2) Bak, sh. 16 ve dev.
3)
Bak, sh. 27 ve dev.
4)
Müttefik, ldentique, anlaşmış, uygun, ittifak hâlinde
5)
Bir, vâhid, (un).
6) Kendisine işaret edilemez;
gayr-i-müşârun lleyh, indâter-
mine.
7) Ibn Sinâ, el-İşârât, 291, III/440
37
Râzî bu cümleleri şöyle açıklar : Burada «h ak» kelimesi
«varolan» demektir. İfade edilmek istenen şudur : Bütün va
rolanlar şahsî(8) 9
1
0
1
1
varlıklarından soyulmuş, mücerred mahiyetler
olarak alınınca hissedilemezler. Böyle olunca bütün hakikatle
rin sebebi olan, onlan vareden Allah da böyledir, mücerreddir.
Bu, îbn Sînâ’nın iknâî (E) bir delilidir (IC).
Tûsî’ye göre buradaki «hak» kelimesi «hakikate sahip, va
rolan, müşahhas zâtları içinde varlık» manâsındadır. Maksal
ise, hakikat olma bakımından bütün varolanların hakikati
hissediletnez. Bütün hakikatlerin tahakkuk ettiricisi olan Al
lah'ta bu «hissedilemez» hükmüne dahildir. Yoksa, Râzî’nin
zannettiği gibi, burada benzetme yolu ile Allah da eşyanın ha
kikatleri arasına sokulmuş değildir. Bu îbn Sînâ’nın bundan
önceki açıklamalarının bir özetinden ibarettir tM).
Görüldüğü üzere gerek Râzî, gerekse Tûsî tamamen bun
dan önceki bahsin; «hisötesi âlemde varlık» mevzuunun içinde
kalmış, yeni bir probleme geçildiğinin farkına varamamış, bu
sebeple de meseleyi bütünü ile yanlış bir yöne çevirmiş bulun
maktadırlar. Onları yanıltan şey ise, kanaatimizce, bu fasılın
«teznîb-ek-ilave» başlığı altında verilmiş olmasıdır. Oysa, îbn
Sînâ’nın maksadı «bütün varolanların hakikati hissedilemez.
Allah’ın hakikati de hissedilemez» hükmünü perçinlemek de
ğildir. Şayet şerhediciler önceki fasıllarda geçen «hissedile
mez» (12) tabirinin burada kullanılmadığına, aksine burada «ay
8) Ferdî, konkre (concret).
9) İknaî delil : Bir münâkaşada, karşısındakini susturmak için
ileri sürülen ve mukaddemeleri bedihıyâttan (axiome’lardan)
değil de içtimai veya mevzii ve mahalli kabullerden meydana
gelmiş bulunan delildir. (Bak, Ahmet Cevdet Paş Miyar-ı-
Sedâd, sh. 124)
10) F. Râzî, Şerhu’l-İşârât, 291
11) N. Tûsî, Şerhu’l-İşârât, III/440-441
12) Bak, sh. 33
38
nı-identique», «b ir » ve «belirsiz-indeterminee» tabirlerinin kul
lanıldığına dikkat etmiş olsalardı meseleyi farketmiş olacaklar
dı (13>. Problemin bundan önce işlenen «va rlık » bahsinin sonun
da ve sanki ona bir ek imiş gibi «ilave fasıl» başlığı altında
sunulması, buradan ikinci bir meseleye geçişin belirtilmesi ve
aradaki bağın gösterilmesi içindir.
Bizce Ibn Sinâ’nın, buradaki ifade ve uslûbu oldukça ka
palı bulunmasına rağmen, maksadı açıktır : Ona göre her va
rolan zatî hakikati bakımından «aynı-identique», «b ir » ve do
layısıyla da «belirsiz-indetermine»dir. Şu hâlde fertler ara
sında müşterek olan bu «hakikat» nasıl taayyün edecek, nasıl
belirli bir mevcut hâline gelecek, kısacası «Varoluş» nasıl ger
çekleşecektir?
Biz varoluşu daha yakından takip edebilmek için proble
min esaslarını daha açık b ir tarzda tespit edelim.
B
—
Varoluşun Esasları
1 -Hak-Hakikat—Mahiyet ve Tahakkuk :
Râzî ve Tûsî’nın müştereken belirttikleri gibi burada «hak»
tabiri, mutlak olarak «m evcut» manâsında kullanılmıştır 1
3
(14).
13)
Bak, sh. 37 (ve dipnot 4, 5, 6).
14)
«Hak» kelimesi lügat olarak; «batılın zıttı, doğruluk, doğru
olan şey, nasip, mal-mülk, gerektirme, sabit varlık, kati ola
rak vâki olan...» manâlarını ifade eder. (Bak, L. Ma'lûf, M ün-
cid. Ah teri Kebîr, Kâmûsu’l-Muhît, «hak» kelimesi .
Kelime K u r’an-ı Kerim’de aynı kalıpta veya değişik ka
lıplarda. lügat manâlarına paralel olarak ve ayrıca adalet,
İslam, Kuran... karşılığında, Allah’ın ismi ve sıfatı... olarak
da defalarca kullanılır. Teknik bir terim olarak; «mevcut,
vakıaya uygun haber ve buna uygun hüküm...»
demektir.
(S. Ş. Cürcânî, T a r’rîfât .ilgili madde)
39
Fakat bu aynı zamanda hadise olarak vâki olan şey ile zihin
arasındaki uygunluğu gösterm ektedir(15). Şu kadar var ki «hak»
daima hadiseden, varoluştan sonraki (mevcut) hâli göstermek
tedir. Bizi «varoluş» ile karşı karşıya getiren ise «hakikat» ta
biridir. tbn Sînâ'ya göre (fertlerdeki) hakikat; «bir, aynı, (iden-
tique) ve belirsiz (indetermine) »dir (16). Başka bir deyişle ha
kikat fertler arasında müşterektir. Mesela asli b ir hakikat olan
«insan» kavramında çeşitli fertlerin müşterek oluşu, hakikatin
bu vasıfta bulunuşundandır (l7) 1
8
1
9
. İşte mesele de bu hakikatin
tahakkuku meselesi, yani onun nasıl gerçekleşeceği meselesi
dir.
Problemin daha iyi aydınlanabilmesi için burada hakikat
ile yakın alakası olan diğer bazı terimlerin daha açığa çıkarıl
ması gerekmektedir.
2 -Hakikat-Mahiyet:
Bu düşünce sistemi içinde «hak» teriminin «m evcut» an
lamında kullanıldığını gördü k(,8). Tûsî, ona bu manâyı verirken
onu «hakikate sahip» şeklinde ifade eder <19). Bu ifadeye göre
15) Bizzat tbn Sinâ şöyle der : Bu kelime mutlak olarak mü
şahhas zâtları içinde varlık, daima varlık, hadiseye uygun
haber, hâriçteki şey; yani, hadise ile zihin arasındaki uygun
luk... ifade edilir. Allah bizzat hak, mümkün varlıklar ise
başkası ile Hak’tır, (tbn Sîrjâ, eş-Şifâ’ H/306, karş-M. Goic-
hon. La Dlstlnction, 35-36)
Tûsî de bunu tbn Sînâ’nın eş-Şifâdakl bu açıklamasına
paralel olarak ve hemen hemen onun aynı olan bir ifadeyle,
belki de söylemeksizin oradan naklederek açıklar. (Tûsî, Şer-
hu’l-tşârât-HI/440)
16) Bak. 37
17) Bak, 30
18) Bak, sh. 37 ve 39-40
19) Bak. sh. 37
40
hakikat; gerçeklik (realite) demek olur. Kelime, şeyin «a slı» ve
«özü » manâlarını da taşımaktadır (20). Bu manâlar bir yana, Ibn
Sînâ’nın buradaki vasıflandırmasıyla hakikati (21) 2
2
, ontolojik
yönden, mahiyet ile karşılaştırmak gerekir. Nitekim İslam dü
şünce tarihinde «hakikat» ve «m ahiyet» terimleri çoğunlukla
sinonim <22) olarak kullanılmıştır (23). F. Râzı de buradaki açık
lamasında onları bu şekilde; sinonim olarak kullanmıştır (24) 2
5
Hakikatin sinonimi olduğunu söylediğimiz mahiyet terimi
tarihî yönden Aristoteles’e uzanmaktadır. Onun tarifiyle mahi
yet, her nesnenin en esaslı vasfını teşkil etmektedir <2b). Bu te
rimi İslam felsefesinde ilk kullanılan el-Kindî olmuştur (26) 2
7
. Ta
rihi ve etim olojisi bir yana {27), mantıkî olarak mahiyet «o ne-
20)
Kelime olarak hakikat; birşeyin aslı, özü, essence’ı,
vöritâ,
râalitâ... manâlanndadır. (Bak, L. M â’lûf, Müncld, Belot, Fe-
râid, ait oldukları madde).
Tabir olarak gerçeklik kazanmış olan şeyin ismi, kati ve
yakın olarak sabit olan şey; şeyin zâtı, şeyin kendisiyle «o,
odur» olduğu şeydir; şeyin kendisiyle «o, odur» olarak ta
hakkuk ettiği şey hakikattir.
(Cürcânl, T a’rîfât, hakikat
mad.).
21)
Bak sh, 37
22)
Müterâdif, eş manâlı, anlamdaş.
23)
Bak, Prof. Dr. N. Keklik, Sad. Kon. Fel. sh. 37
24)
Bak, sh. 37-38
25)
Aristoteles (nj.ö. 384-321) Metaph z, 4 1029 b (İS ), karş-Prof.
Dr. N. Keklik, Sad. Kon. Fel. sh. 33
26)
El-klndi (vef. m. 873 ?), bak. Prof. Dr. N. Keklik, a.g.e. 33
27)
Etimolojik.olarak (m a- L .) dan (mâlyet - viL ) şeklinde ve
ya (m-hüve-y- cS+> - » ^ ) dan (mâhlyye- î-*U ) tarzında türe
tilmiştir. (Tafsilat için bak, Prof. Dr. N. Keklik, Sad. Kon.
Fel. sh. 34-35 not 136)
N. Tûsî de bunun etimolojik yönden
(mahüve-
)
veya (mâhıye-
) den türemiş olduğu
kanaatindedir.
(Bak. N. Tûsî, Şerhu’l-İşârât, 1/202)
41
dır?» sorusunun cevabıdır <2#). Lâkin itiraf edelim ki bu soru
nun cevabı her zaman mahiyeti tam olarak ortaya koymaz (29>.
Tam mahiyet, ancak tam tarif ile ortaya konur 2
8
2
9
(30). Bunun da
«müccerred bir tarif» olmaktan öte hiçbir realitesi yoktur (31).
Fakat biz onu gerçeklik yönünden ele alınca burada hemen ha
kikat ile karşılaşıyor ve hariçte varolması; sübutu itibariyle
mahiyete hakikat diyoruz (32) 3
3
. İşte «hakikat» ile «m ahiyet» ara
sındaki nüans da budur; hakikat, realite kazanmış mahiyetten
ibarettir. îbn Sînâ'nın burada mahiyet değil hakikat terimini
kullanması; «hakikat bakımından varolan...» <33) demesi bun
dandır. Râzî’nin ikisini sinonim olarak zikretmesinin (34) se
bebi ise, bizce, daha önce işaret ettiğimiz gibi, onun varlığı
varolanda görmesine muvazi olarak (35), mahiyeti de «varola
nın mahiyeti; gerçekleşmiş mahiyet» şeklinde düşünmesidir(36).
28) N. Tûsi, Şerhu’l-İşârât, 1/202
29)
Bak, İbn Sînâ, el-lşârât, 1/221 (ve tafsilatı 221-232}
30) tbn Sînâ, el-lşârât. 1/249-251, N. Tûsî, Şerhu’l-İşârât, 1/249
31)
«... burada onun mevcut, m â’dûn, külli, cilzî, husûsi, umû
mi... durumları dikkate alınmaz»
(S. Ş. Cürcânî, T a ’rîfât,
«mahiyet» maddesi, sh. 90), (N. Tûsi, Şerhu’l-lşârât, 1/204).
32)
S. Ş. CUrcânİ, T a ’rifât, «mahiyet» mad. sh. 90. Tafsilat için
bak, M. Goichon, La Distinction, 33.
33)
Bak, sh. 37
34
) Bak, sh. 40-41 (ve not 24)
35)
Bak, sh. 18-19
36) Nitekim idrak bahsinde mahiyetin akıl ile olan münasebetini
araştınrken : «...şu hâlde (insan olarak insan)
hariçtedir
Keza, o kendi zâtında her türlü ek ve ilaveden (levahıktan)
mücerreddlr. Çünkü imtiyaz unsurları müşterek olan insan
dan hariç olunca, insan olarak İnsan uzun, kısa, zengin...
değil ve fakat sadece insandır. Böylece (insan olarak in-
s a n )’a taalluk eden ilim (külli ve mücerred) bir ilimdir. İşte
bu sebepledir ki eskiler mecazî bir ifadeyle buna (külli ve
mücerred ilim) demişlerdir. Bu sözü gören sonrakiler esas
maksadı anlamadan bunu (akılda mücerred ve külli sûretler
vardır)
şeklinde sanmışlardır».
F. Râzî, Şerhu’l-İşârât,
239-210.
42
Şu hâlde hakikat ve mahiyet birleyin en esasıı vasfını ifa
de etmektedirler. F. Râzî bunları tam eşanlamda kullanırken
İbn Sînâ ve Tûsî «hakikat»i gerçeklik kazanmış mahiyet olarak
kullanmaktadırlar. Ne var ki bunların dilinde de bu fark her
zaman ve titizlikle görülüp gözetilmez.
3 - Mahiyet ve Zât:
Mahiyetlerin basit <37) veya mürekkep 3
7
(38) olma durumları
bir yana, ontolojik yönden mahiyet şeyin ilk temelini ifade et
mez. Çünkü mahiyet ancak ikinci cevherdir (39). Biz şeyi daha
derin ve ilk temelinde kavramak istediğimizde, İslam felsefe
sinin teknik bir terimi olan «zâ t» tabiri ile karşılaşmaktayız.
Bu tabir gerek İbn Sînâ ve gerekse onun şerhedicileri tarafın
dan ve çok kere kullanılır. Fakat, itiraf edelim ki hiçbirisi ta
rafından özel bir tarife tabiî tutulmuş değildir ve umumiyetle
«zâtî-zât-a ait»
veya «bizâtihî-kendi başına, kendi kendine»
şeklinde ifade edilir (40) 4
1
. Kelime olarak sahip manâsına gelir M,).
Batı dillerinde «essence» ile karşılanır. Felsefecilere göre bu,
şeyi en içten yakalayan ve en derin temelinde inşâ eden bir kav
37)
Basit - J»—.
simple: terkip edilecek unsuru, parçası... ol
mayan.
38) Mürekkep; cüzlerden, parçalardan, bir kaç unsurdan... onla
rın biraraya gelip birleşmesinden meydana gelen, (Composâ)
39) Bak, Prof. Dr! Nihat Keklik, Sad. Kon. Fel. sh. 33
40) Mesela; «... blrşeyin zâtileri, onun mukavvimlerldir...» ibn
Sinâ, el-îşârât, 1/204
41) Etimolojisi ve çeşitli manâları İçin bak, M. Goichon, L a Dis-
tinction, sh. 30 (ayrıca indeksine bakılmalıdır.)
K ur’an’da bu kelime «sahip» manâsında
ve defalarca
kullanılır. Şu iki âyette ise «şey» manâsına gelir : «..vAllah
kalplerde olan «zâtı-şeyi» bilir... Kur'an, 3/119» ve «...ara
nızdaki «zâtı-şeyi» düzeltin... K ur’an. 8/1».
43
ramdır (42). îşte mahiyet, bu «zât»m en esaslı vasfım teşkil
eden zât’a ait unsur veya unsurlar olarak görünmektedir (43)
Şu hâlde mahiyeti tam olarak ortaya koyabilmek için zâtı inşâ
eden esas unsurun veya unsurların
neler olduğunun tespit
edilmesi gerekmektedir.
4 -Zât-Mahiyet ve Onun Unsurları :
Ontolojik anlamda «şeyin en derin temelini teşkil eder...»
diye belirttiğimiz zâtı, varoluş yönünden ele alınca, kendisiyle
bağlantı dereceleri değişik olan çeşitli kavramlarla karşılaş
maktayız. İbn Sînâ’ya göre bir mevzûa hamledilen
şeyler,
mevzûun ya doğrudan doğruya kendisine aittir.
Buna zâtî
(zâta ait) denir. Ya mevzûun kendisinden ayrılmayan; lazım
bir ârâzdır. Yahut da ondan ayrılabilen (müfânk) bir arazdır.
Mevzûun doğrudan doğruya kendisine ait olan; onu inşâ
eden onun mukavvimidir (44). Bu, doğrudan doğruya zâtın ken-
42) Bak, M. Goichon, La Distinction, sh. 30
43) Mahiyetin basit veya mürekkep olmasına göre «unsuru» veya
«unsurları» diyoruz.
44) Bu kelime k-v-m (
çy
) kökündendir. Kâme (
) ye-
kûmu (
çj*i
ı, ayağa kalkmak, durmak, sabit olmak ve kal
mak, kâme bi (
fü ) yerine getirmek, ekâme ( r**ı
) de
vam ettirmek, birşeyi, bir hakkı ortaya çıkarmak, izhâr etmek,
tespit etmek, düzeltmek, kıymetini ortaya koymak... manâ
larına gelir. Kıyam, kâim, kavvâm, kayyûm (
gibi çeşitli kalıplarda kullanılır (Bak. L. Mâlûf, MUncld, Fi-
rûzâbâdî, Kâmûsu'l-Muhit, kaveme ( fy
) maddesi.)
K ur an-ı Kerim’de de çeşitli kalıplarda ve çeşitli manâlar
içinde kullanılır. Kayyûm (
fjS
) tarzında Allah’ın isim
ve sıfatı olarak kullanılır.
Burada «mukavvim-Constituant; inşâ edici» anlamında ve
fakat mevzûu. zâtın kendisini inşâ eden manâsınadır.
44
dişini inşâ ettiği için ona «zâtî-zâta ait» denir (45>. Fakat, bu
inşâ, onun varlığının tahakkuku bakımından değildir. Sadece
onun mahiyet olarak tahakkuku söz konusudur. Yani, mev-
zûu «kendi mahiyeti olarak» belirebilmek için bu pıukavvime
muhtaçtır. Dolayısıyla bu mukavvim mahiyetin b ir parçasını
teşkil eder. Mesela üçgen kavramı için şekil mukavvim bir
unsurdur. Üçgenin hariçte varolup olm adığı b ir yana, fakat,
üçgen kavramının meydana gelebilmesi için burada
«şek il»
kavramının mutlaka bulunması şarttır. İşte şekil, üçgenin zâ
tını; onun mahiyetini inşâ edici zâtı bir unsurdur4
5
(46). Mahiyetin
mahiyet olarak bulunabilmesi, (ister haricî varlığı itibariyle
olsun, isterse zihnî varlığı bakımından olsun),
ancak onun
parçalarının birlikte bulunabilmesiyle mümkün olur; bu mu
kavvim unsurlar olmadıkça, hangi şekilde olursa olsun ma
hiyet, mahiyet hâline gelemez (47).
Yine mahiyet kavramıyla yan yana bulunan, ondan ay
rılmayan kavramlar vardır. Fakat bunlar, o mahiyetten ayrıl
mamakla beraber, doğrudan doğruya
o rtıahiyetin kendine;
onun zâtına ait; onun mukavvimi değildir. Bunlara da «lazım »
denmektedir. Mesela bir üçgenin iç açılarının iki dik açıya
eşit oluşu gibi. Bu «ik i dik açıya eşit olm a» kavramı üçgenin
kendi mahiyetinden doğmamakta fakat, o üçgen olarak be
lirdikten sonra ve (başkasıyla olan) bir mukayeseden dolayı
ortaya çıkmaıktadır. Dolayısıyla üçgeni inşâ eden b ir kavram
değildir. Lâkin daima ona bağlı kalan bir kavramdır (48).
Yine b ir mevzûu ile bağlantısı bulunan başka bir kavram
grubu vardır ki bu türlü kavramların mevzûu ile bağlantısı
ne mevzûu inşâ edici niteliktedir ve ne de ondan ayrılmaya
cak vasıftadır. Bunların mevzûu ile bağlantısı gelip geçicidir.
45)
Essentiel
46)
tbn Sînâ, el-İşârât, 14a, 1/199
47)
İbn SLnâ, el-İşârât, 14a l6b, 1/202
48)
tbn Sînâ. el-İşârât. 14a-14b 1/205-207
45
Bunlara «lazım olmayan ârâzlar» denir. Mesela gençlik, ihti
yarlık kavramlarının insan ile olan bağlantısı gibi (4a).
Görüldüğü gibi İbn Sina’nın bu beyanları iç-içe girmiş 4
9
(50) 5
1
birçok mesele ortaya koymaktadır. Biz burada mantıkî <51) le-
ferruâta girecek değiliz. Bu bakımdan buradaki münakaşaları
ve görüş farklarını bir yana bırakıyoruz. Mevzûumuz bakı
mından ve varoluş yönünden sadece şu noktalan tespit ede
lim : B ir kavram şeyin ya doğrudan doğruya kendisine; zâ
tına aittir, ona inşâ eder, onun mukavvimidir. Eğer şey, Tûsî’
nin pek yerinde olarak işaret ettiği gibi, mürekkep değil, mut
lak manâda basit ise onun zâtisi (kendisinden başka aynca
mukavvimi, parçası...) yoktur (52). Şayet mahiyet mürekkep ise,
her üç düşünürün de müştereken belirttikleri gibi, hangi sa
hada olursa olsun onun varlığı parçalanmn kendisiyle birlikte
bulunmasına bağlıdır; zâtı inşâ eden bu mukavvim parçalar
bulunmadıkça mahiyet, mahiyet olarak beliremez (53).
Biz hangi mahiyetlerin basit, hangilerinin mürekkep ol
duğu, mürekkep mahiyetlerin mukavvimlerinin nelerden iba
ret bulunduğu... meselelerini de bir yana bırakarak «varoluş»
problemi yönünden varlık ile zât ve mahiyet arasındaki bağ
lantıyı; daha açıkçası varlık kavramının zât ve mahiyetin bir
parçası; onun mukavvimi bulunup bulunmadığını araştıraca
ğız.
Son olarak şunu da belirtelim ki zât, ontolojik yönden
şeyin ilk temeli ve şeyin kavranmasını sağlayan ilk kavrajn ol
masına mukabil, şey, oluş yönünden ele alınınca mahiyet
«oluş» hadisesine zâttan önce girmektedir. Bu bakımdan biz
49) İbn Sına, el-İşârât, 14a-16b. 1/213
50)
Kompleks (Complexe)
51) Lojik (logique)
52)
N. Tûsî, ŞerhuTİşârâl, 1/200
53)
İbn Sına, el-İşârât, 14a 1/202
F. Râzi, Şerhu’l-İşârât, 14a
N. Tûsî, Şerhu’l-İşârât. 1/202
46
«varoluş» hadisesinde zattan fazla' mahiyetin sözünü edecek,
daha çok mahiyet-varlık münasebetini göstermeye çalışacağız.
S -Zât-Mahiyet ve Vatlık :
Bundan önce zât ve mahiyeti ele aldık. Her üç mütefek
kirin müşterek görüşüyle mahiyetin, mahiyet olarak; «o, odur»
şeklinde belirebilmesi için mahiyetin mukavviminin veya mu-
kavvim unsurlarının beraberce bulunmasının zaruri olduğu
nu belirttik (54). Şimdi de şunu tespit etmeye çalışalım : Acaba
varlık kavramı mahiyetin b ir mukavvimi; onun inşâ edici bir
unsuru, ondan ayrılamayan zâti bir parçası mıdır? Bu mev-
zûuda îbn Sînâ'mn görüşü hiçbir şüpheye yer vermeyecek de
recede açık ve kesindir : Varlık, mahiyetten ayrıdır. Mesela
bir üçgenin haricî bir varlığa sahip olup olmadığı hakkında
şüphe edilebildiği hâlde üçgen kavramı bilinebilir : Üçgen de
nince zihinde; üç kenar, bir alandan ibaret bir şekil canlanır.
Fakat, bununla onun dışarda da varolduğu bilinmiş olmaz (55).
Çünkü, bundan önce de ifade edildiği gibi, mahiyet,
ancak
bütün mukavvim parçalarının beraberce bulunması hâlinde
mahiyet olarak belirir. Eğer varlık, mahiyetin zâtî bir parçası
olmuş olsaydı, bu parça olmadıkça mahiyet olarak tasavvuru;
onun zihinde canlanması mümkün olmazdı (56). Mademki ma
hiyet varlıktan ayn olarak düşünülebilmektedir, öyleyse var
lık, ne hariçte ve ne de zihinde mahiyetin bir parçasıdır. Şu
hâlde varlık ile mahiyet arasındaki bağlantı ya lazım bir bağ
lantıdır, ya da lazım olmayan bir bağlantıdır (57).
Râzî bu ifadeleri şöyle açıklar : Burada varlık ile mahi
yetin ayrı ayn şeyler olduğu ispat edilmektedir; mahiyet bi
lindiği hâlde onun varlığından şüphe edilebilmektedir. Bu da
her ikisinin ayrı ayrı şeyler olduğunu gösterir.
Aksi hâlde,
Dostları ilə paylaş: |