TARĠHÇE
Depresyon sözcüğü; çökme, kendini kederli hissetme işlevsel
ve yaşamsal aktivitenin azalması gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
Kelimenin kökeni olan“depress” sözcüğü ise, Latince“depressus”
tan gelmektedir. Yazılı kaynaklarda 17. yüzyıldan beri bu sözcüğün
kullanıldığına
rastlanmaktaysa
da,
ruhsal
bir
rahatsızlığın
tanımlanması için kullanımı geçen yüzyılın sonunda Kraepelin
tarafından yapılmıştır (32).
Depresyon ve benzeri ruhsal hastalıkların tanımlanma ve
sınıflandırılma çabaları eski çağlara kadar uzanır. Sümer ve Mısır
kaynaklarında bu konuda bazı bilgilere rastlanmıştır. Bilindiği
kadarıyla ilk kez eski Yunan‟ da Hipokrat, bu sendromun belirtilerini
tanımlamış ve etiolojisi ile ilgili bir açıklama getirmiştir.
Hipokrat ekolü, vücutta insanın emosyonları ile ilgili dört
sıvının olduğunu ( kan, sarı safra, kara safra , lenf olmak üzere ) ve
bunlardan kara safra ve lenf sıvısının mani, melankoli, frenitis ve
paranoya gelişimine neden olduğunu ileri sürmüştür. Hipokrat‟ın
“eğer üzüntü uzun sürerse artık melankolidir” sözü, o zamanlarda
depresyonun bir rahatsızlık olarak ele alındığına dair iyi bir fikir
vermektedir. Aristo‟nun “Problemata” kitabında ve Galen‟in
yazılarında da melankoli tanımı kullanılmaya devam etmiştir (32,33).
18
Tarih öncesi dönemlerden beri bilinen “nepenthes” adlı
morfin türevinin antidepresan amaçla kullanımı belki de depresyonun
bilinen en eski farmakolojik tedavi şeklidir.“Şok” tedavisinin
öncülleri de hemen hemen aynı çağlarda Lepkas adasında
uygulanmıştır. Bunlardan bir kaç yüzyıl sonra M.S.2. yy.‟da Soranus
Epheisos diyet, flebotomi, lavman, kusturma, enerjik masaj,
güneşlenme, ısıtma ve alkali kaynak sularının içilmesi gibi tedavi
yöntemlerini önermiştir (32).
Batının Hipokrat-Galen tarzı düşünce sistemi, doğunun Çin‟ de
Türk ve Arap dünyasında İbni Sina ile doruğa çıkan yaklaşımının
etkileri sayılmazsa, pek değişikliğe uğramadan ortaçağa kadar devam
etmiştir. 16. yy.‟ da bir yanda çalışmalarını hayatıyla ödeyen Vesalius
ilk anatomik diseksiyonu gerçekleştirirken, öte yanda karanlık ortaçağ
düşüncesi Hipokrat‟ın da gerisine düşerek bu hastalıkların kökeninin
“spiritüel” olduğunu iddia etmeyi sürdürmüştür. Onlara göre hasta
olan kişiler “şeytana tutulmuşlardı”, oysa bu yıllarda doğu tıbbı
hastalarını insanca yöntemlerle tedavi etmekteydi.
16. ve 17. yüzyıl çalışmalarını en iyi tanımlayan ifade,
depresyonun etiyolojisi konusunda Vesalius‟un “Melankoli beyin ya
da bir başka organın tümöründen kaynaklanmaktadır” görüşüdür.
Vesalius‟u izleyen Plater, ilk kez merkezi sinir sisteminin psikiyatrik
tablolardan 6 sorumlu organ olduğunu savunmuştur. Çin‟de ise 14. yy
ile 20. yy arasını kapsayan geniş dönem içinde depresyonun etiolojisi
ile ilgili olarak, “yaşamsal hava dolaşımında bozulma, aşırı yas ve
hastanın kontrol edemediği çaresizlik durumları” tanımlanmıştır.
1621‟de Burton “Melankolinin Anatomisi” adlı üç ciltlik bir eser
yayınlayarak, bugünkü bilgilerimize çok yakın tanımlamalar
yapmıştır. 17. Yy‟da Willis depresyonun sıvıların aşırı tuzlanmasına
bağlı olduğunu söylemiştir. 18. Yy‟da Newton ve Bellini‟ nin
kuramları tıbbi açıklamaları da mekanikleştirmiştir. O yıllarda
Pitcairn, Hoffman gibi bilim adamları depresyonu dinamik
mikropartiküller, hidrodinamik ilkeler, kan-lenf-sinir sıvısının
dolaşımında bozulma ile açıklarlarken, Cullen “sinir sıvısının
19
düzensiz hareketinin belki de elektriksel bir yolla melankoli sebebi”
olduğunu savunmaktaydı (32).
19. yy Pinel, Esquirol, Falret, Mendel ve Kreapelin‟in
katkılarıyla depresyon bugün bilinen kavramlarına çok yaklaşmıştır.
Falret 1854‟te depresyonlu hastaların zaman içinde taşkınlık
geliştirdiklerini, sonra tekrar depresif dönemin ortaya çıkabildiğini
gözlemlemiş ve bu durumu, dalgalanan delilik (la folie circulare)
olarak tanımlamıştır. Aynı dönemde bir diğer Fransız psikiyatrist olan
Bailargerise, manik ve depresif dönemlerin aynı hastada görüldüğü
durumu, çift şekilli delilik (la folie a double forme) olarak
adlandırmıştır. 19. Yy‟da Alman psikiyatri ekolü, modern anlamda
ruhsal hastalıkları sınıflandırmaya çalışmış ve Kahlbaum 1882‟de
mani ve melankolinin aynı hastalık sürecinin farklı dönemleri
olduğunu tanımlamıştır. Bu durumun hafif şekline ise “siklotimi”
adını vermiştir (32). Kraepelin ise, bugün depresyon olarak
anladığımız durumu “manik depresif hastalık” ve “involüsyonel
depresyon” adı altında ele almış “dementia prekoks” ile ayırımını
açık bir biçimde yapmıştır. Kraepelin‟in nozolojik çalışmaları bu
yüzyıl içinde, gerek ruhsal rahatsızlıkların tanımlanması, gerekse
psikiyatrik hastalıkların etiolojik ve kategorik olarak sınıflandırılma
çabalarında yol gösterici olmuştur. 20. yy Meyers, Freud, Adler,
Abraham, Bowlby, Rado, Jacobsen‟in katkıları yanında biyolojik
olarak da, bugün çoğu hayatta olan araştırmacılar ve birkaç yıl önce
aramızdan ayrılan Winokur‟ un çalışmalarıyla şekillenmiştir (34).
KLĠNĠK ÖZELLIKLER
Depresyonun genel belirtileri :
Depresif duygudurum varlığı
Hiçbir şeyden zevk alamama (anhedoni)
Konuşmada, düşüncelerde, davranışta yavaşlama
Enerji kaybı, yorgunluk, bitkinlik, letarji, anerji,
Uyku bozukluğu (genellikle insomnia olur)
İştahta değişme (genellikle kilo kaybı olur)
Somatik yakınmalar
Ajitasyon (huzursuzluk olarak yaşanan artmış motor etkinlik)
20
Cinsel ilgi ve etkinlikte azalma
İşe ya da yapılan diğer etkinliklere karşı ilgi kaybı
Değersizlik, kendini küçük görme, kendi kendini kınama, utanç
ya da suçluluk duyguları
„Düşünmede yavaşlama‟ ya da „düşüncelerinin (zihninin)
karmakarışık olması‟ yakınmalarıyla belirli düşünme ya da
düşüncelerini belirli bir konu üzerinde yoğunlaştırma yetisinde
azalma
Anksiyete
Benlik saygısında azalma
Çaresizlik duyguları
Karamsarlık ve umutsuzluk
Ölüm düşünceleri veya intihar girişimleri
Depresyon tanımlamasının odak noktasını üzüntülü duygudurum
(depresyon), azalan keyif alma kapasitesi (anhedoni) oluşturmaktadır.
Duygudurum değişikliği depresyonun en temel öğesi olarak
düşünülür; acı ve üzüntü duygusu, hoş olmayan olaylara aşırı
duyarlılık,
mutluluk
verici
olaylara
duyarsızlık,
beklenti
memnuniyetinde azalma, zevk alamama, afektte küntleşme, apati
şeklinde dışa vurum olarak belirtilebilir. Çökkün duygudurum
terimi negatif afektif yansımayı simgeler ve çökkün, kederli,
dokunaklı, irritabl veya anksiyöz gibi çeşitli şekillerde tanımlanır.
Depresyonda genel olarak üç alanda bozukluk olduğu
söylenebilir:
1) Emosyonel alanda (disfori, irritabilite, anhedoni, toplumdan
uzaklaşma)
2) Kognitif alanda (kendini kınama, değersizlik ya da suçluluk
duyguları, umutsuzluk, düşüncelerini belirli bir konu üzerinde
toplamada güçlük çekme, bellek bozukluğu, hezeyanlar ya da
halüsinasyonlar)
3) Vegetatif alanda (yorgunluk-bitkinlik, enerji kaybı, insomnia-
hipersomnia, anoreksiya-hiperfaji, psikomotor retardasyon / ajitasyon,
libido kaybı)
21
Depresyonlu hastanın değerlendirilmesi:
1)
Öyküden Elde Edilen Bilgiler:
a. Anhedoni-zevk alamama,
b. Arkadaşlar veya aileden uzaklaşma,
c. Güdülenme yokluğu ve engellenmeye dayanma gücünde azalma,
d. Vejetatif belirtiler: libido kaybı, iştahsızlık ve kilo kaybı, iştah
artışı ve kilo alma, düşük enerji düzeyi, adet düzensizliği, sabah erken
uyanma (terminal insomnia) çökkün hastaların yaklaşık %75‟i
uykusuzluk veya aşırı uyuma gibi uyku bozukluklarına sahiptir, gün
içinde dalgalanma (semptomlar sabahleyin kötüleşir).
e. Kabızlık,
f. Ağız kuruluğu,
g. Baş ağrısı.
2) Ruhsal Durum Muayenesinden Elde Edilen Bilgiler:
a. Genel görünüm ve davranış; psikomotor yavaşlama veya
ajitasyon, göz temasında azalma, ağlama, vücudun öne eğilmesi,
kişisel görünüme dikkat etmeme.
b. Duygulanım; sıkıntılı.
c. Duygudurum; çökkün.
d. Konuşma; azdır ya da kendiliğinden konuşmaz, tek hecelerle,
uzun aralıklarla konuşur, hafif, düşük tonda ve monotondur.
e. Düşünce içeriği; çökkün hastaların %60‟ında özkıyım
düşünceleri ve %15‟inde tamamlanmamış özkıyım; obsesif
yinelemeler; yaygın umutsuzluk; değersizlik ve suçluluk duyguları;
bedenle ilgili zihinsel uğraşlar; kararsızlık; içerik yetersizliği; varsanı
ve sanrılar (duygudurumla uyumlu suçluluk, yok olma, kötülük
görme gibi); kendiliğindenlikte azalma.
f. Duyum; çelinebilirlik, yoğunlaşma güçlüğü, bellek zayıflığı,
yönelim bozukluğu olabililir
g. İçgörü ve yargılama; kişisel değersizlikle ilgili bilişsel
bozukluklar nedeniyle bozulur.
22
3) EĢlik Eden Bulgular:
a. Bedensel yakınmalar; depresyonu maskeleyebilir; özellikle kalp,
sindirim sistemi, boşaltım sistemi, sırtın alt tarafında ağrı ve ortopedik
yakınmalar.
b. Sanrı ve varsanıları mevcut ise içerikleri çökkün duygudurumla
uyumlu olmaya eğilimlidir; en yaygın olanlar suçluluk, yoksulluk, hak
edilmiş kötülük görme, bedenle ilgili ve dünyanın sonu geldiği
şeklindedir. Duygudurumla uyumsuz sanrılar, duygudurumla belirgin
olarak ilişkisi olmayan içeriktedirler, örneğin çökkün durumlarla
ilişkisiz düşünce sokulması, yayınlanması, etkilenme sanrılarıdır.
4) YaĢa Özgü Bulgular: Depresyon değişik yaşlarda farklı şekillerde
görülebilir.
a. Puberte öncesi: Somatik yakınmalar, ajitasyon, tek sesli işitsel
varsanılar, kaygı bozuklukları ve fobiler.
b. Ergenlik: Madde kötüye kullanımı, antisosyal davranış,
huzursuzluk, okuldan kaçma, okul güçlükleri, gelişigüzel cinsel
ilişkiler, reddedilmeye aşırı duyarlılık, yetersiz kişisel bakım
c. Yaşlılık: Bilişsel kusurlar (bellek yitimi, yönelim bozukluğu ve
konfüzyon, psödodemans ya da depresyonun demans sendromu, apati,
çelinebilirlik
EPĠDEMĠYOLOJĠ VE RĠSK ETKENLERĠ
Depresyon psikiyatrik hastalıklar arasında en sık görülenlerden
biridir. Kabaca toplumda her 10 kişiden birinde izlenmekte olup, her
dört kadından birisi ve her 8-10 erkekten birisi yaşamları boyunca en
az bir kez depresif epizod geçirmektedir. Kadınlarda erkeklerden 2 kat
fazla görülmektedir. Majör depresyon orta yaşlarda (20-40) daha sık
izlenen bir hastalıktır. Yaşam boyu majör depresyon prevelansını;
Angst 1992‟deki çalışmasında %4.4-%19.6 ve Kessler 1994 ‟deki
çalışmasıyla %17 olarak belirtmiştir. Doğan ve arkadaşlarının
1995‟deki çalışmasında; ülkemizdeki depresyon yaygınlığı (%8-20)
diğer ülkelerdeki oranlara benzer bulunmuştur. Yine Keslerr 1994‟de
23
ki çalışmasında, 1 yıllık süre içersinde, toplumun %10.3‟ünde majör
depresyon tesbit edilmiştir. 1 yıllık prevelans kadınlarda %8,
erkeklerde %3 civarındadır. Witchen ve arkadaşlarının 1994‟deki
çalışmasında yaşam boyu tekrarlayan kısa depresyon oranı %11 olarak
verilmiştir.
Depresyonda risk etkenleri
YaĢ :
Depresyon daha çok orta yaş hastalığıdır. Majör depresyon orta
yaş ve 45 yaş altında daha sık görülür. Jorm„un 2000 yılında ki bir
çalışmasına göre, daha öncesinde var olan yaygın kanının aksine,
depresyon yaşlılarda daha fazla görülmektedir. İlerleyen yaşla birlikte
hastalarda izlenen depresif belirtilerin artmasına rağmen, majör
depresyon sıklığı artmaktadır (30).
Cinsiyet:
Major depresyon kadınlarda erkeklere göre iki kat daha fazla
görülmektedir. Cinsiyete göre ortaya çıkan bu farklılık genç ve orta
yaşta daha belirgindir. Yaş ilerledikçe iki cins arasındaki fark git gide
azalmaktadır.
1) Biyolojik ve genetik etkenler: menstürel siklus gibi normal
hormon dalgalanmalarına verilen anormal yanıtlar ya da diğer
hormonal etkenler; menopoz, hamilelik, doğum, hormon ve doğum
kontrol ilaçlarının etkileri depresyonun ortaya çıkmasında rol
oynayabilmektedir. Ayrıca kadınlarda mono amino oksidaz seviyeleri
yüksektir ve tiroid hormon bozuklukları daha fazla görülür.
Postpartum dönemde ortaya çıkan depresyonda ise, düşen östrojen ve
artan progesteron düzeyleri sorumlu tutulmaktadır. Premenstrual
dönemde duygusal insitabilitedeki artış da benzeri bir değişimle
ilişkili olabilir. Oral doğum kontrol haplarının kullanılması sonucu,
progesteron artışıyla birlikte depresif belirtilerinde artması, bu
yaklaşımı desteklemektedir.
2)Psikolojik etkenler: Bu konuda, kadına toplum içinde biçilen rol,
bu konuda ona karşı verilen tepkiler, yaşadığı stresler, çatışmalar ve
çoğu kez bunlarla başa çıkamamanın verdiği çaresizlik, bunlardan
sorumlu tutulmaktadır (30).
24
Irk ve etnik gruplar:
Loosen ve arkadaşlarının 2000 yılında yaptıkları bir çalışmada:
majör depresyon dağılımının ırklara ve etnik gruplara göre farklılık
göstermediği ve ırklar arasında görülen bazı farklılıklarında, daha çok
sosyoekonomik durumun etkisinden kaynaklandığını ileri sürenler
yanında, siyah ırkta daha az oranda majör depresyon izlendiğini ileri
sürenlerde olmuştur (30).
Medeni durum:
Depresyon ayrı yaşayan ya da boşanmış eşler arasında daha
yüksek oranda izlenmektedir. Yalnız yaşayan annelerde, evli olanlara
göre, depresyon gelişme riski iki kat daha fazladır. Brown ve
Moran‟ın 1997 yılında ki çalışmalarında eş kaybının depresyonun ilk
epizoduyla ilişkili önemli bir çevresel stres etkeni olduğu görülmüştür.
Bu risk cinsiyete göre değişim göstermektedir. Bekar kadınlar,
evlenmiş kadınlara göre daha az depresyon riski yaşarken, bunun
tersine evli erkekler bekar erkeklere göre daha az risk taşımaktadır
(30).
Aile öyküsü ve genetik özelliker:
Kendler, 1999 yılında yaptığı çalışmada kişinin birinci
dereceden biyolojik akrabalarında majör depresyon öyküsü varsa,
kendisinde de depresyon görülme olasılığının arttığını ifade etmiştir.
Biyolojik akrabasında majör depresyon olanlarda, hastalanma oranı
erkeklerde %11, kadınlarda %18 düzeyindedir (30).
Erken dönem çoçukluk yaĢantıları:
Bazı yazarlar anne baba tarafından sağlanan ve süreklilik
gösteren sevgi ve duygular beslemenin depresyon oluşumunu
önlediğini, buna karşı anne babadan ayrılmanın ya da gerçek
kayıpların ileri yaşlarda gelişimi açısından risk oluşturduğunu ileri
sürmüşlerdir. Spitz; yaşamın ikinci 6 ayında annesinden ayrı kalan
bebeklerde açık depresif belirtiler tanımlanmış, kişiyi şekillendiren
dönemlerde yaşanan ayrılık ve kayıpların; ya çocuğun depresif yapı
geliştirmesine ya da ancak ilkel savunma düzenekleri kullanarak
depresyondan korunabileceğine dikkati çekmiştir (30).
25
Çocukluk dönemi yaĢantıları:
1. Kayıplar, özellikle 11 yaş öncesi ebeveyn kaybı ileriki
dönemlerde depresyon gelişimiyle ilişkili bulunmuştur.
2. Anne babanın ilgisiz tutumu, özellikle 17 yaşından önce
karşılaşılan ihmal bir başka risk etkenidir.
3. Çocukluk döneminde yaşanan kötüye kullanım durumları da
diğer bir risk etkenidir. 1994‟te Bifulco‟nun, 1990‟da Haris‟in
yaptıkları çalışmalarda; aile üyelerinden şiddet görme, aile içinde ya
da yakın çevre tarafından cinsel tacize uğrama gibi olayların
depresyonu yaklaşık iki kat arttırdığı görülmüştür. Birmaher ve
arkadaşlarının 1996‟da ki çalışmasında çocukluk dönemlerinde ki
kötüye kullanımlarının hipotalamik-pituiter-adrenal (HPA) eksenin
işlevlerini etkileyebileceği yani kortikotropin salgılatıcı hormon
uyarma testinde daha yüksek derecede ACTH yanıtlarının alındığını
ileri sürmektedirler (30).
Hastalık öncesi kiĢilik özellikleri:
Depresyonun kapsamlı anlaşılabilmesi için, kişinin depresyon
epizodu öncesindeki „premorbid‟ kişilik yapısı incelenmelidir. Obsesif
histrionik, pasif ve bağımlı vede sınır kişilik yapısı özelliklerine sahip
olanlarda depresyon daha çok izlenirken, antisosyal ve paranoid işilik
yapısına sahip bireylerde daha az izlenmekte olduğu yönünde görüşler
vardır (30).
Olumsuz yaĢam olayları ve stres etkenleri:
Olumsuz yaşam olaylarının tek başlarına değil, ancak kişide
genetik, biyolojik ya da psişik bir yatkınlık bulunması durumunda
depresyon oluşumuna neden olduğu düşünülmektedir. Bir çok insan
olumsuz yaşam olayları yaşadığı halde epizoduna girmemektedir.
Çünkü negatif olaylar daha çok „efektif dia tez‟ e sahip bireyler
üzerinde etkili olmaktadır. Paykel„in 1971, 1994 ve 1997‟de ki
çalışmalarında bu konuyla ilgili bir diğer hususa dikkat çekilmistir.
Yaşanan olayların kendisinden çok o olayın o kişi tarafından nasıl
algılandığı da ruhsal açıdan çok daha önemlidir. Bu konuyla ilgili
olarak 1997‟de Brown ve arkadaşları, etkileri uzun süre devam eden
yaşam olaylarının, depresyon oluşturmadaki rolünü vurgulamış, kısa
26
süreli etki oluşturan olayların depresyona yol açmadığını ileri
sürmüşlerdir (30).
Sosyo-ekonomik durum ve sosyal destek :
Bruce ve Takeuchi 1991‟de yoksul kişilerde depresyon oranının iki
kat daha fazla olduğunu, Rothschild ise 1999 yılındaki çalışmasında
depresyonun kentlerde, işsizlerde 3 kat, yoksullarda 2 kat daha fazla
olduğunu belirtmişlerdir (30).
Diğer psikiyatrik durumlarla birliktelik:
1. Kupfer 2001‟de depresyonun tekrarlayabilen ve kronikleşen bir
hastalık olduğunu, birinci epizoddan sonra ortalama %75-80 civarında
nüks oranı olduğunu ifade etmiştir.
2. Anksiyete bozukluklarının varlığı, depresyon olasılığını
artırmaktadır
3. Nörolojik hastalıklar; örneğin Parkinson hastalığı, Alzheimer
hastalığı, inme gibi hastalıklarda depresyon yüksek orandadır.
4. Birincil uyku bozukluklarının varlığı depresyon sıklığını
artırmaktadır.
5. Alkol ve madde kötüye kullanımıyla depresyon arasında daha
yüksek oranda birliktelik izlenir (30).
MAJOR DEPRESĠF EPĠZOD ĠÇĠN DSM-IV TANI
ÖLÇÜTLERI:
A.İki haftalık bir dönem sırasında daha önceki işlevsellik
düzeyinde bir değişiklik olması ile birlikte aşağıdaki semptomlardan
en az beşinin olması: semptomlardan en az birinin ya (1) depresif
duygudurum ya da (2) ilgi kaybı ya da artık zevk alamama olması
gerekir.
Not: Açıkça genel tıbbı duruma bağlı olan ya da duyguduruma
uygun olamayan hezeyan ya da halüsinasyon semptomlarını
katmayınız.
1.
Ya hastanın kendisinin bildirmesi (örneğin:kendisini üzgün,
boşlukta hisseder.) ya da başkalarının gözlemesi (örneğin:
ağlamaklı bir görünümü vardır..) ile belirli, hemen her gün
yaklaşık gün boyu süren depresif dugudurum.
Not: çoçuklarda ve ergenlerde irritabl duygudurum bulunabilir.
27
2. Hemen her gün, yaklaşık gün boyu süren, tüm etkinliklere karşı
ilgide belirgin azalma ya da artık bunlardan eskisi gibi zevk alamıyor
olma (ya hastanın kendisinin bildirmesi ya da başkalarınca gözleniyor
olması ile belirlendiği üzere)
Dostları ilə paylaş: |