01 tutunamayanlar



Yüklə 1,87 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə33/43
tarix02.01.2022
ölçüsü1,87 Mb.
#37691
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   43
oc49fuz-atay-tutunamayanlar

4 Mart

Neden bu tiyatroya gittim? Şimdi, kafama saplanan düşün-

ceyi söküp atamıyorum. Dün gece, İbsen’in Hortlaklar oyu-

608



nunu  seyrettim.  Tiyatronun  kapısında  duran  zayıf  gencin

sevgilisi  onu  atlatmasaydı  bütün  bunlar  başıma  gelmeye-

cekti. Taşralı bir tüccara benzeyen orta yaşlı bir adamla bir-

likte biletleri sevinerek aldık bu gençten. Tüccarın yanında

oturmak düşüncesinden rahatsız oldum; fakat bütün bilet-

ler  bitmişti.  Ben  o  gencin  yerinde  olsaydım  yalnız  başıma

girerdim tiyatroya: gelmeyen sevgiliye inat. Taşralı tüccarla

girselerdi,  ben  kurtulacaktım.  Olmadı.  Oyun  başlamadan,

son dakikada, bilet bulmak bir talih işiydi. Bu nedenle ken-

dimi biraz da akıllı saydım.

Şimdi  yatağıma  büzülmüş,  büyük  bir  dehşetle,  genç  Al-

ving’in beyninin nasıl yumuşadığını düşünüyorum. Ya kor-

kusu?  Tıpkı  benim  korkuma  benziyor.  Yatağa  uzandım  ve

kımıldamadan  yattım.  Beynimin  yumuşamasına  engel  ol-

mak  istiyordum.  Kımıldamazsam  bunu  başaracağımı  sanı-

yordum.  Henüz  aklım  başımdaydı.  Beynimin  erimesine

karşı  tedbir  olarak  kımıldamadan  yatarken,  bir  yandan  da

bunun aptalca bir çare olduğunu biliyordum. Demek ki ak-

lımı koruyabiliyordum. Belki korkumun değil, fakat düşün-

düğüm çarenin saçmalığının farkındaydım. Korkum da yer-

siz olabilirdi. Oswald Alving’in hastalığının kökleri babası-

nın  gençlik  günahlarıyla  ilgiliydi.  Olsun.  Bu,  durumu  de-

ğiştirmez.  Babamın  da  gençliğini  nasıl  geçirdiğini  bilmiyo-

rum.  Duyduklarım  bu  bakımdan  pek  ümit  verici  değil.

Uzun  yıllar  hovardalık  yaptığını  övünerek  söylerdi.  Fakat

neden bu oyunu seyrettim? Hem de böyle bir sırada... Bü-

tün  bunları  düşünmek  zorunda  kalmayacaktım.  Beynimin

geleceği hakkında kuşkulara kapılmayacaktım.

Oyuncular  ne  kadar  duygusuz.  Alving’i  oynayan  genç  -

oldukça  başarılıydı-  bütün  bu  korkunç  sözleri  her  akşam

aynı şekilde nasıl söyleyebiliyor? Oyundan sonra arkadaşla-

rıyla şakalaşarak makyajını nasıl kayıtsızca silebiliyor? Bana

kalırsa,  hastalanıp  ikinci  geceden  itibaren  oynayamamalıy-

609



dı.  Fakat  o  benim  gibi  değil  ki:  normal.  Normal,  anormal.

Bu  kelimeleri  çocukluğumdan  beri  sevmem.  Daha  o  za-

manlar,  bazı  akrabalarım  bana  anormal  derlerdi.  Bu  sözler

insanın yüzüne söylenmez. Gene de duyar insan. Anormal.

Bu  çocuk  anormal.  Bu  çocuk  normal  değil.  Onlara  göre,

durmadan  kitap  okuduğum  -hatırladığıma  göre  çok  oku-

mazdım  doğrusu-  ve  misafirlerin  yanına  çıkmadığım  -bu

“yanına  çıkmak”  deyimi  beni  ürpertirdi,  içime  bulantı  ve-

rirdi- ve gereken yerde gereken kelimeyi bulamadığım için

-bu nedenle bana ayrıca aptal da derlerdi- anormaldim. Ben

de büyüyünce çok normal olmak ve onları utandırmak için

yanıp  tutuşurdum.  Galiba  haklı  çıktılar.  Nasıl  bildiler  bu-

nu? Onların akılsız, duygusuz ve bilgisiz olduklarını bildi-

ğim  için,  haklı  çıkmalarına  bütün  kalbimle  ve  aklımla  ve

öfkemle  isyan  ediyorum.  Ben  haklı  çıkmalıydım.  Olmadı.

Sebep  olanların  gözü  kör  olsun!  Bir  zamanlar  tutunama-

yanlar diye bir söz etmiştim. Şimdi bu sözü çok hafif bulu-

yorum.


Odadaki bütün ışıkları yaktım, banyonun kapısını açtım.

Bütün  gece  onun  gelmesini  bekleyeceğim  herhalde.  Beni

uykuda  yakalamasına  izin  vermeyeceğim.  Onun  kıskançlı-

ğından da bıktım usandım: kitap okumamı istemez, düşün-

memi istemez, oyun seyretmemi istemez. Böyle bir baskıya

gireceğimi  bilseydim  daha  önce  evlenirdim.  İbsen  de  nasıl

yazdı bu oyunu? Yazmaya nasıl dayanabildi? Ben nasıl yaz-

dım hamamböceğini? O başka. Beynimin, hamamböceğiyle

ilgili kısmında bir düzleşme başlamıştır herhalde. Yumuşa-

maya bir başlangıç. Evet. Onlar haklı çıktı. Sonunda, bana

olanlar  olduktan  sonra,  aralarında  konuşacaklar:  yıllarca

önce  biz  bu  durumu  anlamıştık,  diyecekler.  Kitap  okuma-

sından  belliydi,  misafirlerin  yanına  çıkmamasından  anla-

mıştık.  Yerli  yerinde  karşılıklar  bulup  söyleyememesi  onu

bu duruma getirdi. Bir bakıma talihsizim. Misafirin yanına

610



çıkmadıkları  halde  başlarına  bir  şey  gelmeyenler  de  var.

Onlar bir bakıma kaybediyorlar. Eksik olsun böyle kazanç.

Ben  ölüyorum:  görmüyor  musunuz?  Yazık  diye  üzülecek-

ler.  Fakat,  haklı  çıkmanın  sevinci  içlerini  ısıtacaktır.  Beter

olsunlar diyeceğim; oysa beter olan benim.

Sahneden  bana  yeni  doğmuş  bir  bebek  gibi  bakan  Os-

wald Alving’i hiçbir zaman aklımdan çıkaramayacağım. Ni-

etzsche de böyle olmuş diyorlar. Nietzsche. Oswald Alving

gibi bir hiç değil ki!

6 Mart

Yolculuktan bu sabah döndüm ve hemen hastalanarak gene

yatağa  düştüm.  Eve  yeni  dönmüştüm:  akşamüstü  Günse-

li’ye uğramayı düşünüyordum ve öğleden sonra birden ate-

şim  yükseldi.  İçimde  yaşama  arzusu  kalmadığı  için  iyileş-

miyorum herhalde. Şimdi yanımda Günseli olsaydı iyileşir-

dim  diye  düşünüyorum.  Annemle  de  haber  gönderemem.

Hastalığım  düşündürüyor  beni:  bu  ateş  beni  korkutuyor.

Kötü ve çaresiz bir hastalık mı acaba? Yatağın içinde, hiçbir

şey  yapmaya  cesaret  edemeden  korkuyorum.  Kafka’nın

korkusu  gibi  değil;  insanın  evrendeki  hiçliğiyle  ilgili  bir

korku değil. Anlamsız bir korku. Zavallı bir böceğin vücu-

dunda  duyduğu  ve  anlamını  bilmediği  bir  korku.  Bitkisel

bir korku.

Beni kötü yetiştirdiler. Annem de, babam da bana gerekli

eğitimi vermediler. Yaşamak için demek istiyorum. Bana ya-

şamasını öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğre-

nilerek  yaşanacağını  öğrettiler.  Yaşanırken  öğrenileceğini

öğretmediler. Ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu

yanlışlara.  İnsan,  kendi  bulurmuş  doğru  yolu.  Ben  bula-

mazdım. Bana, başkalarına gösterdikleri basmakalıp yolları

611



öğrettiler.  Başka  türlü  bir  itinayla  tutmalıydılar  beni.  Daha

fazla değil, farklı. Normal bir insan olmaya zorladılar, bana

boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da, anormal dedi-

ler.  Ben  de  kendimi  anlamadım:  bütün  hayatım  boyunca

normal  bir  adam  olmaya  çalıştım.  Arkadaşlarla  geneleve

gittim, müstehcen romanlar okudum ve sokakta genç kızla-

rın  peşinden  gittim.  Hiçbirinde  tutarlılık  gösteremedim.

Bunun  üzerine  anormal  olduğuma  karar  verdiler.  Onlara

biraz olsun benzeyebildiğim ölçüde kendimi mutlu sayıyor-

dum.  Kendimi  onlardan  ayırmasını  beceremedim.  Hitler,

genel  yatakhanelerde  işçilerle  kalırken  bile  onlardan  ayrı

olduğunu  hisseder,  onlara  yaklaşmazmış.  Bende  böyle  bir

içgüdü  yoktu.  Sınıfta  toplanıp  müstehcen  resimleri  seyret-

tikleri zaman, onlardan uzaklaşmak gerektiğini bilemedim.

Oysa, onlar gibi hissetmiyordum. Duyduğum bu yabancılı-

ğı, onlardan geri kalmak diye nitelendirdim ve nefes nefese

onlara yetişmeye çalıştım. Bu bakımdan yakınmaya hakkım

yok. Onlar gibiydim.

Bu kıskanç korku gelinceye kadar, yaptıklarım bakımın-

dan değilse de, aklımdan geçenler bakımından aşağılık bir

hayat yaşadım. Büyük ve güzel şeyler yerine, aşağılık şeyler

düşündüm. Şimdi de durum düzelmiş değil: hiçbir şey dü-

şünemiyorum. Çok bayağı bir olay. Neresinden tutulsa in-

sanın elinde kalıyor: dağınık ve çürük bir örgü. Evet, hak-

lıydı  akrabalar.  Ben,  normal  olmadığım  için  anormal  olan

bir çocuktum. Allah beni kahretsin ve ediyor da. Montaig-

ne,  kötü  davranışlardan,  istemediğiniz  için  kaçının,  diyor:

beceremediğiniz için değil. Beni ne güzel açıklıyor. Ben de

diyorum  ki:  Sayın  Montaigne  ve  sizin  gibiler!  Canınız  ce-

henneme! Sizin haklı olmanız bana hiçbir şey kazandırmı-

yor. Köşemde kıvrılıp ölüyorum işte. Siz de sevimli akraba-

larım kadar yabancısınız bana. Adınız Marki bilmem ne de

olsa...  Tabii  siz  gurur  duyuyorsunuz  düşüncelerinizden.

612



Diyorsunuz  ki,  Selim  Işık  diye  bir  mesele  olmamıştır.  Ol-

mayan  bir  mesele  için,  düşünce  tarihinin  insanı  yücelten

gelişimini bozamayız. Siz, kendini şövalye sanan Don Kişot

gibi  ilginç  de  değildiniz  üstelik.  Özür  dileriz,  bizi  rahatsız

etmeyin.  Düşünecek  meselelerimiz  var.  Her  gün  yüz  bin-

lerce insan ölüyor. Ancak ilginç olaylarla uğraşabiliriz. Next



please!

İyileşmek istemiyorum. Artık bu kadarını ümit edemiyo-

rum. Göğsümde sıkışıp kalmış korkuyu atabilsem yeter ba-

na.  O  zaman  aklım  ve  bedenim,  istediğim  gibi  uyuşmuş

olacak: beni yıpratan bu çelişme sona erecek. Ben de, beni

küçümseyen bu kalabalığın gözlerinin içine korkusuzca ba-

kabileceğim.  Beni  korkutan  yaşama  içgüdüsünü  göğsüm-

den söküp atabilsem, ben de çekinmeden, gururla, kişiliği-

mi  sürdürebileceğim.  Şerefli  insanların  -böyle  insanlar  ol-

duğundan  kuşkuluyum-  arasına  karışarak,  son  günlerimi

haklarına kavuşmuş bir insanın huzuru içinde bitireceğim.

Canım hiç içki istemediği halde -belki o zaman ister- bir bi-

rahaneye  giderek,  başım  yukarda,  biramı  ısmarlayacağım.

Garsonu çağırırken eziklik duymayacağım. Herkes gibi -ar-

tık kimse, benim herkes gibi olduğumdan kuşku duymaya-

cak-  kendime  güvenerek  biramı  yudumlayacağım.  Canım

içki içmek istemediği halde, bu işi hiç rahatsız olmadan ya-

pacağım.  Ne  acele  edeceğim,  ne  de  gereksiz  yere  uzataca-

ğım. Tam ölçüsünü bulacağım. Bir birayı da içmesini bilme-

yecek miyim artık? Bira içmeyi bildiğimin farkında bile ol-

mayacağım.  Meze  de  istemeyeceğim,  herkes  istiyor  diye.

Garson da anlayacak bendeki değişikliği. Meze ister misiniz

beyim bakışıyla süzmeyecek beni. Ya da bana, öyle bakıyor-

muş  gibi  gelmeyecek.  Kendimden  kuşkulanmadığım  için,

kimse  de  benden  kuşkulanmayacak.  Bazı  insanlar  birasını

mezesiz içer. Ben de onlardanım işte. Bu bir zevk meselesi-

dir.  Buna  karışılmaz.  Üstelik  bu  insan  yakında  ölecekse,

613



ona saygı duyulur. Belki biraz da tuz ekerim biranın içine:

daha  iyi  oluyormuş  böyle.  Ne  yazık:  bira  içmek  istemiyo-

rum. Özlediğim güven duygusuna kavuşunca, bira içme öz-

lemini  yitirmiş  olacağım.  Montaigne  ne  derse  desin,  hazin

bir durum bu. Oysa, yaşamış olduğum birçok yanlışlığı dü-

zeltebilecektim.  Bütün  ayak  izlerimin  üzerinden  bir  daha

gidecektim. Yalnız bir kere yaşanıyormuş.

Bütün  günümü  bu  düşüncelerle  geçiriyorum;  gece  için

gene  bir  hazırlık  yapmadım.  Oysa,  gecenin  geçmek  bilme-

yeceğini  seziyorum.  Bu  satırları  sabaha  karşı  üçte  yazıyo-

rum. Saat bire kadar annemi karşımda oturttum. Nefes ala-

mıyordum; koltukta iki büklüm oturuyordum. Annem kar-

şımdaydı. Bir kelime söylemeye korkuyordu. Ben de konuş-

muyordum. Enerjiden tasarruf ediyoruz ya. Birlikte geçirdi-

ğimiz yıllar boyunca annemle o kadar az konuştuk ki. Şim-

di nereden başlayabilirim? Beni kötü yetiştirmekle suçlaya-

mam ya onu böyle bir durumda. Ne desem farketmez: yo-

rum yapmadan beni dinler sadece. Olmaz. Bir insanla karşı-

lıklı  konuşacak  gücüm  yok.  Bir  insan,  bir  karşılık  bekler

sizden. Konuşurken ve dinlerken hissedersiniz bunu. Güç-

lü kuvvetli olduğunuz zaman önemsemezsiniz. Günseli de

bana bunu hissettiriyor. Bana yararlı olmak istiyor; oysa be-

ni yoruyor. İlgileniyor; demek ki ilgi bekliyor. Hiç olmazsa

ilgilendiğinin farkedilmesini bekliyor. Annem öyle değildir.

Kendini karıştırmadan benimle birlikte olmasını bilir. Hem

de kitaplarda okumadan, bir yerden duymadan: içinden öy-

le  geliyor.  Bütün  anneler  böyle  değildir.  Gidip  yatmasını

söylüyorum: itiraz etmeden gidiyor. Karşımda oturduğu za-

man düşüncelerimi hafifletiyor. İşim bitince gönderiyorum.

Biraz iyileştiğimi görünce, bana yaptığı iyiliğin karşılığı ola-

rak onunla ilgilenmemi bekleyebilir, değil mi? Hayır. Sevi-

niyor sadece.

Uyuyamıyorum.  Uykuda  değişeceğimden  korkuyorum.

614



Oswald gibi uyanmaktan korkuyorum. Kendimi yormama-

ya çalışarak bekliyorum yatakta. Oysa, asıl bu bekleyiş yo-

ruyor beni. Terlemeye başlıyorum. Şaşılacak derecede zayıf-

ladım bu terlemeler yüzünden. Önce ellerim, ayaklarım ter-

liyor;  sonra  bacaklarım,  sırtım.  Ateşim  biraz  düşüyor  bu

terlemelerin  sonunda.  Tekrar  ateşime  bakmaya  başladım.

Yarım saatte bir derece koyuyorum. Annem, bazen dereceyi

saklıyor. Terleme geçince yataktan kalkıyorum, çamaşır de-

ğiştiriyorum ve evde dolaşmaya başlıyorum. Annemin uyu-

madığını,  yatakta  endişeyle  beni  izlediğini  seziyorum.  Ba-

zen dayanamıyor; çekingen bir sesle, nasıl olduğumu soru-

yor.  Ona,  en  aksi  bir  sesle,  anlaşılmaz  ve  homurtulu  bir

karşılık  veriyorum.  Koltukta  uyukluyorum  çoğu  zaman.

Ankara’daki evi görüyorum rüyamda. Ev büyüyor, büyüyor,

insanlarla  dolup  taşıyor.  Tanıdığım  bütün  insanlar  sığıyor

evin içine. Gözlerimle, en önemsiz köşelerine kadar dolaşı-

yorum  evi:  annemle  babamın  pirinç  topuzlu  karyolasını,

tahta  kenarlı  koltukları  görüyorum.  İstanbul’a  taşınırken

hepsi  satılmıştı.  Kafamın  içini  temizlemek  mümkün  değil

demek ki.



10 Mart

Günseli’yi gördüm. Bana, hiç hasta değilmişim gibi davranı-

yor artık. Bu kadar uzun hastalık olur mu? Bu konuyu ko-

nuşmuyoruz. Evinde yalnızdık. (Arada hastalığıma izin ve-

riyorum;  yoruluyorum  yatakta.  Ya  da  ben  hastalıktan  izin

alıyorum. Böylece sokağa çıkabiliyorum.) Divanda, dizleri-

nin üstüne yattım. Başımı okşayarak dinlendirdi beni. Ona

İbsen’in oyunundan da söz etmedim. Belki de sevişeceğimi-

zi düşünüyordu. Bu düşüncelerini engellemek için, ateşim-

den ve zayıflığımdan bahsetmek zorunda kaldım ona. Göz-



615


leriyle  karşılaşmaktan  çekindim;  tavana  baktım.  Sonra...  o

korkunç terleme geldi. Hastalanmaya başladığımı ve hemen

gidip yatmam gerektiğini söyleyerek kaçtım. Bizim aşk sona

erdi anlaşılan. Gözlerindeki endişeyi görmemek için yüzü-

ne bakmadım. Beni ilgi de yoruyor.

Üç  gündür  evden  ve  yataktan  çıkmıyorum.  Böylece  an-

nemden  başka  kimseyi  görmek  zorunda  kalmıyorum.  Öl-

sem  kimsenin  haberi  olmayacak;  bize  bildirmedi  diyecek-

ler.  Buna  da  razıyım.  Yaşamamak  ve  dolayısıyla  yorulma-

mak  için  tedbirler  alıyorum  gene;  bu  nedenle  günlük  tut-

maya  da  üç  günlük  bir  ara  verdim.  Düşüncelerimin  bir  iz

bırakmadan  dağılmasını  bekliyordum.  Ortalığı  bir  duman

kaplamıştı.  Düşünceler,  anılar,  istekler  birbirine  karışıyor-

du. Şimdi bir durgunluk var.

Dün sabah annem, eskiden nasıl uslu bir çocuk olduğu-

mu anlattı ve sonunda, şimdi de eski durumuma döndüğü-

mü söyledi. Korkunç bir bakışla susturdum onu. Bilmeden

Oswald  meselesine  dokundu;  ben  de  unutmaya  çalışıyor-

dum. Ölürsem daha da uslu olacağımı söyleyerek yerimden

kalktım,  yatağıma  döndüm.  Kimseye,  kimsenin  varlığına

dayanamıyorum artık.

12 Mart

Beni hayata bağlayan tek şey bu günlük. Onun için yazıyo-

rum.  Yazdıklarımı  da  okumuyorum.  Annem  okur  korku-

suyla defteri yatağımın altına koyuyorum. Çok düzgün bir

yazıyla yazmaya çalışıyorum: buhranlı bir gencin karalama-

larına benzememesi için. Fakat olmuyor. Sayfanın ortasına

doğru yazım bozuluyor, titrekleşiyor. Ellerimin titremesine

engel  olamıyorum.  Kendimden  utanıyorum.  Hiçbir  işi  so-

nuna getiremedim istediğim gibi.

616



Yazmaktan  sıkılınca,  sayfaların  kenarına,  asık  suratlı  ya

da mahzun bakışlı insanlar çiziyorum. Birbirlerine bakma-

yan yalnız insanlar. Resme kabiliyetim olduğunu söylerler-

di. Bazı insanlar tabii. Bazıları da, kendimi bir şey sandığı-

mı,  oysa  daha  doğru  dürüst  çizmeyi  beceremediğimi  söy-

lerlerdi. Benim üzerimde hiçbir zaman anlaşamadılar. Ora-

dan oraya sürüklediler beni. Üniversitede arka sırada otu-

rur birşeyler çizerdim, birşeyler karalardım. Kimseye uzat-

mazdım  çizdiklerimi.  Olmazmış.  Çizmek  eylemi,  kendini

ortaya  koymakmış.  Buna  hakkım  yokmuş.  Çevremde  bir

hava yaratmaya çalışıyormuşum. Anatomi de bilmiyormu-

şum. Başkalarının yanında bulununca saldırıdan kaçınmak

imkânsız.  Sınıf  arkadaşlarımdan  biri,  gizlice  almış  karala-

dığım kâğıt parçalarından birini; bu işten anlayan, güven-

diği birine götürmüş. Hemen yetiştirdi: bende çizgi esprisi

yokmuş. Yok canım: böyle olmadı herhalde. Herhalde ben

uyduruyorum. Ben de saldırıya karşı o kadar savunmasız-

dım  ki.  Bende  çizgi  esprisi  yokmuş:  bazen  oluyor.  Yatağı-

mın  altına  girip  defteri  de  kaçıramazsın  ya;  bu  bakımdan

rahatım.


Sinekler  de  eskisi  kadar  rahatsız  etmiyor  beni.  Onlar  da

fazla  uğraşmıyor  benimle.  Bu  hareketsiz  ve  çevreye  ilgisiz

adamın  üstüne  çok  konmuyorlar;  ya  da  hemen  uçup  gidi-

yorlar. Belki de onlara ilgimi yitirdiğim için gücendiler ba-

na. Duvarda, tavanda öldürdüğüm sivrisineklerin kan leke-

lerini  sayıyorum.  Ne  hırsla  öldürmüşüm  zamanında;  yapı-

şıp  kalmışlar.  Bazı  lekelerde  yanılıyorum.  Kalkıp  bakıyo-

rum: yuvarlak, koyu lekeler. Kim bilir ne? Eskiden bir siv-

risineğin  vızıltısı  uyandırırdı  beni.  Havalar  ısındığı  halde,

geceleri hiç vızıltı duymuyorum şimdi. Karanlıkta, uyuma-

dan,  tetikte  onu  beklediğim  halde  sivrisinekleri  duymuyo-

rum. Duyularım zayıflamış olmalı. Oysa bir ay öncesine ka-

dar ne keskindi... Böyle olurmuş. Önce birden kuvvetlenir,

617



sonra insanı bırakırmış; bir külçe gibi kalırmış insan. Eşya-

lara  çarpıyorum  yürürken.  Karanlıkta  yönümü  tayin  ede-

miyorum.  Birden  kendimi  bir  duvarın  karşısında  buluyo-

rum:  soğuk  ve  sert  bir  duvarın.  Başımı  çarparak  dağılaca-

ğım korkusuyla duruyorum. Annemin çok değer verdiği bir

sigara tablasını kırdım: robdöşambrımın eteğiyle. Başka za-

man olsa çok kızardı. O kadar aldırışsız olmuşum ki robdö-

şambr diyorum. Ne bileyim ne demeli? Uzun hırka desey-

dim...  Oblomov’un  hırkası  gibi.  Sizlerle  uğraşacak  halim

yok. Kimsenin okumayacağı bir günlük için bu zahmete gi-

remem. Oda giysisi diye yazarım dünyaya ikinci gelişimde.

Ne  aptalmışım  bir  zamanlar:  var  olmayan  kişileri  alırdım

karşıma; onların beni eleştirmelerine karşılık vermeye çalı-

şırdım. Bunu yapıyorum çünkü... derdim. Öyle diyorsunuz

ama...  derdim.  Benim  asıl  niyetimin  ne  olduğunu  biliyor

musunuz  bakalım?  diye  azarlardım  onları.  Şimdi,  bu  kü-

çüklüklerin  üstüne  çıktım.  Kimseyle  alışverişim  yok.  Yal-

nız, size iyilik olsun diye robe-de-chambre yazacağım. Biraz

“sense of humour” kaldığını anlayın diye bende.

Tolstoy,  düşündüklerinizi  yazmaya  değer  bulmuyorsanız

yazmayın, diyor. Siz öyle bulamazsanız, gerçekten yazmaya

değmezmiş. Tolstoy’a karşıyım. Yazıyorum. Bu, ancak beni

ilgilendirir. Bu, beni ilgilendirir ancak. Hepsini birden din-

ledik  zamanında  ve  hiçbirine  yaranamadık.  Eksik  olsunlar

artık.

İlaçlara  güvenerek  iyileşme  savaşına  girmek,  beni  ken-



dimden iğrendiriyor. Bir yandan, yaşamak istemediğimi dü-

şünürken,  bir  yandan  da  günde  üç  kere  gargara  yapışım,

aşağılık  bir  korkuyu  belirtiyor.  İlaçlarımı  alıp  banyoya  ka-

panıyorum; bu iğrenç durumumu kimse görmesin diye ka-

pıyı kilitliyorum. Doktorlarla alışverişi kestiğim için eczacı-

ların  tavsiyelerine  uyuyorum.  Onlar,  insanın  suratına  kuş-

kuyla  bakmıyorlar  ve  yakınmalarınızı  sabırla  dinliyorlar,

618



sonunda eli boş çıkmıyorsunuz eczaneden. Organlarımı sı-

rayla tedaviye başlıyorum: önce burnuma damla, sonra bo-

ğaz için gargara ve pastil; belirli yerlerime yakılar koyuyo-

rum. Sinirlerimi gevşetmek için de her gün değişen haplar

yutuyorum:  bu  konuda  anlaşamıyor  eczacılar.  Çok  farklı

tavsiyelerde  bulunuyorlar.  Bende  de  kabahat  var:  sıkıntıla-

rım her gün değişiyor. Her gün yeni hastalıklar buluyorum

kendimde. Bu işleri, yazdığım kadar eğlenceli yapmadığımı

söyleyebilirim.

15 Mart

Bugün sokağa çıkmaya karar verdim: gene bir izin kullana-

lım. Günseli’ye gitmek istiyordum. Birkaç gündür izinli ol-

duğunu  biliyordum.  Evden  çıktım,  yavaş  yavaş  yürüyerek

caddeye ulaştım. Kalabalık, birden şaşırttı beni: başım dön-

dü. İnsanlar, bana çarparak yanımdan geçiyorlardı. Kuvvetli

güneş  gözlerimi  kamaştırdı,  sersemledim.  Bu  telaşı  ve  bu

güneşi... ve insanların, bütün bunlara aldırmadan çaba gös-

termesini  anlamıyordum.  Bu  gücü  nereden  buluyorlardı?

Dış etkilere duyarlıkları kalmamıştı. Sağlam kayalar gibi yu-

varlanıp gidiyorlar, önlerine çıkan zayıf cisimleri ezip geçi-

yorlardı.  Kaldırımın  kenarına  çekildim:  azalıp  bitmelerini

bekledim.  Güneş,  üstlerinde  kesin  gölgeler  bırakarak  yalı-

yordu onları. Hiç aldırmadan geçiyorlardı. Beklemenin fay-

dasız olduğunu görünce, geri dönmek, yatağıma ve ilaçları-

ma  dönmek  istedim.  Bu  şiddete  dayanamayacaktım.  Bir

elektrik direğine yaslandım. Bu sırada Cevdet’i gördüm kar-

şımda. Nasıl geldiğini, nasıl yaklaştığını farketmedim. Oysa

insanlar,  bu  aceleciliklerinin  içinde,  benim  farketmediğim

birçok  şeyi  görüyorlar.  Ben  durduğum  yerde  uyuyorum,

gözlerimi dört açtığım halde. Onlar da güneşin ve insan se-

619



linin varlığını duymuyorlar. Hayır. İstedikleri zaman, onlar

için  gerekli  olduğu  zaman  duyuyorlar.  Benim  gibi,  onlara

benzemeye çalışanlarsa... neyse geçelim bunu. Cevdet’i far-

kettim  sonunda.  Daha  o  kadar  körleşmedim.  Nedendir  bi-

linmez:  hep  gülümser.  Onu  gördüğüm  anda  direğe  yaslan-

mış  duruyordum:  kendimi  toparlamaya  ihtiyacım  yoktu.

Önce gülümsemesini gördüm; sonra gülümseyen ağız daha

açıldı: sesler çıkarmaya başladı. Ne söylediğini pek anlamı-

yordum. Ben de onun gibi gülümsemeye çalışıyordum. Du-

rumumda bir anormallik yoktu herhalde. Cevdet de konuş-

masını  aralıksız  sürdürdüğüne  göre,  durumu  idare  ediyor-

dum. Fakat birden “onun” geldiğini, göğsümü sıkıştırmaya

başladığını  hissettim:  ölüyordum.  Elektrik  direğiyle  Cev-

det’in gülümsemesi arasında sıkışıp kalmıştım: hareket ede-

miyordum. Cevdet’e nasıl anlatabilirdim? Hastalığımı bilmi-

yordu.  Fırsat  bulup  söyleyememiştim  de.  Konuşmasının

akışı  içinde  hastalığımı  bir  yere  yerleştirmek  imkânsızdı:

paniğe kapıldım. İnsan olduğumu unuttum. Alışkanlıklarım

beni  bırakıp  gittiler.  Kendiliğimden  bir  davranışta  buluna-

mayacaktım.  Ölüm  halinde  olduğumu  söyleyemeyecektim.

Bu nasıl ifade edilirdi? Oysa, konuşmayı sürdürmek gereki-

yordu:  ölmek  pahasına.  Yolda-bir-arkadaşına-rastlayan-bir-

insanın-alışılmış-tavırlarıyla dinlemek gerekiyordu Cevdet’i.

Böyle bir durumda nasıl davranılırdı? Ümitsiz gözlerle çev-

reme baktım: benim gibi, arkadaşını dinleyen başka bir in-

sanı boş yere aradım. Benim durumumdaki bir insana ben-

zemeyi  becerebilirdim  belki.  Cevdet  ne  yazık  ki  -ya  da  ne

iyi ki- benim eriyip dağılışımı görmedi. Telaşımın yersiz ol-

duğunu  hissettim.  Bakışlarından,  kötü  bir  şey  olmadığını

sezdim.  Bütün  gücümü  toplayarak,  ondan  ayrılmayı  sağla-

yacak bir iki kelime söyledim. Ayrıldık; daha doğrusu ben,

elektrik  direğine  dayalı,  onun  gidişini  seyrettim.  Ölmek

üzereydim. Hemen bir taksiye attım kendimi; eve döndüm.

620



Evde  ölmek  istiyordum.  Annem,  kapıdan  girişimi  kor-

kuyla seyretti. Banyoya daldım ve ilaçlarıma saldırdım. Eve

dönmek beni, ne pahasına olursa olsun yaşamak isteyen bir

solucan  yapıyor.  İnsanların,  güneşin  ve  hareketin  olduğu

yerde  ölüm  kavramına  daha  kolay  dayanabiliyorum.  Eve

dönünce, duvarlara, eşyaya sinmiş olan karanlık düşüncele-

rim üzerime saldırıyor: ölüme, evde katlanamıyorum. Oysa

evde ölmek istiyordum. Ne istediğimi bilmiyorum artık sa-

yın insanlar! Beni affedin!

Bardaktaki suya, renkli ve kokulu sıvılar damlattım. İlaç,

büyüyle ilgili bir şey galiba. Batıl bir inanış. Bütün doktor-

lar kalbimin sağlam olduğunu söylediler; bununla birlikte,

kalbi  takviye  eden  bu  ilaçları  aldığım  zaman  ferahladığımı

sanıyorum. Daha doğrusu, ilaçları almadan sabırla bekleye-

miyorum sıkıntının geçmesini.

Sokaktaki  ölümden  kaçmıştım.  Şimdi  evdeki  ölüme  da-

yanamıyorum. Yatağa uzandım, düşünmeye başladım: nere-

deki ölüm daha iyi? Sokakta ölmek daha güzel; gene de ev-

de ölmek istiyorum. Babamın ölümü gibi aceleye gelsin is-

temiyorum.  Kimse  yanımda  olmayacak  sokakta,  kimsenin

haberi olmayacak. İnsan, evde tedbirini ona göre alır. Konu

komşuyu  davet  eder.  Ölümümü  gazeteden  öğrenmelerini

istemiyorum. Ya da hiç duymayacaklar. Aylarca sonra, öldü-

ğümü bilen birinden öğrenecekler. Ne var ne yok, diyecek-

ler. İyilik sağlık, diyecekler. Selim nasıl, diyecekler. Hayret-

le  yüzüne  bakacaklar.  Duymadınız  mı,  diyecekler.  Sonra,

daha ne var ne yok, diyecekler; iyilik sağlık diyecekler. Sı-

radan  bir  ölüm.  İki  “iyilik  sağlık”  arasında  kalacak  ölü-

müm.  Belgeler  de  kalmayacak  geride.  İsteseler  de  öğrene-

meyecekler.  Nasıl  bir  insandı,  diyecekler.  Sizden  iyi  olma-

sın çok iyiydi, diyecekler. Nerede gençlik resimleri, çocuk-

luk resimleri, bebeklik resimleri? Şuralarda bir yerlerde ol-

malı,  diyecekler.  Hizmetçi  kaldırmış  olmalı,  diyecekler;  o

621



kadar da söylüyorum buraları karıştırmayın diye.

Divana  uzandım  sırtüstü.  Ölmedim.  Güneşin  bütün  ci-

simleri ışıttığı bir sırada miskin bir durumum var. Tabiatla

da iyi geçinmesini bilemedim. Gene de anlayışla kabul eder

beni  belki.  Galsworthy’nin  hikâyesindeki  gibi,  elma  ağacı-

nın altına da gömmezler ki insanı. Rüzgârlı, yeşil bir bayı-

rın  manzarasına  karışamaz  ki  insan.  Neresinden  baksam

uygunsuz bir görünüş. Eskiden belediye yokmuş herhalde.

Herkese uygun bir köşe bulunuyormuş. Medeniyetin de bir

yararını  görmedim  ayrıca.  Tabiata  dönemezsin,  binaların

boyunu aşan bir taş da diktiremezsin kendine. Zencilere ya-

pıldığı gibi cenazende şarkı da söylemezler. Sıcak bir gün-

de, kara gözlükler takmış, ceketlerini kollarına almış insan-

lar,  beyaz  gömlekli  adamlar,  başörtülü  kadınlar...  Hiç  ol-

mazsa gazoz içsinler de bir serinlik kalsın içlerinde son gü-

nümden  hatıra.  Yalnız  sıcağı  ve  tozu  hatırlamasınlar.  Hava

da  ne  sıcak,  demesinler.  Öğle  namazında  güneş  yakmasın

onları.  İmamın  kara  cüppesini  görünce  bunalmasınlar.

Evet,  gazoz  içmelerine  izin  verilmeli.  Bir  de,  trafik  sıkıştı;

arabaların içinde piştik, demesinler. Belediye, elma ağacının

altına  gömülmeme  engel  olacağına,  asıl  bunlara  engel  ol-

sun.  Yakalarını  gevşetip,  mendilleriyle  boyunlarını  silme-

sinler. Soğuk bir günde ölürsem de kimse gelmeyecek. Bir-

kaç kişi bulunacak cenazede. Işık ailesinin kaderi: gürültü-

ye gelmek. Soğuktan kimse gözünü açamayacak: gözyaşları

donup kalacak yanaklarında. Baharda ölmek istiyorum.

Akşam üzeri biraz kendime geldim. Daha yatmalıyım, de-

dim; kendimi divanda tuttum sıkı sıkı. İyi olduğumu sandı-

ğım  anda  hemen  kalkmamalıyım  ayağa.  Beni  bu  acelecilik

bitirdi. Kalkabileceğimi hissettiğim bir anda da yatarak, ge-

rekmediği  halde  yatmanın  zevkini  yaşamalıyım,  diye  dü-

şündüm.  Hayır,  düşünmedim,  düşünemiyorum.  Çevreme

bakarak,  yaşayışımı  bir  an  daha  sürdürebilmek  için,  içgü-

622



dülerimle tedbirler alıyorum. Arada birşeyler düşünür gibi

oluyorsam da hemen unutuyorum. İşte gene yatmak üzere

karar aldığımı unuttum ve yataktan fırladım. Annemin şaş-

kın  bakışlarına  aldırmadan  sokağa  attım  kendimi.  Günse-

li’ye gidecektim.

Evde  yokmuş:  bir  tanıdığına  gitmiş.  Neden  oturup  beni

beklemiyor? Teyzesi, yüzümdeki sorgu dolu ifadeyi anlamış

gibi,  Günseli’nin  beni  çok  beklediğini  söyledi.  Bu  kadın

benden  hoşlanmıyor.  Hiç  kimsenin  akrabası  benden  hoş-

lanmaz.  Benim  tersliğimden  olacak.  Dostlarımın  yakınları-

na dayanamam. Ben onlara, kendi yakınlarımla baskı yapı-

yor muyum? Sevdiğim insanların hatırı için neden “yakın-

larına” katlanayım? Aceleyle başımı salladım. Hemen mer-

divenlere yöneldim. Sonra geri döndüm birden; Günseli’nin

gittiği yeri tarif ettirdim kadına. Bu kadınla ne ilişkim ola-

bilir benim? Geriye döndüm diye küçümsemiştir beni. Böy-

le  basit  ölçülerle  değerlendirirler  insanı.  Dostoyevski’yi  de

okumamışlardır, bilmezler.

Günseli  beni  görünce  şaşırdı.  İnsanlar  neden  şaşırırlar

beni görünce? Sonra neden kendilerini toparlarlar? Hiç ol-

mazsa  şaşkınlığınızı  sürdürün.  Size  sürekli  bir  duygu  ver-

mesini hiç bilemeyecek miyim? Günseli de toparladı kendi-

ni.  Neden  köşeme  çekilip  ölümü  beklemesini  bilmiyorum

da insanların yaşantılarına burnumu sokuyorum? Sonra da

davranışlarına katlanamıyorum? Bu gidişle, ben böyle yaşa-

maya devam edersem, ölümün geleceği filan yok. Birtakım

eller sıktım, bir takım adlar saydılar: hepsini hemen unut-

tum.  Ben  her  şeyi  öyle  bir  kerede  öğrenemem.  Şaşırırım.

Düşüp  bayılacağımı  sandım  birden.  Tanımadığım  insanla-

rın  evinde  bayılmak!  Bir  koltuğa  çöktüm.  Tül  perdeler  ve

radyo örtüsü: hiç beğenmedim. Rahat görünmek için bacak

bacak üstüne attım ve sürekli gülümsemeye çalıştım. Baca-

ğım titriyordu: havadaki bacağım. İki elimle, bütün gücüm-

623



le  tuttuğum  halde  titriyordu.  Onların  bacakları  titremiyor-

du. Bütün bacaklara hırsla baktım; biraz da korkuyla. Her-

kes  bana  bakıyordu;  bacağımın  titremesine  bakıyordu.  Ki-

barlıklarından görmemiş gibi yapıyorlardı. Batsın kibarlığı-

nız! Ölürsem görürsünüz. Evi birbirine katarım. Hayır, de-

dim kendime: kimse seninle uğraşmıyor, sana öyle geliyor.

Bu iki durumu birbirinden ayırma yeteneğimi kaybettim ar-

tık. Birinin gülümseyerek bana birşeyler anlattığını sanıyor-

dum:  oysa,  neden  sonra,  başkasıyla  konuştuğunu  anlıyor-

dum. Bana öyle gelmiş. Günseli de beni rahat ettirmek için,

aldırmıyormuş gibi davranıyordu. Yoksa bana öyle mi geli-

yordu?  Bu  daha  çok  sinirlendiriyor  beni.  Bir  yandan  bana

aldırmıyormuş gibi yapıyor, bir yandan da benden korktu-

ğunu hissediyorum. Kötü bir şey yapmaktan korkuyor be-

nim için. Neden korkuyorsun benden canım sevgilim? Kor-

kulacak  halim  kaldı  mı  benim?  Hiç  belli  olmaz.  Son  nefe-

simde  bile,  öyle  bir  kıyamet  koparırım  ki  bana  acıdıkları

için  pişman  ederim  herkesi.  Böyle  olmadığımı  göstermek

için, Günseli’ye gülümsüyorum. Bu da doğru değil. Aşkımı-

zı elevermemeliyiz. Her zaman olduğu gibi içinden çıkama-

yacağım bir duruma soktum kendimi.

Günseli’yi oradan alıp gidemezdim. Onun üzerinde resmî

bir  hakkım  yoktu:  akrabaları  böyle  düşünürdü.  Ben  kim

oluyordum?  Bir  arkadaş.  Günseli’yle  evleneceği  söylenen

kararsızın biri. Belki de bakışlarıyla, kalkıp gitmem gerekti-

ğini söylüyorlar bana. Yanımdaki ihtiyar teyzeye ya da kar-

şımdaki evin genç kızına baktıklarını sandığım bir anda, as-

lında  bana  bakıyorlar  belki.  İçimin  boşaldığını,  döne  döne

yere  düşeceğimi  sanıyorum.  Bütün  dikkatimi  toplayarak

ayağa kalktım. Hiçbir şeye çarpmamalıydım. Ayakta durur-

sam,  bacağımın  titremesi  anlaşılmaz.  Ellerim  ter  içinde:

kimseye  dokunmamalıyım.  Kimsenin  elini  sıkmamalıyım.

Oturmam için ısrar ettiler; yemeğe kalmamı istediler. Gün-

624



seli’ye  baktım:  gözlerin  dilinden  bir  şey  anlamıyorum.  Ya

ben kalkınca Günseli benimle gelemezse? Bu korkuyla tek-

liflerini  kabul  ettim.  Misafirliğe  gittiğim  bir  evde,  birlikte

sofraya  oturmak  sevdiğim  bir  gelenektir.  Sonunda  yemeğe

kalmadığım ziyaretlerde bir soğukluk vardır; içten olmayan

bir ilişki. Bu insanlardan da bir an önce kurtulmasını bile-

medim işte. Yemeğe kalışımı, Günseli’nin geleceği bakımın-

dan  olumlu  bir  işaret  saymışlardır.  Aklımı  başıma  topla-

mam için bir fırsat verdiler bana. Ne kadar da iyi tanıyorsu-

nuz  beni  canım?  Derimin  altındaki  karışıklığı  bilmeden

yargılıyorsunuz  beni.  Ne  kadar  damat  delisi  bir  kalabalık.

Ulan,  ölüyorum  ben:  ne  yapacaksınız  benim  gibi  damadı?

Tam  çorbamı  içerken  başımı  kaldırsam  ve...  beni  köküm-

den sarsan şeyleri, “onu”, hamamböceğini filan anlatsam...

her şeyi itiraf etsem gözyaşları içinde. Ne yaparlardı acaba?

Dünya tarihinde buna cesaret eden biri çıkmamış. Belki be-

nim gözümden kaçmıştır. İnsanlar yüzde yüz ölümlerin ku-

cağına  atmışlar  da  kendilerini,  buna  cesaret  edememişler.

Önemli saymadığımız için kayıtlara geçirmedik mi diyorsu-

nuz. Öyle olsun. Bir itirazım yok. Zaten benim de böyle bir

şey yapmam zor: ölüme doğru bile insan çekingen ve ted-

birli oluyor. Özellikle, gülünç olmaktan, vebadan korkar gi-

bi  çekiniyor.  Son  nefesine  kadar  gülünç  olmaktan  korktu;

hiç olmazsa bunu sürdürdü, denilebilir benim için.

Evin  beyi  karşımda  oturuyordu:  burjuva  terliklerini  giy-

miş bir durumda. Ona desem ki: Rasim Bey! küçük burjuva

yaşantınızdan  çıkın;  birlikte  sürünelim.  İnsanlara  bundan

başka  yapabileceğim,  bir  teklif  yok.  Günseli’ye  evlenme

teklif  edebilirsiniz  oğlum.  Ha,  evet;  unutmuştum.  Size  de

yukarıdaki uygunsuz teklifi yapmak isterdim; fakat yolunu

bilmiyorum.  Babanıza  mı  söylesem  acaba?  Olmaz.  Doğru.

Kuralları  bilmiyorum.  Yaşama  kurallarından  habersizim.

Tek başıma beceremediğim bir yaşantıyı, birlikte nasıl sür-

625



dürürüz? Başkalarını taklit ederdik. Olmaz. Yaşamayı taklit

ederek  insan  ancak  yirmi  beş  yıl  kadar  yaşar  senin  gibi.

Teklifini kabul edemeyeceğim oğlum. Fakat amcabey, yaşa-

mayı nefes almak gibi rahat sürdürenler de var. Onlar daha

fazla yaşasın. Yaşasınlar inşallah. Beter olsunlar!

Yemeğimi  bitirmedim.  Oysa  annem,  yemeğimi  sonuna

kadar yemeye alıştırmıştı beni. Doğru dürüst bir şey öğret-

medi zaten. Göstererek de örnek olmadı. Ben de öğreneme-

dim.  Erkekler  gibi  tükürmesini,  sigara  içmesini,  havluya

yüzümü  silmesini,  eşyayı  tutmasını  bilmiyorum  bu  yaşım-

da. İnsanlara para uzatmasını bilmiyorum daha; cüzdanım-

dan para çıkarmasını beceremiyorum. Ne işim var bu dün-

yada  benim?  Tabağımı  uzatışım  bile  başkalarına  benzemi-

yor.  Oysa  ne  kadar  çalıştım  tabağıma  bakmadan  tabağımı

uzatmaya. Annem de yerli yersiz şımarttı beni: başka türlü

oluşumu  yanlış  yorumladı.  Onun  oğlu  kimselere  benze-

mezmiş. Çok duyduk bu sözleri başka annelerden de. An-

nem sorumludur. Hiçbir şey bilmeseydim, belki yeni baştan

öğrenebilirdim.  O  kadar  da  saf  kalamadım.  Artık  çok  geç.

On yedi yaşıma kadar beni yıkadı; bütün imtihanlardan ön-

ce, sabahlara kadar anlattığım dersleri dinledi. Yalnız başı-

ma çalışma alışkanlığını edinemedim bir türlü. Ruh doktor-

ları da bu satırları okusalar, bilgiç bir tavırla pis pis sırıtır-

lar. En kötüsü, hayır demeyi öğrenemedim. Yemeğe kal, de-

diler: kaldım. Oysa, kalınmaz. Onlar biraz ısrar ederler; sen

biraz  nazlanırsın.  Sonunda  kalkıp  gidilir.  Her  söylenileni

ciddiye almak yok mu, şu sözünün eri olmak yok mu; bitir-

di, yıktı beni. Kitaplar da büsbütün bozdu ahlakımı. İnan-

mak  güzel  şeydir,  hayır,  değildir.  Erkek  dediğin,  cebinden

dolmakalemini  çıkarıp  öyle  bir  adres  yazar  ki...  Kaşığını

alışkın bir hareketle çorba tabağının içine bırakır, kaşık hiç

ses çıkarmaz tabağa düşerken. Sofrada konuşurken de söy-

lediği  sözlere  kaptırmaz  kendini.  Bu  nedenle  bir  hareket

626



yapmaz:  yemeği  örtüye  dökmez,  bardağa  çarpmaz.  Bütün

bunlardan  önce,  nişanlı  bile  olmadığı  bir  kızın  akrabaları-

nın evinde o kızla birlikte yemeğe kalmaz. Kalsa da kendini

yiyip bitirmez bunu düşünerek. Belirsiz bir kuruntu yüzün-

den yemeği zehir etmez kendi kendine.

Durumumu  düzeltmeliyim.  Ne  yazık,  konuşamıyordum.

Başım  dönüyordu;  yerimden  kalkamıyordum.  Selim  Işık

çökmüştü,  çözülmüştü,  bitmişti.  Hâlâ  aptal  gibi  gülümse-

meye  çalışıyordum.  Kimsenin  aldırdığı  yoktu.  Sadece  ta-

bakların hareketi görülüyordu; çatal-kaşık gürültüleri geli-

yordu. Boğuk sesler işitiliyordu. Sade bir aile atmosferi için-

de  bir  cehennem  oyunu  sahneye  konuluyordu.  Boyumdan

büyük işlere kalkmıştım. Şimdi, boyumdan küçük işleri bi-

le başaramıyordum. Böylesine rezil bir yenilgi görülmemiş-

ti. Gücümü tahminde yanılmıştım. Turgut evlendiği zaman

ben  de  evlenecektim.  Çatal-kaşık  ve  fasulye  pilakisi  karşı-

sında böyle ağır bir yenilgiye uğramayacaktım. Oysa fasul-

yeyi ne kadar severdim. Her şeyle aramı bozdum artık. Her

şey bana düşman kesildi. Tanrım, diye düşündüm ilk defa.

İlk defa, Tanrım dedim; bıraksınlar beni artık...



20

Turgut  başını  kaldırdı:  otomobilin  arkasında  bir  adam  du-

ruyordu; bir köylü. “Bizim buraların havası sağlamdır bey,”

dedi. Neden Selim insanlarla kolayca konuşamadı? Köylü-

lerle  alay  ederlermiş  lisedeyken;  Selim  değil,  arkadaşları.

Kötü  davranışlara  karşı  yeteri  kadar  direncim  yok,  derdi.

Kötülüğün  kuvvetine  karşı  duramazdım:  onlarla  birlikte

gülerdim, diye anlatırdı. Zayıflığından çoğu zaman yakınır-

dı.  “Yol  yorgunluğumu  gideriyorum,”  diye  karşılık  verdi

köylüye. Orta yaşlı bir köylü. Bu köylülerin de yaşı belli ol-

maz. Orta yaşlı dediğin köylü senden küçük çıkar. Bir kere,

627



küçük  yazdırmışlardır  nüfusa:  askere  geç  gitsin  diye.  Son-

ra... derdi çoktur bunların. Selim’in aydın arkadaşları, Ser-

hat, Ahmet Bayır filan, çok iyi özetlerdi bu durumu. Bir si-

gara uzattı köylüye, bir tane de kendisi yaktı. Protokole çok

dikkat ederler. Selim’in günlüğünü okusaydı, ne derdi aca-

ba? Hey gidi Selim! Ekmeğinin buğdayını çıkaran insandan

bu  kadar  uzak  mı  kalacaktın?  Efendim?  Bunları  ciddi  ola-

rak söyleyenler de var. Daha güzel ifade ediyorlar tabii. Pe-

ki,  kimlerin  içine  karışmalı  o  halde?  Yok  canım!  Köylüler,

Selim’in  günlüğünü  yüzüme  vurmazlar.  Trendeki  genç

adamdan  ne  duymuştu  Selim?  Kulak  misafiri  olmuş;  pek

yapmazdı böyle şey. Sevgide toplumculuk, diyormuş çocuk.

Ben de ondan yanayım. Çıkarını düşünen insan, fakir de ol-

sa, aynı derecede kötüdür. Belki sevgi, biraz iyi yapar onu.

Bu  köylüyle  bir  ortak  yanımız  var:  ikimiz  de  sigara  içiyo-

ruz. Gerisini kimse bilemez. Selim, herkesin yüzüne bağır-

mak istedi, kötüsünüz diye. Ruhu ezildi. Kendi sesini duy-

du yalnız. Sonunda kendi kötülüğünde karar kıldı. Canım

kötü Selim! İnsanların arasına karışsam da seni kaybetme-

nin  acısını  gideremem.  Hiçbir  yaşantı  gideremez  bu  acıyı.

Bir sigara ikram edip avunurum sadece. Ayakta kalabilme-

mi  istiyorsan,  bu  kadarını  da  hoşgör.  Sigarasını  bitirince

izin  isteyip  gitti.  Kusura  bakma  dostum:  ruhum  kapanık.

Dertleşmenin  mümkünü  yok.  Sonra  pişman  olur  insan:

içimdekileri dağa taşa söyleseydim diye. İnsanı inatçı yapan

bir  güçsüzlük  bu.  Köylünün  arkasından  uzun  süre  baktı:

bacaklarını açarak gidiyordu. Gidişinde, bilgisizliğin güzel-

liği vardı. İşinin dışında, kolunu bacağını nasıl kullanacağı-

nı bilemez. Birçok insan uzaktan bile sevimli değil. Gene de

düşünceleri paylaşacak birinin olmaması kötü.

Rüzgâr  kuvvetleniyordu.  Hiç  akşam  olmasa  da  bu  tepe-

nin  üstünde,  durmadan  okusam.  Ne  olurdu  sen  insan  ol-

saydın  Olric,  ya  da  Selim  ölmeseydi.  Neler  yapardık  değil

628



mi? Başka insanlar da, benim gibi, bütün bunları çok anla-

dıkları  için  mi,  bir  varlık  gösteremeden  çekip  gidiyorlar

dünyadan? Selim’in anlattığı biçimde yaşamasını bilen yok

mu?  Benden  hayır  yok  artık  Olric.  Öyle  demeyin,  efendi-

miz, düşünün ki Selim’in dünyada kalan son temsilcisi siz-

siniz. İlk temsilci yoktu zaten, Olric. Bakalım bu yükü taşı-

yabilecek miyim? Okuduğum günlük bende derman bırak-

madı. Ortak yanlarınızın olduğuna güvenim var, efendimiz.

Ben  de  artık,  buna  inanmaya  cesaret  ediyorum  Olric.  Bir-

çok şeyi şimdi daha iyi anlıyorum. Selim’le birlikte yaşamış

bir  insan  olmak  artık  gurur  veriyor  bana.  Onunla  geçirdi-

ğim bir günü hatırladım Olric: ilk bakışta önemsiz bir gün.

İster  misin  anlatayım?  Beni  yalvartmak  mı  istiyorsunuz,

efendimiz?

Bundan  yıllarca  önceydi,  Olric.  Sıcak  bir  günde,  Selim’le

bir  tepenin  üstünde  çalışıyorduk.  Üniversite  öğrencisiydik

daha. Harita çıkarıyorduk. Gecekondularla dolu, ağaçlık bir

yerdi. Öteki arkadaşlar evinizden, bahçenizden yol geçecek

diye korkutuyorlardı zavallı insanları. Bizden çekiniyorlardı.

Evlerin birinden, esmer bir adam geldi yanımıza. Otobüs bi-

letçisiymiş.  İçimizde  en  gösterişli  olarak  Selim’i  bulduğu

için, ona yaklaştı; onunla, saygılı bir tavırla konuştu. Dere-

den tepeden bahsettiler. Biletçinin güzel bir kızı vardı: bilet-

çi gibi esmer. Çok genç ve utangaç gülümseyişli bir kız. İki-

mize kahve yapıp getirdi; yanında da su. İyi yıkanmış çiçekli

bardakların  dış  yüzlerindeki  su  taneciklerini  şimdi  bile  gö-

rür gibi oluyorum. Ve biliyorum ki, Selim de sağ olsaydı, iç-

tiğimiz suyun serinliğini böyle anlatırdı bana. Sonradan Se-

lim’e takılmıştı çocuklar: adam kızını sana vermeyi düşünü-

yor, seni gözüne kestirdi. Ne yazık. O zaman yanlış tanıttım

kendimi  Selim’e.  Ben  de  çocuklarla  birlikte  güldüm.  Evin

gölgelik yamacına oturdular biletçiyle birlikte, bize de sırtla-

rını döndüler. Uzun uzun konuştular. Kim bilir ne konuştu-

629



lar?  Ben  yalnız  suyu  ve  kahveyi  hatırlıyorum.  Bu  sözlerimi

duysa  çok  şaşardı  Selim.  Bana  kalırsa  adamla  konuşurken

de, biz onunla alay ederken de, kısa bir süre için bile olsa,

biletçinin kızıyla evlenmeyi düşünmüştür! Ve bunu düşün-

düğünü  hiç  unutmamıştır.  Bana  kalırsa  çok  güzel,  kimseyi

incitmeyecek bir şekilde düşünmüştür bütün bunları. Ben o

zamanlar,  Selim’le  ciddi  bir  tavırla  konuşan  herkesi,  onun

ciddiye aldığını anlamıyordum. Ve bunun dışında herkesten

kuşkulandığını  göremiyordum.  Gülmek,  onun  için  bir  ko-

runma aracıydı. Bunu geç anladığım için de cezamı çekmeli-

yim  Olric.  Hiçbir  şeyi  unutmadı  ve  her  olaydan,  hayatının

sonuna kadar rahatsız oldu. Mümkün olsaydı biletçinin kı-

zıyla ve yolda gözünün ucuyla gördüğü her kızla evlenirdi.

Biletçiyle ve herkesle dost olurdu. Sözün gelişi değil, gerçek-

ten  yapardı  bunu.  Bunu  yapamayacağını  anlayınca,  Selim

olarak yaşamanın imkânsızlığını görünce, hayatın hızlı akışı

içinde, küçük anları sonuna kadar yaşayamayacağını sezin-

ce, önce büyük bir ümitsizlik ve korkuya kapıldı; bütün gü-

cüyle varlığını korumaya çalıştı. Sonra da... bilmiyorum Ol-

ric, sonra ne oldu. Okumalıyım, öğrenmeliyim. Belki de bu

işin  sonunu  hiçbir  zaman  bilemeyeceğim.  Önemli  günler

yaşıyoruz Olric: tarih düşürelim. Dış etkenlerin karmaşıklığı

bizi yolumuzdan çevirmesin: biz işimize bakalım.

Selim’in  defterini  açtı,  okuduğu  son  sayfanın  kenarına

küçük harflerle yazmaya başladı:

Senden hatırladıklarım damla damla su gibidir

Elin ayağın olayım, Selim bana haber getir.

Yaşayışın benim için zahmet-i devr-i esatir

Vesaik-i perişanın sinemde ağu gibidir.

Derlenip toparlandı; kaldığı yerden okumaya devam etti.



630


Gidelim buradan Günseli. Terden utanç içindeyim. Boğa-

zım  yanıyor,  ateşim  yükseliyor.  Günseli,  durmadan  bana

bakıyordu. Beni seviyordu. Her şey iyi gitsin istiyordu. Sev-

ginin  her  şeyi  düzeltmesini  istiyordu.  Ben  de  istiyordum.

Gücüm  kalmamış.  İstediğimi,  istemem  gerektiğini  düşün-

meye çalışıyordum ancak. İstemiyordum. Ben dalgın bakış-

larla, gürültülerin arasında kendime bir yol açıp, ne pahası-

na  olursa  olsun  kapıya  ulaşmaya  çabalıyordum.  İstekleri-

miz uyuşmuyordu: çünkü ben kendi derdime düşmüştüm.

Çünkü ben her ne pahasına olursa olsun kendimi korumak

istiyordum. Hayvan gibi olmuştum. Tek yönlü bir sevgiydi

aramızdaki.  Çünkü  ben,  bir  an  sonra  ne  olacağımı  bilmi-

yordum.  Bir  an  sonraya  ulaşabileceğime  güvenmiyordum.

Sürekli bir panik içindeydim.

Yolda hiç konuşmadık. Onu evine bıraktım.

20 Mart

Bu  deftere  anlamsız  sözler  yazmak  istiyorum  artık.  Aklımı

kullanmaktan  ve  anlaşılmaya  çalışmaktan  bıktım.  Hiçbir

zaman da anlamlı olmayı becerebildiğimi sanmıyorum. Rü-

yalarımda, birtakım insanlara, bunu yapamazsınız, diye ba-

ğırıyorum.  Ne  dediğimi  anlamıyormuş  gibi  yüzüme  bakı-

yorlar.  Hayır  yalnız  rüyada  değil,  gerçek  dedikleri  hayatta

da böyle olmuştur her zaman. Müdürün karşısında, bu ya-

zıyı  yazamazsınız,  diye  çırpınmışımdır.  Durduramayacağı-

mı  bildiğim  ve  bununla  birlikte  durdurmayı  çılgınca  ümit

ettiğim davranışlarda bulunanlar, ben çırpınırken hep rüya-

daki  adamlar  gibi,  hayretle  bakmışlardır  yüzüme.  Bocala-

malarımı kayıtsızca seyretmişlerdir.

Anlaşılmaz  kelimeler  yazmak  istiyorum  kâğıdın  üstüne.

Yıllardır  benden  beklenen  bir  hareket  bu.  “Tabancayı  aldı

631



ve  ateş  etti”  cümlesini  yazmak  istiyorum  mesela.  Yüzlerce

defa, altalta. Aylardır bu cümle durup dururken kafama ta-

kılıyor.

Eve gece yarısı döndüm. Annem uyandı hemen. Karşılık-

lı oturduk konuşmadan: bizim sessiz bir ayinimiz bu. Yolda

Günseli’yle konuşmak istiyordum ve... adam tabancasını çı-

karıp ateş etti. Evet, her düşüncemin başında ya da sonun-

da aklıma geliyor bu cümle. Bu deftere aklıma geleni yazar-

sam  rahatlayacağımı  sanıyorum.  Yüz  kere  yazmak  istiyo-

rum: adam tabancasını çıkardı ve ateş etti. Çünkü yüz kere

geliyor aklıma günde. Kime ateş etti? Bilemiyorum. Düşün-

cemin  akışını  serbest  bıraktığım  zaman  hemen  bu  cümle-

nin aklıma geldiğini biliyorum. Lisedeyken atış poligonuna

gider  ve  altıpatlar  bir  tabancayla  küçük,  sarı  küplere  ateş

ederdim.  Attığımı  da  vururdum  arasıra.  Beni  teşvik  ederdi

atıcılar.  Ben,  sahte  bir  alçakgönüllülükle,  isabetlerin  rast-

lantı olduğunu söylerdim. O zamandan beri tabanca alma-

dım elime. Askerde de sadece tüfek atışı yaptım. Neden an-

latıyorum bunları? Ateş eden adamla ne ilgisi var bu işleri

yapmış olmamın? Belki aklıma takılan bu adam, bu sözler-

den  heveslenip  söyler  neden  ateş  ettiğini  diye  mi  düşünü-

yorum? Saçma. Hiç olmazsa nasıl ateş ettiğini söylese. Ateş

edecek  mi,  yoksa  etti  mi?  Bundan  da  emin  değilim.  Hepsi

saçma. Kimseyle anlaşmayı ümit etmediğime göre, anlamlı

cümleler yazmanın ne yararı var? Belki sonunda, bu cümle-

nin  korktuğum  kadar  anlamsız  olmadığını  görürüm  ve...

kurtulurum,  diyemiyorum.  Bazı  meşhur  adamların  hayat

hikâyelerinde vardır böyle karanlık sonlar: adam, esrarlı ve

anlaşılmaz  bir  kişiliğe  bürünür,  eski  dostlarına  davranışı

değişir, yerli yersiz kavga eder onlarla. Son aylarda kimsey-

le görüşmüyordu, kimseyi kabul etmiyordu, diye yazar ki-

taplar.  Birtakım  esrarengiz  insanların  etkisine  kapılmıştı

ve... ve sonunda ölür tabii. Sonrası daha da acıklıdır: yapı-

632



lan  otopside,  beyninde  bir  yapı  bozukluğu  bulunur,  ya  da

bir  ur  filan.  Vah  vah  derler;  bilseydik  daha  önce  tedbirini

alırdık.

Mizah,  benim  durumumdaki  biri  için  tehlikeli  bir  çare.

Gülünç  durumlarda  düşünüyorum  önce  kendimi;  acıklı

maceramı  bir  an  için  unutuyorum  ve  sonra  buhran  bütün

ağırlığıyla  üstüme  çöküyor.  Hazırlıksız  yakalanıyorum.  Fa-

kat gizli emellerim var bu konuda: kendimle alay ederken,

kafatasımı  iki  usta  parmağın  açacağına  ve  içinde  yapacağı

küçük bir iki değişiklikle beni tekrar aydınlığa kavuşturaca-

ğına inanıyorum. Bir süre sonra, bu aptalca inancımla alay

etmeye başlıyorum. Sonra... sonra korku her şeyi siliyor.



21 Mart

Evet korku. Eskiden güneşin doğuşuyla korkularım dağılır-

dı.  Şimdi  her  sabah  yeni  korkularla  uyanıyorum.  Günse-

li’nin akrabalarında yemek yediğim gece, evin kedisiyle oy-

namıştım bir aralık ve kedi elimi tırmalamıştı. Hafif bir sıy-

rık olmuştu başparmağımın üstünde. İki gündür huzursuz-

luk  içindeyim;  kedinin  kuduz  olup  olmadığını  düşünüyo-

rum sürekli. Garip olan bir nokta daha! Bu konuda hiçbir

tedbir  almayı  düşünmüyorum.  Sadece  korkuyla  beklemeyi

biliyorum. Kuduz olduğumun anlaşılması için ne kadar sü-

re geçmesi gerektiğini hesaplıyorum. Gerçek ümitsizlik bu

olsa gerek. Hiçbir kurtuluş tedbiri düşünemiyorum. Yalnız

kötü şeyler olmasından korkuyorum. Tam ümitsizlik de de-

ğil. Belirli süreyi geçirip de kuduz olmazsam ne kadar sevi-

neceğim  bilseniz.  Günler  geçtikçe  bu  korkuya  olan  ilgim

azalıyor. Başka korkular buluyorum: korkudan korkuya at-

lıyorum. İnsanın yıldızlara baktığı zaman duyduğu evrensel

korku gibi duygulara yer yok bu arada, ne yazık. Aşağılık,



633


seviyesiz korkular panayırı. Oysa, bu kadar aşağılık olmadı-

ğımı da seziyorum.

Aklıma  takılan  bir  cümle  daha:  benden  ne  istiyorlar  bil-

miyorum. Bu cümle daha anlamlı gibi. Yakında bir iki cüm-

leden ibaret kalacağım: adam tabancasını çıkardı ve ateş et-

ti, benden ne istiyorlar bilmiyorum. Turgut’un cevap kartla-

rı  vardı:  konuşmak  istemediği  zaman  onları  çıkarıp  göste-

rirdi karşısındakine. Ben de bu kartlara döndüm.

Kendime soruyorum: ne hissediyorsunuz? Korkuyorum.

Beni  rahat  bırakmıyorlar.  Sizi  neden  rahat  bırakmıyorlar?

Benden ne istiyorlar bilmiyorum. Gözlerinizde kötü hayal-

ler  gören  insanların  rahatsızlığı  var.  Ne  görüyorsunuz?

Adam  tabancasını  çıkardı  ve  ateş  etti.  Korkuyorum.  Ateş

ediyor. Ateş ediyorlar. Neden ateş ediyorlar? Benden ne isti-

yorlar, bilmiyorum. Korkuyorum. Korkuyorum.

Siliniyorum. Mürekkebim az geliyor. Çok hafifledim. Ar-

tık  ancak  ölünce  ağırlaşabilirim.  Günseli’nin  dizinde  saat-

lerce yatıyorum ve ne Günseli’yi dinliyorum, ne Günseli’yi

hissediyorum. Yalnız, kalbimin atışlarını izliyorum. Yavaşlı-

yor, sıklaşıyor. Durmasından endişe ediyorum. Bedenimde-

ki  ısının  değişmesini  izliyorum.  Yıllardır  terler  dururdum.

Terleme ve zayıflama, dörtnala gidiyor artık. Bir kelime ku-

lağımda çınlıyor: lösemi. Yerimden fırlıyorum. Evet, gizli ve

kronik hastalığımın nedenini buldum. Ben ortaokula gider-

ken alt katta zengin yaşlı bir bekâr otururdu: Asaf Bey. Lö-

semiden  ölmüştü.  Adam  bir  iki  ayda  eridi  demişlerdi.  Ben

de eriyorum. Ateş düşmezmiş. Bende de düşmüyor. Günse-

li’den dereceyi istedim. Otuz yedi bir. İçimden acı acı gülü-

yorum.  Bütün  korktuklarım  başıma  geliyor:  ben  de  Metin

gibi acı acı gülümsüyorum. Allah’tan henüz içimden. Gün-

seli ilaç vermek istiyor. Eve gidip yatmalıyım, diyorum. Yat-

malıyım  ve  yeni  hastalığımı  düşünmeliyim  uzun  uzun.

Günseli’nin yanında olmuyor. Acı acı gülümserim ve düşü-

634



nür dururum. Kendimle alay ediyorum. Seni Metin seni, di-

yorum.  İçimdeki  Selim’lik  daha  bırakmıyor  yakamı.  Artık

Selim’lik  istemiyorum.  Yatakta  lösemiyi  düşünmek  istiyo-

rum. Doğru. Bu seni iki hafta idare eder en az. Bırak beni.

Seni  istemiyorum.  Kalbimin  atışının  yavaşlamasını  istiyo-

rum.  Yavaş  yavaş  atsın  ki  yorulup  durmasın.  Bunun  için

Metin de olabilirim. Burhan da olabilirim. İki gözün Oedi-

pus  gibi  kör  olsun  da  piyango  bileti  sat!  Ona  da  razıyım.

Anlıyor  musunuz?  Her  şeye  razıyım.  Osmanlı,  koca  Os-

manlı çöktü, anlıyor musunuz?

Artık sabahları bu yeni hastalığımın korkusuyla uyanıyo-

rum.  Kedi  hikâyesinden  kurtuldum.  Akşama  kadar,  her

gün  kendimde  hastalıkla  ilgili  yeni  belirtiler  buluyorum.

Doktora gitmek gibi bir düşüncem yok elbette.

Evli olsaydım, şimdi doğru karıma giderdim ve ona der-

dim  ki:  sayın  eşim!  İki  ay  sonra  öleceğim.  Durum  böyle

gösteriyor.  Bana  izin  ver,  Beşiktaş’taki  koltuk  meyhanesine

gideyim: her gece Rüştü Beyle birlikte, o eve dönünceye ka-

dar  içelim.  Bunu  açıkça  söylerdim  kendisine.  Evli  bir  ka-

dın,  kocası  iyi  olduğu  zaman,  böyle  davranışlara  izin  ver-

mez. İşin ucunda ölüm olunca durum değişir.

Evli  olsaydım  da  karımdan  bu  izni  koparsaydım,  daha

meyhaneden  içeri  girerken  duygularım  değişirdi;  içimi

bir  bezginlik  kaplardı.  Belki  de  hayattan  bıkmaktan  kor-

kuyorum.

28 Mart

Çocukluğumu  hatırlıyorum:  yaşamadığım  çocukluğumu.

Meşhur adamların hayat hikâyelerinde, onların daha küçük

yaştan  öteki  çocuklardan  uzaklaştığını  yazar  çoğu  zaman.

Küçük yaştan sezilen bazı kabiliyetleri, onları yalnızlığa sü-

635



rükler.  Bazıları  da  bütün  şiddetiyle  yaşamış  çocukluğunu.

Benim durumum biraz garip.

Sabri  diye  bir  arkadaşım  vardı.  Onunla  cinsel  konuları

tartışırdık.  Bütünüyle  yanlış  sonuçlara  varırdık  cinsel  mü-

nasebet konusunda. Namaz kılmasını ve din kurallarını da

Sabri öğretti bana. Okul müdürünün dediği gibi, sonradan

pişmanlık duyduğumuz bir hareketi de Sabri’yle birlikte ya-

pardık.  Müdür  bahçeye  toplardı  bizi  ve  kadın  öğretmenle-

rin bacaklarına baktığımızı, üstü kapalı söyleyerek pişman-

lıktan  bahsederdi.  Ben  bütün  arkadaşlarımın  kadınlarla

münasebeti olduğunu düşünür ve bu sözlerin yalnız benim

için  söylendiğini  sanırdım.  Pişmanlık  diyorum  diye  söze

başlardı müdür. Bazılarınız ne demek istediğimi çok iyi bi-

lirler. Evet, çok iyi biliyordum ne demek istediğini. Kızlar,

başlarını  eğerek  gülerlerdi.  Bendeyse,  ne  yazık,  meşhur

adamların  bu  konuda  gösterdiği  asil  çekingenlikten  eser

yoktu. Kızlar yerine de utanırdım. Onların da aynı hareketi

yaptıklarını bilmezdim o zamanlar.

Sınıf arkadaşlarım, helada sigara içerken kızlardan bahse-

derlerdi.  Ben  de,  sigara  içmediğim  halde,  onların  yanında

durur ve “kızları” hakkında yaptıkları müstehcen yorumla-

rı  dinlerdim.  Onlara  açıkça  söyleyemezdim  ama,  bence  bu

konu  gizli  tutulmalıydı.  Onlar,  kızlara  mektuplarını  bile,

hep birlikte yazarlardı. Bu mektuplar, bu konuda uzman sa-

yılan  çocuklara  yazdırılırdı;  imlasına  da  ben  bakardım.

Cümle  yanlışlıklarını  düzeltirdim.  Bu  konuda  Nihat’ın  gö-

revine imrenirdim. Nihat, mektupların altına kabartma gül-

ler yerleştirirdi renkli kâğıtları üst üste yapıştırarak. Bazen

kendinden  geçer,  zarfa  sığmayacak  büyüklükte  kocaman

güller  yapardı.  Aynı  zamanda,  ezbere  manzaralar  çizerdi:

trenin  penceresinden  gördüğü  manzaraları.  Onu  kıskanır-

dım.  Reşit  de  düz  kravatlar  üstüne  yağlıboya  resimler  ya-

pardı.  O  zamanlar  böyle  kravatlar  çok  modaydı.  Benim

636



böyle  marifetlerim  yoktu.  Ayhan  bile,  bir  mızıka  bulmuş,

aylarca uğraştıktan sonra, bir marş çalmaya başlamıştı. Ben

de  okuduğum  kitaplardan  bahsederdim  onlara.  Nedense

kimse ilgilenmezdi. Nihat’ın yazdığı kötü şiirleri beğenirler,

benim  okumak  istediğim  şiirleri  dinlemezlerdi.  Okula  şiir

kitapları taşırdım; büyük bir kısmını da zaten ezbere bilir-

dim. Gene Nihat’ın şiirleriyle başa çıkamazdım. Çünkü Ni-

hat  onlar  için  özel  şiirler  yazardı.  Şiirin  mısralarının  baş

harflerini yukarıdan aşağıya okuyunca kızınızın adı çıkardı.

Bu şiirlerin kötülüğüne inandıramazdım onları. Harfleri yu-

karıdan  aşağı  hecelerken  sevinçten  tepinirlerdi:  S-E-V-G-İ-

A-Y-H-A-N. Bir şiirde daha ne yapabilirdi insan? Ben o sıra-

larda  Istrati’yi,  Gorki’yi  filan  okuyordum.  Onlara,  realist

edebiyatın  gerekliliği  hakkında  nutuklar  çekiyordum.  Be-

nimle alay ediyorlardı; hizmetçi kızlarla ilgilenmek gibiydi

realist edebiyatı sevmek onlar için.

Edebiyatı sevmiyorlardı; Salim Beyin dersini, demek isti-

yorum. Edebiyatçı Pisbıyık Salim’den beş almak çok güçtü.

Nihat  bile,  bütün  şiirlerine  rağmen  ikmale  kalmıştı.  Yıldı-

rım da iki senelik olduğu halde gene kalacaktı. Biraz yara-

rım  olsun  diye  Yıldırım’ı  yanıma  oturtmuşlardı.  Yıldırım’a

çok  kızıyordum.  Onun  mektuplarını  başkaları  yazıyordu.

En büyük güller onun için yapılıyordu. Herkes ona kopya

veriyordu; bana da bu hususta kesin emir verilmişti. Onun

hiçbir  şey  yaptığı  yoktu.  Bu  yardımları  bir  prens  hoşgörü-

süyle kabul ediyordu. Onu, sözlü yoklamalar için ders saat-

leri  dışında  çalıştırmak  zorundaydım.  Bazen,  Yıldırım  tah-

taya kalkınca, beni ön sıraya oturtuyorlardı: ona fısıldama-

lıymışım. Bu zor ve tehlikeli bir işti. Onu çalıştırmaya baş-

ladım  sonunda.  Kalın  kafalının  biriydi.  Sık  sık  evine  gidi-

yordum.

Yıldırım’a  kızmak  zordu.  Bir  melek  gibi  sırıtırdı  daima.

Zarif hareketlerle dolaşır, altın sarısı saçlarını alnına doğru

637



iter ve pantalonunun arkası parlamasın diye sınıfa her gün

minder getirirdi. Paçaları kirlenmesin diye de devamlı kıvı-

rırdı onları. İyi futbol oynardı, ama ondan iyi oynayanlar da

vardı. Bütün kelimeleri yanlış yazardı. Mektuplarını düzel-

tirken saçımı başımı yolardım. Bütün sesli harflerden sonra,

sesleri uzatmak için yumuşak ge koyardı. Lazım yerine lağ-

zım  yazardı.  On  kere  anlattığım  bir  matematik  problemini

sonunda  anladığını  sanırdım:  öyle  görünürdü.  İmtihanda

aynı problem gelince gene kopya isterdi benden. Ona yaptı-

ğım bütün yardımları küçümserdi. Duygusuzdu: zayıf gör-

düğü herkesle alay ederdi. Yalnız benden çekiniyordu: bana

ihtiyacı vardı. Bütün bunlardan sonra, bir de romantik geçi-

nirdi.  Yakışıklı  olduğunu  söylerlerdi:  fakat  burnu  çarpıktı

ve kendisi de ufak tefek, oyuncak gibi bir şeydi. Babası çok

zengindi: fakat, her zaman özentili bir perişanlık içinde ge-

zerdi.  Sınıfta  giyime  düşkün  olanlar  onun  bu  düzenli  sav-

rukluğunu  taklit  ederlerdi.  Benim  derbederliğimle  ise  alay

edilirdi. Aramızdaki farkı göremezdim.

Sınıf birincisi olduğum halde, sınıfın en aptal çocuğu ol-

duğuma  oybirliğiyle  karar  verilmişti.  İşin  kötüsü,  ben  de

bu karara katılıyordum. İçime kapanıp, haksızlığa uğramış

bir insan görünüşüne bürünemiyordum. Bütün bu olayları

baştan  yaşayabilseydim!  Hallaç  pamuğu  gibi  atardım  hep-

sini.


İster istemez sınıfın çalışkanlarıyla yakınlık kuruyordum.

Onlar da başka bir sıkıntı kaynağıydı benim için. Bir kere,

Yıldırım,  Nihat,  Ayhan  gibi  serseriler  ilişki  kurmamı  hoş-

görmüyorlardı. Onlar da soylu bir sınıf sayıyorlardı kendi-

lerini ve ben de bu sınıfın bir temsilcisi olarak ihanet etmiş

oluyordum  onlara.  Beni  top  gibi  oradan  oraya  atıyorlardı.

Bir de gerçekten aptallar vardı; onlar da beni duygusuz sa-

yıyorlardı.  Bu  aptallardan  Özer,  Nihat’ın  sevgilisine  âşıktı.

Akşama  kadar  yanına  oturup  teselli  etmek  gerekiyordu

638



onu. Birkaç gün denedim; sonra canım sıkıldı. Sonunda Ni-

hat’ın sevgilisinin de başka bir çocukla seviştiği anlaşıldı ve

Nihat  da  aptallar  sınıfına  atıldı.  Kırmızı  gülleriyle  aptalca

şiirlerinden  de  bıkılmıştı  zaten.  Fakat  Yıldırım’a  sevgilisi

ihanet edince, kimse gülmedi ona.

Yıldırım’ın  evinde  toplanıyorduk.  Yıldırım  dalgın  ve

ümitsiz âşık rolünde daha da sevimli görünüyordu. Kulağı

çok  zayıf  olduğu  halde,  beceriksiz  dokunuşlarla  piyanoda,

aldatan  sevgili’nin  şarkısını  çıkarmaya  çalışıyordu.  Sonra

aynı  şarkıyı  plaktan  dinliyorduk  gece  yarısına  kadar.  Bu

arada  ben  de  aynı  problemi  defalarca  anlatıyordum  ona.

Dalgın ve mahzun beni dinliyordu. Böyle dertleri olmayan

bir Selim’i kıskanıyormuş gibi yapıyordu. Kaderini boğmak

için  içiyordu;  oysa,  içkiye  dayanıksızdı.  Bir  iki  kadehten

sonra şişeyi bırakıyordu; bütün şişeyi ben bitiriyordum. İç-

kinin etkisiyle çocuklar garip hareketler yapıyorlar, başları-

nı  halılara  filan  vuruyorlardı.  İçkiye  dayanıklılığımın  biraz

olsun hayranlık uyandırdığını görüyordum. Bu arada, aptal

olmadığım anlaşılmıştı; fakat itiraf edilmiyordu.

Ben  de  göründüğüm  kadar  masum  değildim.  Sınıfın  ça-

lışkanları yanımda kötülenince, sesimi çıkarmıyordum. Se-

simi  çıkarmamak  ne  demek;  ben  de  bazı  örnekler  vererek

katılıyordum onlara. Çalışkanlarla birlikte de Yıldırım’ı çe-

kiştiriyorduk. Çalışkanlar sınıfı da benim Yıldırım’a gitme-

me göz yumuyordu. Küçük hesaplarım vardı. Bu hesapları

bir yana bıraksaydım yapayalnız kalacaktım sınıfta. Nihat’ı

bir  kenara  itmişlerdi  işte.  Bütün  mesele  zayıf  bir  tarafınızı

yakalamamalarıydı: ondan sonra kurtuluş yoktu. Birbirleri-

ne de aynı davranışlarda bulunmaktan, gizlice birbirlerinin

arkasından alay etmekten çekinmiyorlardı. Arkadaşının gü-

lünç  bir  yanını  yakalayan  biri  hayranlıkla  dinleniyordu.

Belki bir çeşit yaratıcılık vardı bunda.

Okulda oynanan bir piyeste rol almam yorumlara yol aç-

639



mıştı.  Tartışmalara  konu  olmak  hoşuma  gidiyordu.  Beni

sahnede çok sahte ve gösterişli buluyorlardı, alay ediyorlar-

dı. Nedense hoşuma gidiyordu bu alaylar. Oyunumu seyre-

derken ön sıradakiler, başlarını ve parmaklarını sallayarak,

seni biliyoruz, bize rol yapma demek istiyorlardı. Aramızda

konuşurken kahkaha attığım bir sırada, işte diyordu Aydın

-içlerinde en iğrenç olanı- oyunda da böyle sahte kahkaha-

lar atıyorsun. Gerçek hayatta da sahteyim, diyordum güle-

rek. Bu işte, bana göre biraz aşağıda kaldıklarını hissediyor-

lardı. Alaylarının bu nedenle içime işlemediğini seziyorlar-

dı. Beni artık kendilerinden biri olarak kabul ederlerse, bu

aşağılık  durumdan  kurtulacaklarını  düşünüyorlardı.  Onla-

rın  “kızları”  da  oyunumu  seyretmişlerdi.  Beni  pek  çocuk

bulduklarını söylemişlerdi. Hemen teslim olmak istemiyor-

lardı  bana.  Seni  bizim  kızlar  daha  adamdan  saymıyor,  de-

mek istiyorlardı. Fakat, benim gibi sahneye çıkmayı becere-

ceklerini de düşünmüyorlardı. Bu konuda üstünlüğüm tar-

tışma  konusu  bile  olmuyordu.  Aydın,  beni  himayesine  al-

mıştı; yakışıklı bir çocuk olduğumu söyleyerek savunuyor-

du beni. Artık onu eskisi kadar iğrenç görmüyordum.

Benim  anormallikten  kurtulduğuma,  ancak  hafif  bir  ap-

tallığım  kaldığına  oybirliğiyle  karar  verdiler.  (Yıldırım  çe-

kimser kaldı.) Şimdi görselerdi beni ne derlerdi acaba? Hiç-

bir şey diyemezlerdi. Hiç olmazsa kendimi gizlemesini öğ-

rendim bu arada. Hepsi vız gelir artık. Yıldırım’ın babası if-

las  etmiş  dediler.  Çalışkanlardan  Erol  anlatmıştı.  Yıldırım

bir lokanta işletiyormuş; Erol gitmiş. Garson’a Yıldırım’ı ça-

ğırtmış  ve  lokantada  beğenmediği  noktaları  belirtmiş.  Çok

sinsiydi Erol. Okuldayken onlarla hiç takılmazdı. İntikamı-

mı aldım, diyordu. Yıldırım’a lokantadan çıkarken inşallah

başarırsın, demiş ve Amerika’dan aldığı son model arabası-

na  atlayıp  uzaklaşmış.  Erol’u  dinlerken  belirsiz  bir  sevinç

duymadım diyemem.

640



Öğretmenler  eve  haber  göndermişlerdi:  oğlunuz  sınıfın

serserileriyle dolaşıyor. Sonunda benim, serserileri yola ge-

tirdiğim oybirliğiyle kabul edildi. Onların okulu bitirmele-

rini sağlamışım. Onlara, bunun ne yararı oldu bilmiyorum.

Bana ne yararı oldu? Onu da bilmiyorum.

30 Mart

Her hatıram utanç verici. Şeker kralının nişanlısı ya da sev-

gilisi de garip bir hatıra. Kızı dün yolda gördüm. İhtiyar gö-

rünüşlü  bir  genç  kadın  olmuş.  O  hayata  dayanamazdı  gibi

beylik bir yargıyla geçiştirilebilir durumu. Ben tanıdığım za-

man on yedi yaşındaydı. Ben de on dört yaşındaydım. Şeker

kralı,  kız,  ağabeyi  ve  ben  sık  sık  gece  kulüplerine  gidiyor-

duk.  Ben  dansetmesini  bilmiyordum.  Şeker  kralı  da  etmi-

yordu.  Büyümüş  de  küçülmüş  bir  çocuk  olduğum  için  be-

nimle  konuşmaktan,  beni  yanında  dolaştırmaktan  hoşlanı-

yordu. Ben durumumun farkında değildim. Kıza âşık oldu-

ğumu sanıyordum. Onunla dansedemediğim için üzülüyor-

dum.  Kız  benimle  alay  ediyordu.  Bana  sokuluyor,  koluma

giriyor,  omzuma  yaslanıyordu.  Beni  zorla  dansa  kaldırmak

istiyordu.  Birlikte  pingpong  oynuyorduk.  İkimizin  de  saçı

alnımıza dökülüyordu. İkimizin de saçı siyahtı ve ikimiz de

pingpong oynarken ikide bir saçımızı düzeltiyorduk, geriye

itiyorduk ve ikimiz de terleyip kızarıyorduk hemen. İkimiz

de  “excusez  moi”  diyorduk,  top  masanın  kenarına  çarptığı

zaman.  Beni  çocuk  buluyordu;  benimle  eğleniyordu.  Gece

kulüplerine gündüz gidiyorduk. Orkestra bir kenarda prova

yapıyordu. Şeker kralı orkestraya benim istediğim parçaları

çaldırıyordu. Kız da bana sarılarak dansediyordu; şeker kralı

gülüyordu.  Kızın  adı  Sabahat’tı.  Nedense  ona  Aydan  deni-

yordu.  Şeker  kralının  onunla  evlenmeyeceği  söyleniyordu.

641



Kızı,  ağabeyiyle  sıcak  bir  yaz  günü  yolda  görüyorum:  hafif

elbiseleriyle uçar gibi yürüyorlardı. Konuşurken, söz arasın-

da,  İstanbul’a  gidelim  diyorlardı.  Bu  akşam  gitsek  iyi  olur,

diyorlardı. Sonra hemen gitmeye karar veriyorlardı. Hemen

oradan bir taksi tutuyorlardı. Ve gerçekten gidiyorlardı. On-

ları hayranlıkla seyrediyordum. Hayretime gülüyorlardı. Ak-

şamüzeri, tenis kulübünde, yanına gidip durumu anlattığım

zaman, şeker kralı da gülüyordu bana. Üzülme, diyordu, ge-

lirler. Bir votka-limon ısmarlıyordu hemen. O zamanlar vot-

ka-limonu  çok  seviyordum.  Sonra  şeker  kralıyla  pingpong

oynuyorduk.  Beni  yeniyordu.  Herkes  yeniyordu  beni;  daha

yeni öğreniyordum. Birlikte atış poligonuna gidiyorduk. Bi-

ze her yerde çok saygı gösteriyorlardı. Şeker kralı, ilk karı-

sından olan oğlunun haylazlığını anlatıyor ve beni övüyor-

du.  Arkadaşlarının  çocukları  da  haylazdı.  Hepsi  beni  övü-

yorlardı ve beni koruyorlardı. Fazla votka içmeme izin veril-

miyordu.  Kulübe,  şeker  kralından  önce  gidip  rahat  etmek

istiyordum. Fakat, garsonlar da beni koruyorlardı. Herhalde

onların  da  haylaz  çocukları  vardı.  Şeker  kralına,  Aydan’la

evlenip  evlenmeyeceğini  sormak  istiyordum.  Aydan,  İstan-

bul’dan, tanımadığımız bir adamın arabasıyla ve bir sürü ye-

ni arkadaşlarıyla dönüyordu. Hep birlikte bir gazinoya gidi-

yorduk: yeni gelen İspanyol dansözlerinin bulunduğu gazi-

noya. Bir masaya sığmıyorduk. Birkaç saat sonra da herkes

birbirini  kaybediyordu.  Konuşmayı  çok  seviyordum.  Ay-

dan’ın İstanbul’dan getirdiği yeni arkadaşlarıyla hemen dost

oluyor ve anlatmaya başlıyordum. Konuşmalar beni büyülü-

yordu.  İnsanların  söyledikleri  sözlerden  heyecanlanarak

kendilerini  konuşmaya  kaptırmaları,  benim  için  bulunmaz

bir nimetti. İnsanları dinlerken onların bir an gelip kendile-

rinin  farkında  olacakları  ve  heyecanlarından  utanacakları

düşüncesi  beni  korkutuyordu.  Onlara  çevrelerini  unuttur-

maya çalışıyordum. Bütün dikkatimi üzerlerine çeviriyor ve

642



onları  konuşmalarında  hiç  yalnız  bırakmıyordum.  Dinle-

yenlerden biri sıkılır da bu duygusunu belli eder endişesiyle

herkesi  kolluyor,  böyle  olduklarını  tahmin  ettiklerimi  soh-

betin  dışında  tutmaya  çalışıyordum.  Konuşurken  ben  de

çevremden  uzaklaşıp  gidiyordum.  Beni  dinleyip  dinleme-

diklerini zor farkediyordum. Sabaha kadar durmadan konu-

şabilirdim. Gecenin bitmeye başladığını anlayınca mahzun-

laşıyordum. Konuştuğum insanların peşinden gitmek, onla-

rı yatak odalarına kadar, hatta ertesi günü işe gidinceye ka-

dar, hatta işlerinde çalışırken izlemek, durmadan konuşmak

ve dinlemek istiyordum. Ayrılınca insanların birbirlerine he-

men yabancılaştıklarını, eski havayı bir türlü canlandırama-

yacaklarını  düşünüyordum.  Kesintilere  dayanamıyordum.

Kuşkulu  ve  ürkektim.  İnsanlara,  ancak  benim  yanımda  ol-

dukları zaman güveniyordum. Benden ayrılınca beni yargı-

lamaya başlayacaklarını ve tekrar bana döndüklerinde, artık

eski  sevgilerinin  tükenmiş  olacağını  düşünerek  korkuyor-

dum.  İnsanlara  çok  önem  veriyordum  aslında.  Benim  için

ne düşünecekler diye içim titriyordu. Yatağa yatınca, o gün

yapmış olduğum aptallıkların utancı içinde kıvranırken, bü-

tün bu kusurlarımı onların da görmüş olduğunu ve onların

da görmüş olduğunu ve onların da yatağa yattıkları zaman,

benim gibi, olayları gözden geçirince benim saçmalamış ol-

duğumu birden göreceklerini ve benden nefret edeceklerini,

daha kötüsü, artık bana aldırmayacaklarını düşünüyordum.

Onlardan  hiç  ayrılmasam,  onları  sürekli  konuşmalarımla

serseme çevirsem, onların bu ağır yargılarından kurtulabile-

ceğimi ümit ediyordum. Şeker kralı başka masada oturuyor

ve  ben,  onun  da  benden  artık  sıkıldığını  sanıyordum.  Beni

kötü  sonuçların  beklediğini  kuruyordum  kafamda.  Daha

doğrusu  ben  kurmuyordum;  kafamda  kurulu  bir  makine

vardı  ve  bu  makine,  durmadan,  ara  vermeden  düşünceler,

izlenimler  sıralıyordu.  Bu  makinenin  idaresi  benim  elimde

643



olsaydı, yalnız istediğim şeyleri, istediğim sırada düşünebil-

seydim neler başarmış olacaktım. Kafamda bir sürü süprün-

tü düşünce olmasaydı, bazen benim bile beğendiğim düşün-

celerle  dolu  olsaydı  beynim...  Kaybediyordum;  düzensizlik

ve  duruma  hâkim  olamamak  yüzünden  kaybediyordum.

Naci -Aydan’ın ağabeyi- şeker kralının gazinodan ayrıldığını

söylüyordu.  Naci’yle  peşine  düşüyorduk  onların.  Kimsenin

yanımdan  ayrılmasına  dayanamıyordum.  Param  olmadığı

için, tek başıma arkalarından gidemiyordum. O zaman, da-

ha, genç bir adam bile olmadığımı anlıyordum. Naci’nin de

bir işi yoktu. Şeker kralından para aldığı söyleniyordu. De-

dikodular dolaşıyordu. Aydan’ın şeker kralıyla nişanlı olma-

dığı  söyleniyordu.  Naci  de  bu  duruma  göz  yumuyor,  deni-

yordu.  Ben  ortada  bir  çirkinlik  göremiyordum.  Herkes  gü-

zeldi.  Kötü  bir  söz  söylenmiyordu.  Kayar  gibi  yaşıyorduk.

Olup bitenler bana bir rüya gibi geliyordu. Kapılmıştım.

Sonra... sonra hiçbir şey olmadı. Şeker kralı Aydan’la ev-

lenmedi. Ortadan kayboldu. Bana allahaısmarladık bile de-

meden gitti. Aydan İstanbul’da yaşamaya başladı. Birkaç ke-

re evlenip ayrıldıktan sonra onu tekrar gördüm. Beni evine

çağırdı. Gitmedim. Neden gitmediğim ayrı hikâye. Şimdi de

güzel  yüzü  ve  parlak  siyah  saçları  geride  kalmış.  Sabahın

erken  saatleriydi.  Uyuyamadığım  bir  gecenin  sabahında,

bitkin,  dolaşıyordum  sokaklarda.  Anlattığına  göre,  bütün

gece içmiş. Eve yeni gidiyormuş. Bu kadar konuştuk. Bana

ilgisiz gözlerle baktı.



2 Nisan

Annem  beni  çok  zor  doğurduğunu  söyler  durur.  Bu  sabah

ona soruyorum: beni doğurduktan sonra kafatasımı yokla-

dın mı? Bu zor doğum sırasında bir ezilme, bir çökme oldu



644


mu acaba? Anneme diktim gözlerimi: bakışlarımla ona bas-

kı yaparak kendini suçlu hissetmesini istiyorum.

Anneme arada bir çatarım: kalıtım nedeniyle. Mendel ya-

salarıyla hırpalarım onu. Daha akıllı, daha kabiliyetli, daha

becerikli  olsaydın,  ya  da  beni  doğurmasaydın,  diye  yükle-

nirim ona. Eksik yönlerini düşünseydin; bunların çocuğu-

na  da  geçeceğini  düşünerek  evlenmeseydin.  Liseyi  bitirdi-

ğine  göre,  sana  da  Mendel  yasalarından  bahsetmişlerdir.

Ayrıca,  babamla  bu  kadar  farklı  bir  temel  yapıya  sahip  ol-

duğun  halde,  neden  onunla  evlendin?  İkiniz,  aşırı  çelişik

uçlarda  bulunan  karakterlerinizin  bana  nasıl  etki  edeceği-

ni, benim hücrelerimi nasıl bir çıkmaza sokacağını hiç dü-

şünmediniz mi?

Annem  bana  hayrandır.  İçinden,  onunla  ilgilendiğim,

onunla konuştuğum için sevinir; dışındaysa, kızar görünür

bana.  Hele,  ona  bir  şey  öğretmek  istediğimi,  bilgiyle  ilgili

bir sohbet yapacağımızı sezerse, hemen davranır, kalkar ye-

rinden: ocaktaki yemeğin altını söndürür, ya da elindeki ör-

güyü kaldırır, ya da radyoyu kapatır: beni iyi dinleyebilmek

için.  Gerçek  ilginin  bu  kadar  candan  bir  belirtisini  başka

yerde gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Yemeğin dibinin tut-

masına  da  aldırmasın,  diyeceksiniz.  Siz  de  çok  şey  istiyor-

sunuz.

Beni dinlerken, içinden, tanıdıklarının çocuklarıyla karşı-



laştırır. Hangisinin oğlu, annesine, Mendel yasalarına daya-

narak çatabilir? Sorarım size. Siz istediğiniz kadar anormal

deyin benim oğluma, her gün tıraş olmuyor, kılıksız dolaşı-

yor, deyin. Ahmet Beyin, şu Tosyalı pirinç tüccarın oğlu şiş-

man Nusret, böyle konuşabilir mi?

Annem, kendini savunmaya çalıştı. Başka anneleri örnek

verdi. Burada kolayca kazanır işte. Kafatasımın çok düzgün

olduğunu,  ilkokula  giderken  kafam  tıraş  edildiği  zaman,

herkesin, kafamın yuvarlaklığına hayran olduğunu söyledi.

645



Albümden  resimler  çıkararak  örnekler  verdi.  Karpuz  gibi

bir  kafatasım  varmış.  Böyle  ciddiye  alınmak  hoşuma  gidi-

yor. Biraz daha kültürlü olsaydı, annemle birçok meselemi

konuşabilirdim.  Biraz  neşelendim.  Bu  görünüşüm  de  onu

sevindirdi  ayrıca.  Cesaretlenerek  işe  gidip  gitmeyeceğimi

sordu. Bana çok uzak bir mesele geldi bu işe gitmek. Bütün

gün suratımı astım.

Gece onu bir gazinoya götürdüm. Aynı yaşta iki insan gi-

bi  davrandık  birbirimize.  Annem  çok  gururlandı.  Sonra,

birden  sıkıntının  geldiğini  hissettim.  Sevinç,  eğlenme  gibi

şeylere düşman bu sıkıntı. Sabaha kadar, Günseli’nin evinin

çevresinde gezindim. Kapıyı çalacak gücüm yoktu.



3 Nisan

Bu deftere kendimi anlatmaktan usandım. Başkalarının dü-

şüncelerini  de  yazmak  istiyorum.  Benim  “mahrem-i  esra-

rım” oldu bu defter. Aklıma gelen her şeyi yazabilirim bu-

raya.

Ben  bir  eskiciyim,  eskiye  dönük  bir  adamım.  Ülkemizin



insanları,  eskiden,  bugünkü  gibi  bilgili  olmadıklarından,

büyük bir içtenlikle, büyük bir saflıkla, büyük bir iyi niyet-

lilikle  ve  her  şeyi  yeni  öğrenen  insanların  coşkunluğuyla,

bize  özentisiz  eserler  kazandırmışlardır.  Yıllardır,  çocuklu-

ğumda beni büyüleyen kitapları, dergilerdeki yazıları yeni-

den gözden geçirmedim: buna cesaret edemedim. Eski bü-

yünün bozulacağından korktum. O günlerde okuduklarım-

dan  aklımda  kalan  kırıntıları,  o  canım  yazarların  büyülü

sözlerinden  bilincimin  akıntısına  takılan  ve  uykuda  duyu-

lan  seslere  benzeyen  yarım  sözleri  yeniden  canlandırmak

için  uğraşıyorum  saatlerdir.  Aklımda  yarım  şiirler,  hikâye

646



parçaları, gazete havadisleri, okul kitabı metinleri yüzüyor.

Bilincimin dar boğazlarından yüzerek geçiyorlar belli belir-

siz  biçimleriyle.  Onları,  özlerinin  dışında,  başka  bir  anlam

içinde seziyorum. Neden güzel olduklarını bulup çıkaramı-

yorum.  Acaba  güzel  olan  anlatılış  biçimleri  mi?  Bilemiyo-

rum.  Aklımda  kalanları,  gelişigüzel  yazıyorum.  Belki  de

hepsi uydurma; aklımda öyle kalmış, ne yapayım?

Şiirler hatırlıyorum, yabancı dillerden çevrilmiş, yabancı

dil kokan şiirler:

Orada her şey büyülü ve usandıran bir haşmetle

görünür

Bütün renkler ve kokular içiçe.

Kader duvarları koyu ve karanlık gölgelerini salarlar

Buradan ebediyete kadar.

Daha  eski  dilden  olanları  da  var:  (Eskidikçe  güzelleşi-

yorlar.)


Mutasevver ve mülâyim bütün muâdeletlerin

müphemiyeti.

Bu sakîm heyûlâyı fıtretle kaydediyor.

Deniz cisimlerinin mütemadî in’ikâsı içinde

Zulmet, bana artık zannedildiği kadar müstakim

görünmüyor.

Belki  de  bunlar,  sadece,  yabancı  şiirlerin  etkisiyle  yazıl-

mış. Bilmiyorum. Karıştırıyorum.

Ya manzumeler!

Seni hürmete layık yapan kara sapandır

Toprak altında yatan ya deden ya babandır

647



Bir şeye sahip olan işte onu yapandır

Yazık traktörle toprağı işleyene

Armutları olmadan üstünden dişleyene.

Saffet  Ağabey  bana  bir  sürü  manzume  ezberletmişti.  Bu

arada, hicivler, taşlamalar da vardı. Hepsi de aynı tezgâhın

imalatı  gibi  ne  güzel  birbirine  benzerdi.  Şimdi  anlıyorum:

şiir orduları kurulabilirdi böylece:

Ekmek yirmi beş kuruş, bu ne biçim hükümet

Kalmadı artık bizde hakka hukuka hürmet

En sevdiklerim de tercüme romanlardı:

Lagranj,  Lökok’a  sert  bir  nazar  atfetti.  Aşağı  Löretan-

ya’nın  bu  iki  muannit  serserisi  için  mutavaat  kabul  etmez

bir vaziyet hasıl olmuştu. Her ikisi de müthiş bir hâlet-i ru-

hiyenin esiri olmuşlardı. Lökok, nevmîdane konuştu:

- Hissiyatına mağlup oluyorsun. Mersiyer bu elim vaziyet-

ten bilistifade, Margörit’i avucunun içine, o menfur arzuları-

na  ram  etmek  üzere  ve  gayri  kabili  red  bir  şekilde  bu  top-

rakların üzerinde bize hayat hakkı tanımayarak alacaktır.

Günün bu saatlerinde, Tosfanya Vadisi derin bir sükûnet

içindedir.  Ağaçların  yaprakları,  bir  nebze  olsun  kımılda-

maz. Vatren’in malikânesine giden tozlu ve kış mevsiminde

nakil vasıtalarının seyrüseferine imkân vermeyen yol, Şolye

Dağının  eteklerinden  kıvrılarak,  bu  nefis  manzarayı,  sey-

yahların  gözlerinin  önüne,  gayrı  kabili  nisyan  bir  şekilde

serer.  Yolun  iki  tarafı,  mersin,  ahududu,  pelesenk  ve  mür-

dümeriği  ağaçlarıyla  kaplıdır.  Bahçelerin  hududu  olan  ha-

rap duvarların üstünü örten bögürtlen, ısırgan, şebboy, hin-

diba ve avret otları birbirine sarılarak yükselirler. Bu havali-

nin hususiyeti addedilen ve mahalli halk arasında pej tabir

648



olunan bir nevi çalılık, terkedilmiş araziyi ve Şolye Dağının

sarp kayalarının arasını bir halı gibi tefriş eder. Muvar Neh-

ri, arazinin bu kısmında, kirli ve bulanık bir manzara arze-

derek akar. Sıcak günlerde, serinlemek isteyen köylüler, bu

müstekreh manzarayı nazarı itibara almayarak, nehrin serin

sularına  kendilerini  elbiseyle  terkederler.  Malikânenin  şi-

mali  şarkisinde  metruk  bir  değirmen  vardır.  Ahalinin,  la-

netli  addolunması  sebebiyle  yaklaşmaktan  içtinap  ettikleri

bu harap binada çoban Lotriye yaşar. Vatren’in malikânesi-

nin  cenubunda  Muvar  Nehrine  karışan  Despiyö  Çayı,  bu

değirmenden geçer. Bina, zeytin ağaçları ve servilerin orta-

sında  meş’um  bir  manzara  arzeder.  Hikâyemizin  iptidala-

rında,  Lotriye,  bu  değirmende,  yalnız  başına  oturuyordu.

Camsız  penceresinden  bakıldığında  bütün  vadiyi  görmek

kabildi. Etrafta, Lotriye’nin koyunlarının otlamasına müsa-

it, mebzul miktarda, uzun ve yaz mevsiminin ortalarına ka-

dar  yeşilliğini  kaybetmeyen  otlar  bulunuyordu.  Tosfanya

koyunları  havalide  meşhurdu.  Akşam  vakti,  malikânenin

yüksek duvarlarının arasındaki küçük patikadan koyunları-

nı  geçiren  Lotriye,  malikânenin  kapısı  önünden  geçerken,

Vatren’in,  demir  parmaklıklar  arasından  görünen  iki  katlı

kâgir  villasına  nefret  ve  hayranlık  dolu  nazarlar  atfederdi.

Şimali garbiden cenuba doğru bir le harfi şeklinde uzanan

bu  heybetli  bina,  asırdide  çam  ağaçları  arasında,  Vatren’in

haşmet  ve  itibarının  bir  timsali  gibi  dururdu.  Demir  kapı-

nın gerisinde, iki yanı çiçek tarhlarıyla süslü muntazam bir

yol, hafif inhinalarla yükselerek villanın kapısına kadar de-

vam ederdi. Evet. O kapının da gerisinde Beatris dö Vatren

oturuyordu.

Kitaplarda  Lotriye’nin  Beatris’e  bakışını  gösteren  çeşitli

gravürler...  Tosfanya  Vadisi:  uzaktan,  iki  duvarın  arasında

koyunlar  görünüyor.  Şimdi  gülüyorlar  bu  kitaplara;  onlar-



649


daki  sevimliliği  hissetmiyorlar.  Yok  böyle  bir  şey,  diyorlar.

Böyle kitapları da çevirmiyorlar dilimize artık. Hele bu şe-

kilde hiç çevirmiyorlar. Bunalım kitapları çeviriyorlar. Akıl-

sızlar!  Bunalım  da  neymiş?  Güzel  Beatris’in  yaşadığı  mali-

kâne, benim için daha önemli. Geriye dönülemezmiş. Öyle

olsun.  Ben  Ekmekçi  Kadın  gibi  kitaplar  istiyorum.  Ellerini

bileklerinden  geriye  doğru  kıvıran  kadınlarla,  onlara  eğil-

miş  durgun  yüzlü  genç  adamları  gösteren  gravürler  istiyo-

rum. Demirhane Müdürü’nü istiyorum. Bu edebiyatın da, es-

ki elbiseler gibi, yeni baştan moda olmasını istiyorum.

Ya önsözler, ya yazarların hayat hikâyeleri, dergilerde çı-

kan eleştiri yazıları... İnsanların yaşadığını, birbirlerine çat-

tığını görmek, satırların arasındaki hareketi duymak...

Muhterem  tenkitçinin  işaret  ettiği  hususları  büyük  bir

hüsnüniyetle  karşıladım  ve  bahsettiği  satırları  tekrar  göz-

den  geçirerek,  olur  ya  insanlık  hali,  bir  yanılma  olmuştur

diye  düşündüm.  Mükemmellikten  söz  edecek  ve  benden

iyisini  yapan  yoktur,  diyecek  kadar  mutaassıp  olmadığımı

zannediyorum. Fakat, maalesef muhterem refikimizin takıl-

mış  olduğu  yerlerde  ben  mugayir  bir  husus  göremedim.

Elimdeki  kitapların  kâfi  olmadığını  düşünerek  Grand


Yüklə 1,87 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin