulup durmasın. Bunun için
Metin de olabilirim. Burhan da olabilirim. İki gözün Oedi-
pus gibi kör olsun da piyango bileti sat! Ona da razıyım.
Anlıyor musunuz? Her şeye razıyım. Osmanlı, koca Os-
manlı çöktü, anlıyor musunuz?
Artık sabahları bu yeni hastalığımın korkusuyla uyanıyo-
rum. Kedi hikâyesinden kurtuldum. Akşama kadar, her
gün kendimde hastalıkla ilgili yeni belirtiler buluyorum.
Doktora gitmek gibi bir düşüncem yok elbette.
Evli olsaydım, şimdi doğru karıma giderdim ve ona der-
dim ki: sayın eşim! İki ay sonra öleceğim. Durum böyle
gösteriyor. Bana izin ver, Beşiktaş’taki koltuk meyhanesine
gideyim: her gece Rüştü Beyle birlikte, o eve dönünceye ka-
dar içelim. Bunu açıkça söylerdim kendisine. Evli bir ka-
dın, kocası iyi olduğu zaman, böyle davranışlara izin ver-
mez. İşin ucunda ölüm olunca durum değişir.
Evli olsaydım da karımdan bu izni koparsaydım, daha
meyhaneden içeri girerken duygularım değişirdi; içimi
bir bezginlik kaplardı. Belki de hayattan bıkmaktan kor-
kuyorum.
28 Mart
Çocukluğumu hatırlıyorum: yaşamadığım çocukluğumu.
Meşhur adamların hayat hikâyelerinde, onların daha küçük
yaştan öteki çocuklardan uzaklaştığını yazar çoğu zaman.
Küçük yaştan sezilen bazı kabiliyetleri, onları yalnızlığa sü-
635
rükler. Bazıları da bütün şiddetiyle yaşamış çocukluğunu.
Benim durumum biraz garip.
Sabri diye bir arkadaşım vardı. Onunla cinsel konuları
tartışırdık. Bütünüyle yanlış sonuçlara varırdık cinsel mü-
nasebet konusunda. Namaz kılmasını ve din kurallarını da
Sabri öğretti bana. Okul müdürünün dediği gibi, sonradan
pişmanlık duyduğumuz bir hareketi de Sabri’yle birlikte ya-
pardık. Müdür bahçeye toplardı bizi ve kadın öğretmenle-
rin bacaklarına baktığımızı, üstü kapalı söyleyerek pişman-
lıktan bahsederdi. Ben bütün arkadaşlarımın kadınlarla
münasebeti olduğunu düşünür ve bu sözlerin yalnız benim
için söylendiğini sanırdım. Pişmanlık diyorum diye söze
başlardı müdür. Bazılarınız ne demek istediğimi çok iyi bi-
lirler. Evet, çok iyi biliyordum ne demek istediğini. Kızlar,
başlarını eğerek gülerlerdi. Bendeyse, ne yazık, meşhur
adamların bu konuda gösterdiği asil çekingenlikten eser
yoktu. Kızlar yerine de utanırdım. Onların da aynı hareketi
yaptıklarını bilmezdim o zamanlar.
Sınıf arkadaşlarım, helada sigara içerken kızlardan bahse-
derlerdi. Ben de, sigara içmediğim halde, onların yanında
durur ve “kızları” hakkında yaptıkları müstehcen yorumla-
rı dinlerdim. Onlara açıkça söyleyemezdim ama, bence bu
konu gizli tutulmalıydı. Onlar, kızlara mektuplarını bile,
hep birlikte yazarlardı. Bu mektuplar, bu konuda uzman sa-
yılan çocuklara yazdırılırdı; imlasına da ben bakardım.
Cümle yanlışlıklarını düzeltirdim. Bu konuda Nihat’ın gö-
revine imrenirdim. Nihat, mektupların altına kabartma gül-
ler yerleştirirdi renkli kâğıtları üst üste yapıştırarak. Bazen
kendinden geçer, zarfa sığmayacak büyüklükte kocaman
güller yapardı. Aynı zamanda, ezbere manzaralar çizerdi:
trenin penceresinden gördüğü manzaraları. Onu kıskanır-
dım. Reşit de düz kravatlar üstüne yağlıboya resimler ya-
pardı. O zamanlar böyle kravatlar çok modaydı. Benim
636
böyle marifetlerim yoktu. Ayhan bile, bir mızıka bulmuş,
aylarca uğraştıktan sonra, bir marş çalmaya başlamıştı. Ben
de okuduğum kitaplardan bahsederdim onlara. Nedense
kimse ilgilenmezdi. Nihat’ın yazdığı kötü şiirleri beğenirler,
benim okumak istediğim şiirleri dinlemezlerdi. Okula şiir
kitapları taşırdım; büyük bir kısmını da zaten ezbere bilir-
dim. Gene Nihat’ın şiirleriyle başa çıkamazdım. Çünkü Ni-
hat onlar için özel şiirler yazardı. Şiirin mısralarının baş
harflerini yukarıdan aşağıya okuyunca kızınızın adı çıkardı.
Bu şiirlerin kötülüğüne inandıramazdım onları. Harfleri yu-
karıdan aşağı hecelerken sevinçten tepinirlerdi: S-E-V-G-İ-
A-Y-H-A-N. Bir şiirde daha ne yapabilirdi insan? Ben o sıra-
larda Istrati’yi, Gorki’yi filan okuyordum. Onlara, realist
edebiyatın gerekliliği hakkında nutuklar çekiyordum. Be-
nimle alay ediyorlardı; hizmetçi kızlarla ilgilenmek gibiydi
realist edebiyatı sevmek onlar için.
Edebiyatı sevmiyorlardı; Salim Beyin dersini, demek isti-
yorum. Edebiyatçı Pisbıyık Salim’den beş almak çok güçtü.
Nihat bile, bütün şiirlerine rağmen ikmale kalmıştı. Yıldı-
rım da iki senelik olduğu halde gene kalacaktı. Biraz yara-
rım olsun diye Yıldırım’ı yanıma oturtmuşlardı. Yıldırım’a
çok kızıyordum. Onun mektuplarını başkaları yazıyordu.
En büyük güller onun için yapılıyordu. Herkes ona kopya
veriyordu; bana da bu hususta kesin emir verilmişti. Onun
hiçbir şey yaptığı yoktu. Bu yardımları bir prens hoşgörü-
süyle kabul ediyordu. Onu, sözlü yoklamalar için ders saat-
leri dışında çalıştırmak zorundaydım. Bazen, Yıldırım tah-
taya kalkınca, beni ön sıraya oturtuyorlardı: ona fısıldama-
lıymışım. Bu zor ve tehlikeli bir işti. Onu çalıştırmaya baş-
ladım sonunda. Kalın kafalının biriydi. Sık sık evine gidi-
yordum.
Yıldırım’a kızmak zordu. Bir melek gibi sırıtırdı daima.
Zarif hareketlerle dolaşır, altın sarısı saçlarını alnına doğru
637
iter ve pantalonunun arkası parlamasın diye sınıfa her gün
minder getirirdi. Paçaları kirlenmesin diye de devamlı kıvı-
rırdı onları. İyi futbol oynardı, ama ondan iyi oynayanlar da
vardı. Bütün kelimeleri yanlış yazardı. Mektuplarını düzel-
tirken saçımı başımı yolardım. Bütün sesli harflerden sonra,
sesleri uzatmak için yumuşak ge koyardı. Lazım yerine lağ-
zım yazardı. On kere anlattığım bir matematik problemini
sonunda anladığını sanırdım: öyle görünürdü. İmtihanda
aynı problem gelince gene kopya isterdi benden. Ona yaptı-
ğım bütün yardımları küçümserdi. Duygusuzdu: zayıf gör-
düğü herkesle alay ederdi. Yalnız benden çekiniyordu: bana
ihtiyacı vardı. Bütün bunlardan sonra, bir de romantik geçi-
nirdi. Yakışıklı olduğunu söylerlerdi: fakat burnu çarpıktı
ve kendisi de ufak tefek, oyuncak gibi bir şeydi. Babası çok
zengindi: fakat, her zaman özentili bir perişanlık içinde ge-
zerdi. Sınıfta giyime düşkün olanlar onun bu düzenli sav-
rukluğunu taklit ederlerdi. Benim derbederliğimle ise alay
edilirdi. Aramızdaki farkı göremezdim.
Sınıf birincisi olduğum halde, sınıfın en aptal çocuğu ol-
duğuma oybirliğiyle karar verilmişti. İşin kötüsü, ben de
bu karara katılıyordum. İçime kapanıp, haksızlığa uğramış
bir insan görünüşüne bürünemiyordum. Bütün bu olayları
baştan yaşayabilseydim! Hallaç pamuğu gibi atardım hep-
sini.
İster istemez sınıfın çalışkanlarıyla yakınlık kuruyordum.
Onlar da başka bir sıkıntı kaynağıydı benim için. Bir kere,
Yıldırım, Nihat, Ayhan gibi serseriler ilişki kurmamı hoş-
görmüyorlardı. Onlar da soylu bir sınıf sayıyorlardı kendi-
lerini ve ben de bu sınıfın bir temsilcisi olarak ihanet etmiş
oluyordum onlara. Beni top gibi oradan oraya atıyorlardı.
Bir de gerçekten aptallar vardı; onlar da beni duygusuz sa-
yıyorlardı. Bu aptallardan Özer, Nihat’ın sevgilisine âşıktı.
Akşama kadar yanına oturup teselli etmek gerekiyordu
638
onu. Birkaç gün denedim; sonra canım sıkıldı. Sonunda Ni-
hat’ın sevgilisinin de başka bir çocukla seviştiği anlaşıldı ve
Nihat da aptallar sınıfına atıldı. Kırmızı gülleriyle aptalca
şiirlerinden de bıkılmıştı zaten. Fakat Yıldırım’a sevgilisi
ihanet edince, kimse gülmedi ona.
Yıldırım’ın evinde toplanıyorduk. Yıldırım dalgın ve
ümitsiz âşık rolünde daha da sevimli görünüyordu. Kulağı
çok zayıf olduğu halde, beceriksiz dokunuşlarla piyanoda,
aldatan sevgili’nin şarkısını çıkarmaya çalışıyordu. Sonra
aynı şarkıyı plaktan dinliyorduk gece yarısına kadar. Bu
arada ben de aynı problemi defalarca anlatıyordum ona.
Dalgın ve mahzun beni dinliyordu. Böyle dertleri olmayan
bir Selim’i kıskanıyormuş gibi yapıyordu. Kaderini boğmak
için içiyordu; oysa, içkiye dayanıksızdı. Bir iki kadehten
sonra şişeyi bırakıyordu; bütün şişeyi ben bitiriyordum. İç-
kinin etkisiyle çocuklar garip hareketler yapıyorlar, başları-
nı halılara filan vuruyorlardı. İçkiye dayanıklılığımın biraz
olsun hayranlık uyandırdığını görüyordum. Bu arada, aptal
olmadığım anlaşılmıştı; fakat itiraf edilmiyordu.
Ben de göründüğüm kadar masum değildim. Sınıfın ça-
lışkanları yanımda kötülenince, sesimi çıkarmıyordum. Se-
simi çıkarmamak ne demek; ben de bazı örnekler vererek
katılıyordum onlara. Çalışkanlarla birlikte de Yıldırım’ı çe-
kiştiriyorduk. Çalışkanlar sınıfı da benim Yıldırım’a gitme-
me göz yumuyordu. Küçük hesaplarım vardı. Bu hesapları
bir yana bıraksaydım yapayalnız kalacaktım sınıfta. Nihat’ı
bir kenara itmişlerdi işte. Bütün mesele zayıf bir tarafınızı
yakalamamalarıydı: ondan sonra kurtuluş yoktu. Birbirleri-
ne de aynı davranışlarda bulunmaktan, gizlice birbirlerinin
arkasından alay etmekten çekinmiyorlardı. Arkadaşının gü-
lünç bir yanını yakalayan biri hayranlıkla dinleniyordu.
Belki bir çeşit yaratıcılık vardı bunda.
Okulda oynanan bir piyeste rol almam yorumlara yol aç-
639
mıştı. Tartışmalara konu olmak hoşuma gidiyordu. Beni
sahnede çok sahte ve gösterişli buluyorlardı, alay ediyorlar-
dı. Nedense hoşuma gidiyordu bu alaylar. Oyunumu seyre-
derken ön sıradakiler, başlarını ve parmaklarını sallayarak,
seni biliyoruz, bize rol yapma demek istiyorlardı. Aramızda
konuşurken kahkaha attığım bir sırada, işte diyordu Aydın
-içlerinde en iğrenç olanı- oyunda da böyle sahte kahkaha-
lar atıyorsun. Gerçek hayatta da sahteyim, diyordum güle-
rek. Bu işte, bana göre biraz aşağıda kaldıklarını hissediyor-
lardı. Alaylarının bu nedenle içime işlemediğini seziyorlar-
dı. Beni artık kendilerinden biri olarak kabul ederlerse, bu
aşağılık durumdan kurtulacaklarını düşünüyorlardı. Onla-
rın “kızları” da oyunumu seyretmişlerdi. Beni pek çocuk
bulduklarını söylemişlerdi. Hemen teslim olmak istemiyor-
lardı bana. Seni bizim kızlar daha adamdan saymıyor, de-
mek istiyorlardı. Fakat, benim gibi sahneye çıkmayı becere-
ceklerini de düşünmüyorlardı. Bu konuda üstünlüğüm tar-
tışma konusu bile olmuyordu. Aydın, beni himayesine al-
mıştı; yakışıklı bir çocuk olduğumu söyleyerek savunuyor-
du beni. Artık onu eskisi kadar iğrenç görmüyordum.
Benim anormallikten kurtulduğuma, ancak hafif bir ap-
tallığım kaldığına oybirliğiyle karar verdiler. (Yıldırım çe-
kimser kaldı.) Şimdi görselerdi beni ne derlerdi acaba? Hiç-
bir şey diyemezlerdi. Hiç olmazsa kendimi gizlemesini öğ-
rendim bu arada. Hepsi vız gelir artık. Yıldırım’ın babası if-
las etmiş dediler. Çalışkanlardan Erol anlatmıştı. Yıldırım
bir lokanta işletiyormuş; Erol gitmiş. Garson’a Yıldırım’ı ça-
ğırtmış ve lokantada beğenmediği noktaları belirtmiş. Çok
sinsiydi Erol. Okuldayken onlarla hiç takılmazdı. İntikamı-
mı aldım, diyordu. Yıldırım’a lokantadan çıkarken inşallah
başarırsın, demiş ve Amerika’dan aldığı son model arabası-
na atlayıp uzaklaşmış. Erol’u dinlerken belirsiz bir sevinç
duymadım diyemem.
640
Öğretmenler eve haber göndermişlerdi: oğlunuz sınıfın
serserileriyle dolaşıyor. Sonunda benim, serserileri yola ge-
tirdiğim oybirliğiyle kabul edildi. Onların okulu bitirmele-
rini sağlamışım. Onlara, bunun ne yararı oldu bilmiyorum.
Bana ne yararı oldu? Onu da bilmiyorum.
30 Mart
Her hatıram utanç verici. Şeker kralının nişanlısı ya da sev-
gilisi de garip bir hatıra. Kızı dün yolda gördüm. İhtiyar gö-
rünüşlü bir genç kadın olmuş. O hayata dayanamazdı gibi
beylik bir yargıyla geçiştirilebilir durumu. Ben tanıdığım za-
man on yedi yaşındaydı. Ben de on dört yaşındaydım. Şeker
kralı, kız, ağabeyi ve ben sık sık gece kulüplerine gidiyor-
duk. Ben dansetmesini bilmiyordum. Şeker kralı da etmi-
yordu. Büyümüş de küçülmüş bir çocuk olduğum için be-
nimle konuşmaktan, beni yanında dolaştırmaktan hoşlanı-
yordu. Ben durumumun farkında değildim. Kıza âşık oldu-
ğumu sanıyordum. Onunla dansedemediğim için üzülüyor-
dum. Kız benimle alay ediyordu. Bana sokuluyor, koluma
giriyor, omzuma yaslanıyordu. Beni zorla dansa kaldırmak
istiyordu. Birlikte pingpong oynuyorduk. İkimizin de saçı
alnımıza dökülüyordu. İkimizin de saçı siyahtı ve ikimiz de
pingpong oynarken ikide bir saçımızı düzeltiyorduk, geriye
itiyorduk ve ikimiz de terleyip kızarıyorduk hemen. İkimiz
de “excusez moi” diyorduk, top masanın kenarına çarptığı
zaman. Beni çocuk buluyordu; benimle eğleniyordu. Gece
kulüplerine gündüz gidiyorduk. Orkestra bir kenarda prova
yapıyordu. Şeker kralı orkestraya benim istediğim parçaları
çaldırıyordu. Kız da bana sarılarak dansediyordu; şeker kralı
gülüyordu. Kızın adı Sabahat’tı. Nedense ona Aydan deni-
yordu. Şeker kralının onunla evlenmeyeceği söyleniyordu.
641
Kızı, ağabeyiyle sıcak bir yaz günü yolda görüyorum: hafif
elbiseleriyle uçar gibi yürüyorlardı. Konuşurken, söz arasın-
da, İstanbul’a gidelim diyorlardı. Bu akşam gitsek iyi olur,
diyorlardı. Sonra hemen gitmeye karar veriyorlardı. Hemen
oradan bir taksi tutuyorlardı. Ve gerçekten gidiyorlardı. On-
ları hayranlıkla seyrediyordum. Hayretime gülüyorlardı. Ak-
şamüzeri, tenis kulübünde, yanına gidip durumu anlattığım
zaman, şeker kralı da gülüyordu bana. Üzülme, diyordu, ge-
lirler. Bir votka-limon ısmarlıyordu hemen. O zamanlar vot-
ka-limonu çok seviyordum. Sonra şeker kralıyla pingpong
oynuyorduk. Beni yeniyordu. Herkes yeniyordu beni; daha
yeni öğreniyordum. Birlikte atış poligonuna gidiyorduk. Bi-
ze her yerde çok saygı gösteriyorlardı. Şeker kralı, ilk karı-
sından olan oğlunun haylazlığını anlatıyor ve beni övüyor-
du. Arkadaşlarının çocukları da haylazdı. Hepsi beni övü-
yorlardı ve beni koruyorlardı. Fazla votka içmeme izin veril-
miyordu. Kulübe, şeker kralından önce gidip rahat etmek
istiyordum. Fakat, garsonlar da beni koruyorlardı. Herhalde
onların da haylaz çocukları vardı. Şeker kralına, Aydan’la
evlenip evlenmeyeceğini sormak istiyordum. Aydan, İstan-
bul’dan, tanımadığımız bir adamın arabasıyla ve bir sürü ye-
ni arkadaşlarıyla dönüyordu. Hep birlikte bir gazinoya gidi-
yorduk: yeni gelen İspanyol dansözlerinin bulunduğu gazi-
noya. Bir masaya sığmıyorduk. Birkaç saat sonra da herkes
birbirini kaybediyordu. Konuşmayı çok seviyordum. Ay-
dan’ın İstanbul’dan getirdiği yeni arkadaşlarıyla hemen dost
oluyor ve anlatmaya başlıyordum. Konuşmalar beni büyülü-
yordu. İnsanların söyledikleri sözlerden heyecanlanarak
kendilerini konuşmaya kaptırmaları, benim için bulunmaz
bir nimetti. İnsanları dinlerken onların bir an gelip kendile-
rinin farkında olacakları ve heyecanlarından utanacakları
düşüncesi beni korkutuyordu. Onlara çevrelerini unuttur-
maya çalışıyordum. Bütün dikkatimi üzerlerine çeviriyor ve
642
onları konuşmalarında hiç yalnız bırakmıyordum. Dinle-
yenlerden biri sıkılır da bu duygusunu belli eder endişesiyle
herkesi kolluyor, böyle olduklarını tahmin ettiklerimi soh-
betin dışında tutmaya çalışıyordum. Konuşurken ben de
çevremden uzaklaşıp gidiyordum. Beni dinleyip dinleme-
diklerini zor farkediyordum. Sabaha kadar durmadan konu-
şabilirdim. Gecenin bitmeye başladığını anlayınca mahzun-
laşıyordum. Konuştuğum insanların peşinden gitmek, onla-
rı yatak odalarına kadar, hatta ertesi günü işe gidinceye ka-
dar, hatta işlerinde çalışırken izlemek, durmadan konuşmak
ve dinlemek istiyordum. Ayrılınca insanların birbirlerine he-
men yabancılaştıklarını, eski havayı bir türlü canlandırama-
yacaklarını düşünüyordum. Kesintilere dayanamıyordum.
Kuşkulu ve ürkektim. İnsanlara, ancak benim yanımda ol-
dukları zaman güveniyordum. Benden ayrılınca beni yargı-
lamaya başlayacaklarını ve tekrar bana döndüklerinde, artık
eski sevgilerinin tükenmiş olacağını düşünerek korkuyor-
dum. İnsanlara çok önem veriyordum aslında. Benim için
ne düşünecekler diye içim titriyordu. Yatağa yatınca, o gün
yapmış olduğum aptallıkların utancı içinde kıvranırken, bü-
tün bu kusurlarımı onların da görmüş olduğunu ve onların
da görmüş olduğunu ve onların da yatağa yattıkları zaman,
benim gibi, olayları gözden geçirince benim saçmalamış ol-
duğumu birden göreceklerini ve benden nefret edeceklerini,
daha kötüsü, artık bana aldırmayacaklarını düşünüyordum.
Onlardan hiç ayrılmasam, onları sürekli konuşmalarımla
serseme çevirsem, onların bu ağır yargılarından kurtulabile-
ceğimi ümit ediyordum. Şeker kralı başka masada oturuyor
ve ben, onun da benden artık sıkıldığını sanıyordum. Beni
kötü sonuçların beklediğini kuruyordum kafamda. Daha
doğrusu ben kurmuyordum; kafamda kurulu bir makine
vardı ve bu makine, durmadan, ara vermeden düşünceler,
izlenimler sıralıyordu. Bu makinenin idaresi benim elimde
643
olsaydı, yalnız istediğim şeyleri, istediğim sırada düşünebil-
seydim neler başarmış olacaktım. Kafamda bir sürü süprün-
tü düşünce olmasaydı, bazen benim bile beğendiğim düşün-
celerle dolu olsaydı beynim... Kaybediyordum; düzensizlik
ve duruma hâkim olamamak yüzünden kaybediyordum.
Naci -Aydan’ın ağabeyi- şeker kralının gazinodan ayrıldığını
söylüyordu. Naci’yle peşine düşüyorduk onların. Kimsenin
yanımdan ayrılmasına dayanamıyordum. Param olmadığı
için, tek başıma arkalarından gidemiyordum. O zaman, da-
ha, genç bir adam bile olmadığımı anlıyordum. Naci’nin de
bir işi yoktu. Şeker kralından para aldığı söyleniyordu. De-
dikodular dolaşıyordu. Aydan’ın şeker kralıyla nişanlı olma-
dığı söyleniyordu. Naci de bu duruma göz yumuyor, deni-
yordu. Ben ortada bir çirkinlik göremiyordum. Herkes gü-
zeldi. Kötü bir söz söylenmiyordu. Kayar gibi yaşıyorduk.
Olup bitenler bana bir rüya gibi geliyordu. Kapılmıştım.
Sonra... sonra hiçbir şey olmadı. Şeker kralı Aydan’la ev-
lenmedi. Ortadan kayboldu. Bana allahaısmarladık bile de-
meden gitti. Aydan İstanbul’da yaşamaya başladı. Birkaç ke-
re evlenip ayrıldıktan sonra onu tekrar gördüm. Beni evine
çağırdı. Gitmedim. Neden gitmediğim ayrı hikâye. Şimdi de
güzel yüzü ve parlak siyah saçları geride kalmış. Sabahın
erken saatleriydi. Uyuyamadığım bir gecenin sabahında,
bitkin, dolaşıyordum sokaklarda. Anlattığına göre, bütün
gece içmiş. Eve yeni gidiyormuş. Bu kadar konuştuk. Bana
ilgisiz gözlerle baktı.
2 Nisan
Annem beni çok zor doğurduğunu söyler durur. Bu sabah
ona soruyorum: beni doğurduktan sonra kafatasımı yokla-
dın mı? Bu zor doğum sırasında bir ezilme, bir çökme oldu
644
mu acaba? Anneme diktim gözlerimi: bakışlarımla ona bas-
kı yaparak kendini suçlu hissetmesini istiyorum.
Anneme arada bir çatarım: kalıtım nedeniyle. Mendel ya-
salarıyla hırpalarım onu. Daha akıllı, daha kabiliyetli, daha
becerikli olsaydın, ya da beni doğurmasaydın, diye yükle-
nirim ona. Eksik yönlerini düşünseydin; bunların çocuğu-
na da geçeceğini düşünerek evlenmeseydin. Liseyi bitirdi-
ğine göre, sana da Mendel yasalarından bahsetmişlerdir.
Ayrıca, babamla bu kadar farklı bir temel yapıya sahip ol-
duğun halde, neden onunla evlendin? İkiniz, aşırı çelişik
uçlarda bulunan karakterlerinizin bana nasıl etki edeceği-
ni, benim hücrelerimi nasıl bir çıkmaza sokacağını hiç dü-
şünmediniz mi?
Annem bana hayrandır. İçinden, onunla ilgilendiğim,
onunla konuştuğum için sevinir; dışındaysa, kızar görünür
bana. Hele, ona bir şey öğretmek istediğimi, bilgiyle ilgili
bir sohbet yapacağımızı sezerse, hemen davranır, kalkar ye-
rinden: ocaktaki yemeğin altını söndürür, ya da elindeki ör-
güyü kaldırır, ya da radyoyu kapatır: beni iyi dinleyebilmek
için. Gerçek ilginin bu kadar candan bir belirtisini başka
yerde gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Yemeğin dibinin tut-
masına da aldırmasın, diyeceksiniz. Siz de çok şey istiyor-
sunuz.
Beni dinlerken, içinden, tanıdıklarının çocuklarıyla karşı-
laştırır. Hangisinin oğlu, annesine, Mendel yasalarına daya-
narak çatabilir? Sorarım size. Siz istediğiniz kadar anormal
deyin benim oğluma, her gün tıraş olmuyor, kılıksız dolaşı-
yor, deyin. Ahmet Beyin, şu Tosyalı pirinç tüccarın oğlu şiş-
man Nusret, böyle konuşabilir mi?
Annem, kendini savunmaya çalıştı. Başka anneleri örnek
verdi. Burada kolayca kazanır işte. Kafatasımın çok düzgün
olduğunu, ilkokula giderken kafam tıraş edildiği zaman,
herkesin, kafamın yuvarlaklığına hayran olduğunu söyledi.
645
Albümden resimler çıkararak örnekler verdi. Karpuz gibi
bir kafatasım varmış. Böyle ciddiye alınmak hoşuma gidi-
yor. Biraz daha kültürlü olsaydı, annemle birçok meselemi
konuşabilirdim. Biraz neşelendim. Bu görünüşüm de onu
sevindirdi ayrıca. Cesaretlenerek işe gidip gitmeyeceğimi
sordu. Bana çok uzak bir mesele geldi bu işe gitmek. Bütün
gün suratımı astım.
Gece onu bir gazinoya götürdüm. Aynı yaşta iki insan gi-
bi davrandık birbirimize. Annem çok gururlandı. Sonra,
birden sıkıntının geldiğini hissettim. Sevinç, eğlenme gibi
şeylere düşman bu sıkıntı. Sabaha kadar, Günseli’nin evinin
çevresinde gezindim. Kapıyı çalacak gücüm yoktu.
3 Nisan
Bu deftere kendimi anlatmaktan usandım. Başkalarının dü-
şüncelerini de yazmak istiyorum. Benim “mahrem-i esra-
rım” oldu bu defter. Aklıma gelen her şeyi yazabilirim bu-
raya.
Ben bir eskiciyim, eskiye dönük bir adamım. Ülkemizin
insanları, eskiden, bugünkü gibi bilgili olmadıklarından,
büyük bir içtenlikle, büyük bir saflıkla, büyük bir iyi niyet-
lilikle ve her şeyi yeni öğrenen insanların coşkunluğuyla,
bize özentisiz eserler kazandırmışlardır. Yıllardır, çocuklu-
ğumda beni büyüleyen kitapları, dergilerdeki yazıları yeni-
den gözden geçirmedim: buna cesaret edemedim. Eski bü-
yünün bozulacağından korktum. O günlerde okuduklarım-
dan aklımda kalan kırıntıları, o canım yazarların büyülü
sözlerinden bilincimin akıntısına takılan ve uykuda duyu-
lan seslere benzeyen yarım sözleri yeniden canlandırmak
için uğraşıyorum saatlerdir. Aklımda yarım şiirler, hikâye
646
parçaları, gazete havadisleri, okul kitabı metinleri yüzüyor.
Bilincimin dar boğazlarından yüzerek geçiyorlar belli belir-
siz biçimleriyle. Onları, özlerinin dışında, başka bir anlam
içinde seziyorum. Neden güzel olduklarını bulup çıkaramı-
yorum. Acaba güzel olan anlatılış biçimleri mi? Bilemiyo-
rum. Aklımda kalanları, gelişigüzel yazıyorum. Belki de
hepsi uydurma; aklımda öyle kalmış, ne yapayım?
Şiirler hatırlıyorum, yabancı dillerden çevrilmiş, yabancı
dil kokan şiirler:
Orada her şey büyülü ve usandıran bir haşmetle
görünür
Bütün renkler ve kokular içiçe.
Kader duvarları koyu ve karanlık gölgelerini salarlar
Buradan ebediyete kadar.
Daha eski dilden olanları da var: (Eskidikçe güzelleşi-
yorlar.)
Mutasevver ve mülâyim bütün muâdeletlerin
müphemiyeti.
Bu sakîm heyûlâyı fıtretle kaydediyor.
Deniz cisimlerinin mütemadî in’ikâsı içinde
Zulmet, bana artık zannedildiği kadar müstakim
görünmüyor.
Belki de bunlar, sadece, yabancı şiirlerin etkisiyle yazıl-
mış. Bilmiyorum. Karıştırıyorum.
Ya manzumeler!
Seni hürmete layık yapan kara sapandır
Toprak altında yatan ya deden ya babandır
647
Bir şeye sahip olan işte onu yapandır
Yazık traktörle toprağı işleyene
Armutları olmadan üstünden dişleyene.
Saffet Ağabey bana bir sürü manzume ezberletmişti. Bu
arada, hicivler, taşlamalar da vardı. Hepsi de aynı tezgâhın
imalatı gibi ne güzel birbirine benzerdi. Şimdi anlıyorum:
şiir orduları kurulabilirdi böylece:
Ekmek yirmi beş kuruş, bu ne biçim hükümet
Kalmadı artık bizde hakka hukuka hürmet
En sevdiklerim de tercüme romanlardı:
Lagranj, Lökok’a sert bir nazar atfetti. Aşağı Löretan-
ya’nın bu iki muannit serserisi için mutavaat kabul etmez
bir vaziyet hasıl olmuştu. Her ikisi de müthiş bir hâlet-i ru-
hiyenin esiri olmuşlardı. Lökok, nevmîdane konuştu:
- Hissiyatına mağlup oluyorsun. Mersiyer bu elim vaziyet-
ten bilistifade, Margörit’i avucunun içine, o menfur arzuları-
na ram etmek üzere ve gayri kabili red bir şekilde bu top-
rakların üzerinde bize hayat hakkı tanımayarak alacaktır.
Günün bu saatlerinde, Tosfanya Vadisi derin bir sükûnet
içindedir. Ağaçların yaprakları, bir nebze olsun kımılda-
maz. Vatren’in malikânesine giden tozlu ve kış mevsiminde
nakil vasıtalarının seyrüseferine imkân vermeyen yol, Şolye
Dağının eteklerinden kıvrılarak, bu nefis manzarayı, sey-
yahların gözlerinin önüne, gayrı kabili nisyan bir şekilde
serer. Yolun iki tarafı, mersin, ahududu, pelesenk ve mür-
dümeriği ağaçlarıyla kaplıdır. Bahçelerin hududu olan ha-
rap duvarların üstünü örten bögürtlen, ısırgan, şebboy, hin-
diba ve avret otları birbirine sarılarak yükselirler. Bu havali-
nin hususiyeti addedilen ve mahalli halk arasında pej tabir
648
olunan bir nevi çalılık, terkedilmiş araziyi ve Şolye Dağının
sarp kayalarının arasını bir halı gibi tefriş eder. Muvar Neh-
ri, arazinin bu kısmında, kirli ve bulanık bir manzara arze-
derek akar. Sıcak günlerde, serinlemek isteyen köylüler, bu
müstekreh manzarayı nazarı itibara almayarak, nehrin serin
sularına kendilerini elbiseyle terkederler. Malikânenin şi-
mali şarkisinde metruk bir değirmen vardır. Ahalinin, la-
netli addolunması sebebiyle yaklaşmaktan içtinap ettikleri
bu harap binada çoban Lotriye yaşar. Vatren’in malikânesi-
nin cenubunda Muvar Nehrine karışan Despiyö Çayı, bu
değirmenden geçer. Bina, zeytin ağaçları ve servilerin orta-
sında meş’um bir manzara arzeder. Hikâyemizin iptidala-
rında, Lotriye, bu değirmende, yalnız başına oturuyordu.
Camsız penceresinden bakıldığında bütün vadiyi görmek
kabildi. Etrafta, Lotriye’nin koyunlarının otlamasına müsa-
it, mebzul miktarda, uzun ve yaz mevsiminin ortalarına ka-
dar yeşilliğini kaybetmeyen otlar bulunuyordu. Tosfanya
koyunları havalide meşhurdu. Akşam vakti, malikânenin
yüksek duvarlarının arasındaki küçük patikadan koyunları-
nı geçiren Lotriye, malikânenin kapısı önünden geçerken,
Vatren’in, demir parmaklıklar arasından görünen iki katlı
kâgir villasına nefret ve hayranlık dolu nazarlar atfederdi.
Şimali garbiden cenuba doğru bir le harfi şeklinde uzanan
bu heybetli bina, asırdide çam ağaçları arasında, Vatren’in
haşmet ve itibarının bir timsali gibi dururdu. Demir kapı-
nın gerisinde, iki yanı çiçek tarhlarıyla süslü muntazam bir
yol, hafif inhinalarla yükselerek villanın kapısına kadar de-
vam ederdi. Evet. O kapının da gerisinde Beatris dö Vatren
oturuyordu.
Kitaplarda Lotriye’nin Beatris’e bakışını gösteren çeşitli
gravürler... Tosfanya Vadisi: uzaktan, iki duvarın arasında
koyunlar görünüyor. Şimdi gülüyorlar bu kitaplara; onlar-
649
daki sevimliliği hissetmiyorlar. Yok böyle bir şey, diyorlar.
Böyle kitapları da çevirmiyorlar dilimize artık. Hele bu şe-
kilde hiç çevirmiyorlar. Bunalım kitapları çeviriyorlar. Akıl-
sızlar! Bunalım da neymiş? Güzel Beatris’in yaşadığı mali-
kâne, benim için daha önemli. Geriye dönülemezmiş. Öyle
olsun. Ben Ekmekçi Kadın gibi kitaplar istiyorum. Ellerini
bileklerinden geriye doğru kıvıran kadınlarla, onlara eğil-
miş durgun yüzlü genç adamları gösteren gravürler istiyo-
rum. Demirhane Müdürü’nü istiyorum. Bu edebiyatın da, es-
ki elbiseler gibi, yeni baştan moda olmasını istiyorum.
Ya önsözler, ya yazarların hayat hikâyeleri, dergilerde çı-
kan eleştiri yazıları... İnsanların yaşadığını, birbirlerine çat-
tığını görmek, satırların arasındaki hareketi duymak...
Muhterem tenkitçinin işaret ettiği hususları büyük bir
hüsnüniyetle karşıladım ve bahsettiği satırları tekrar göz-
den geçirerek, olur ya insanlık hali, bir yanılma olmuştur
diye düşündüm. Mükemmellikten söz edecek ve benden
iyisini yapan yoktur, diyecek kadar mutaassıp olmadığımı
zannediyorum. Fakat, maalesef muhterem refikimizin takıl-
mış olduğu yerlerde ben mugayir bir husus göremedim.
Elimdeki kitapların kâfi olmadığını düşünerek Grand
Dostları ilə paylaş: |