54)
Bak, sh. 44-46
55) İbn Sînâ, el-İşârât, 290,
m/439
56) İbn Sînâ, el-İşârât, 14b, 1/203
57) İbn Sînâ, el-İşârât, 14a, 1/202
47
mahiyet ile varlık aynı şey olmuş olsaydı, aynı şey zamanda
hem bilinen ve hem de bilinemeyen şey olmuş olurdu. Şu hâl
de bunlar ayrı ayrı şeylerdir; varlık mahiyete ilavedir <58).
Fakat acaba mahiyetten ayn olarak bulunan varlık ha
riçteki varlık mı, yoksa zihindeki varlık mıdır? Kabul edelim
ki mahiyet hariçte olmadığı zamanda da rkledilebilsin ve böy-
lece o, haricî varlığından ayrılmış bulunsun. Lâkin bu delil
mahiyetin zihnî varlıktan da ayrı olduğunu nasıl ispat eder?
Mahiyetin zihinde de varlıktan ayrı olduğuna; ayrı olarak bu
lunabileceğine nasıl delalet eder? Mahiyet zihinde; zihnî var
lığa sahip olmaksızın düşünülemez; akledilemez. Şu hâlde bu
varlığın (zihnî olarak da) mahiyete ilave bulunduğunu göster
mez 5
8
(59).
Kendi kendine yönelttiği bu soru ve itirazı
Râzî, şöyle
cevapladınr : Birşeyin haricî varlığından şüphe edildiği hâlde
onun mahiyet ve hakikati bilinebilir. Bu da bize mahiyet ile
varlığın ayn ayrı şeyler olduğunu gösterir. Aynı şekilde, ma
hiyetin zihnî varlığından da şüphe ettiğimiz hâlde onu (ma
hiyet olarak) akletmemiz mümkündür. Nitekim bazıları şöyle
sanır : Akletme, akleden kuvvetin (aklın), akledilen mahiyete
bağlanmasından (izafe edilmesinden) ibarettir. Dolayısıyla bu
rada akledilen mahiyetin zihinde de (zihnî) varlığı yoktur. Ne
tice olarak zihnî varlığından da şüphe edildiği hâlde mahiyet
akledilebilir. Bu, zihnî varlığın da mahiyete ilave olması la
zım geldiğini gösterir (60).
Râzî burada ayrıca «Nihâyetü'l-Ukûl» adlı eserinde de var
lık ile mahiyetin ayrılığını açıkladığından söz ederek bunlar
dan birkaçını tekrar eder
ve der ki : «Cevher, cevherdir»
58)
F. Râzî, Şerhu’l-İşârât, 14b
59) F. Râzî, Şerhu’l-tşârât, 14b
60) F. Râzî, Şerhu'l-lşârât, 14b
48
cümlesi ile «cevher mevcuttur» hükmü arasında fark vardır.
Bu da onun «cevher oluşu» ile «varoluşu» arasında fark ol
duğunu gösterir.
Ve yine varlık, bütün varolanlar arasmda
müşterektir. Mahiyet ise müşterek değildir... bu da onların
ayrılığını gösterir f£1).
Râzî’ye göre birbirinden ayn olan bu mahiyet ile varlık
arasındaki bağlantı, ya lazım olan bir bağlantıdır. Ayn akılla
rın (müfânk akıllann) varlığı ile ebedî olan mümkünlerin var
lığı bu türlü birer varlıktır; onların mahiyetleri ile varlığı ara
sındaki bağı ayrılmaz (lazım) olan bir bağdır.
Görülen bu
âlemdeki ârâz ve
suretleri varlığı ise lazım olmayan gelip
geçici bir varlıktır 6
1
(62).
Tûsî’ye göre de zât ve mahiyet ile varlık birbirinden ayn
şeylerdir (63). Lâkin Tûsî, «akla ve zihne ait varlık» ile «hariç
teki va ılık »ı da birbirinden ayrı düşünür (64). Râzî, dışarda
varlıksız bir mahiyet kabul ederek, ona ayrıca bir varlık ilave
etmektedir. Oysa mahiyet, varlıktan ancak akılda aynlır. Lâ
kin akılda da o, aklî bir varlığa sahiptir. Çünkü akılda aklî
varlık vardır. Şu kadar var ki akıl; mahiyeti, onun varlığını
dikkate almaksızın düşünebilir. Bir şeyin dikkate alınmaması,
o şeyin yok olduğunu göstermez. Öyleyse mahiyet, (realiteye
ait bulunan) varlığı, akılda varolduğu hâlde alır (65)
Bütün bu açıklamalar bize şunu göstermektedir ki; «zât»
ve daha yakın ifadesiyle «m ahiyet» ile «varlık » birbirinden ay
rı kavramlardır.
Ibn Sînâ'nın bu mevzûudaki ifadeleri her
61)
F. Râzî, Şerhu’l-İşârât, 15a
62)
F. Râzî. Şerhu’l-İşârât, 14a
63) N. Tusı, Şerhu’l-İşârât, 111/443
64)
N. Tûsî, Şerhu’l-İşârât, 1/202
65 )
N. Tûsî, Şerhu’l-İşârât,
m /462-463
hangi bir açıklamaya ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Lâkin,
realitede ayrı olan bu iki kavram acaba zihinde de böyle mi
dirler, orada da birbirinden ayrı olarak düşünülebilirler mi?
İbn Sînâ zihinde de her iki kavramı ayrı düşünür gibi
dir (66>. Fakat, bu noktayı yakalayıp aydınlığa çıkaran Râzî'
nin keskin zekâsıdır. Ona göre burada realitedeki ayrılık is
patlanmış durumdadır. Buradaki imkân, onların zihinde de
ayrılabilecekleri imkânını gösterir. Dolayısıyla zihinde de var
lık mahiyete ilavedir.
İtira f edelim ki Râzî’nin bu açıklaması da kandırıcı gö
rünmüyor. Üstelik Râzî'nin bu açıklamaları, bu incelemenin
başında sunduğumuz bizzat kendisinin öteki görüşlerine tam
zıt düşmektedir (67>. Bizce, bu iki ayrı durum pek uzlaştırılır
gibi de görünmüyor. Tûsî'nin realitedeki varlık ile zihinde-
kini birbirinden farklı görmesi orijinal gibi gelmektedir. Ancak
zihindeki varlığı, varlık olarak kabul ediyorsa da onun dik
kate alınmayabileceğim iddia ediyor.
Ne var ki, kendisinin
de dediği gibi, dikkate almamak onun yokluğunu göstermi
yorsa, böyle b ir itibarın ne değeri olur? İşte Râzî ile Tûsî'nin
düşünce sistemi arasındaki derin fark da, bizce, burasıdır.
Râzî, yok itibar edilen varlığı
«yokluk» olarak almaktadır.
Bu, onun kendi görüşleriyle ahenklidir.
Çünkü o, birşeyin
yokluğunu «mutlak-sırf-yokluk» olarak saymaktadır 6
6
6
7
(68). Oy
sa Tûsî, görüldüğü üzere, zihinde «zihnî varlık» olduğu hâlde
onu «y o k » olarak kabul edebilmekte ve bu «yok kabul etme»
nin de aslında «yokluk» olmadığını söylemektedir ki, Râzî'
nin mantığı ile bu olamaz.
50
66)
Bak, sh. 47-46
67)
Bak, sh. 16-21
68)
P. Razı, Muhassal, 34-35
Biz burada neticeyi tekrar edelim : Varlık ile mahiyet
ayrı ayrı kavramlardır. Bu hem realitede böyledir, hem de akıl
içinde böyledir, yani her ikisinde de ayrıdır, izah usûllerin
deki ayrılıklar bir yana, her üç mütefekkir de bu neticede
aynı kanaati paylaşmaktadırlar.
Dj. Saliba’ya göre tbn Sînâ’nın bu «zât-mahiyet ve vücut»
ayırımı onun en orijinal yönlerinden birini ve belki de birin
cisini teşkil etmektedir (69) 7
0
. Bu motifin Ibn Sînâ sisteminin
merkezini teşkil ettiği muhakkaktır. Lâkin bunun orijinalitesi,
M. Goichon’a göre, Ibn Sînâ'ya ait değildir. İslam felsefesinde
daha önce Fârâbî (870-950 m.) tarafından bunun taslağı çi
zilmiştir <70). Zira Fârâbî Füsııs'unda mahiyet ve hüviyet ara
sındaki farkları ve mahiyetle varlığın ayrılığını açıkça ortaya
koymuştur (7I).
Goichon bu m otifin ilk kaynağını Aristoteles’te arar. O,
daha önce bunun Fârâbî’den öteye tam bir emniyetle götürü
lemeyeceğini, Aristoteles’ten gelen nakillerin bu iddiayı açık
bir şekilde bize ispat edemediğini söylemesine rağmen (72),
69)
Djemil Saliba, La m6taphysique d’Avicenne, sh. 78
70)
M. Goichon, La Distinction, feh 152
71)
Mahiyet ve hüviyete sahip olan şeylerde,
onun mahiyeti
hüviyeti değildir, hüviyetine cjahil de değildir. Şayet insamn
mahiyeti, hüviyeti olmuş olsaydı
insan mahiyeti tasavvur
edilince, onun hüviyeti de tasavvur edilmiş olurdu. İnsanın
ne olduğu tasavvur edilince «p insan» tasavvur edilmiş olur
ve onun varlığı da belirmiş olurdu. Aynı şekilde hüviyet de
mahiyete dahil değildir. Aksi hâlde hüviyet onun mukav-
vimi olurdu Mahiyet onsuz tam olarak tasavvur edilemez
di. (Fârâbî, Füsüs, sh. 2)
72)
Bak, M. Goichon, La Distinction, sh.,132
51
daha sonra el-Işârât'ı Fransızcaya tercüme ederken buraya
Aristoteles'in bu ayırımı yaptığını not eder (73).
Biz bu m otifin kaynağının haricî bir ilham olma ihtima
line hürmet ederiz. Ancak bu m otifin bütün bir sistemin mer
kezini teşkil edecek tarzda ve birçok neticeler ortaya koyacak
şekilde ve mütecânis b ir hâlde işlenmesi keyfiyetinin İbn Sî-
nâ'ya ait olduğu kanaatindeyiz. Ayrıca, ilerde ele alacağımız
şekilde L. Gardet ve M. Anawati'lerin zannettiği gibi bu m otif
îbn Sînâ tarafından hiçbir hususiyet gösterilmeden umumi
leştirilmiş ve böylece büyük bir hata işlenmiş de değildir (74) 7
5
.
Biz neticeyi tekrar edelim : Zât; oluşa daha yakın tabiri
ile mahiyet ile varlık birbirinden ayrı iki kavramdırlar. İlerde
ayrıca ele alacağımız gibi, bu neticeyi İbn Sînâ «Zarurî V arlık»
sınırına kadar götürecek, Râzî ise, İbn Sînâ'nın aksine olarak,
onu hiçbir hususiyete tabiî kılmadan her sahaya yayacak, Za
rurî Varlık'ta da bu ayırımı tekrarlayarak iki sistemin; fel
sefe ile kelâmın farklarını ortaya koyacaktır (7S}.
73)
«... tarif blrşeyi gösterirse aynı şekilde onun varlığını (mev
cut bulunduğunu) da gösterir mi? Mademki tarif, hatta bilr-
hâni de olsa, sadece ve tek blrşeyi gösterir. Öyleyse o, z&t ve
varlığı beraberce (ikisini birarada) nasıl gösterir; ispat eder?
Şu hâlde insan (insan olmak bakımından insan) birşeydlr ve
onda insanın varolması başka şeydir>
(Aristoteles, Analit.
Post,
n ,
7, 92 b 8-11, karş-M. Goichon, Directives, sh. 88 dip
not 1 ve sh. 356 dipnot 1).
74) Bak, 125 (ve dipnot 145)
75) Bak, 101
52
6 -Varoluş un Sebepleri :
Bundan önceki bölümde varlık ile mahiyet kavramlarının
birbirinden ayrı şeyler olduklarını gördük. İmdi ayrı olan bu
iki şeyin; varlık ile mahiyetin beraberliğini görmek istediği
miz zaman, doğrudan doğruya karşımıza şöyle bir soru çı
kar : Acaba ayrı olan bu iki şey kendiliğinden birleşir; bir
araya gelebilir mi? Bu soru bizi sebep problemine götürür.
a
—
Mahiyetin Sebepleri
Burada îbn Sînâ'nın başka bir ayırımı; sebepler ayırımı
ile karşılaşmaktayız. Ona göre : Birşeyin mahiyetinin sebebi
(veya sebepleri) ile varlığının sebebi ayrıdır. Mesela; üçgenin
üçgen olabilmesi için üç kenar ile bir alana ihtiyacı vardır.
Bunlar onun mahiyetini teşkil ederler. Bunlar üçgenin âdeta
maddî sebebi ile suret sebebi gibidirler (76).
Râzî şöyle açıklar ; Mahiyetin sebepleri ile varlığın sebep
leri ayndır. Birşey başka birşeye muhtaç olur. Kendisine muh
taç olunan şey, muhtaç bulunanın bir parçasını teşkil edebi
lir. Bu parça ile şey kuvve hâlinde meydana gelirse buna «m ad
dî sebep» denir. Şayet bu parça şeyin fiil hâline gelmesini sağ
larsa buna da «suret» veya «şek il» sebep denir (77).
Tûsî farklı olarak şunları söyler : Madde ve suret mürek
kep cisimlere ait kavramlardır. Üçgen bir kemmiyettir. Bu ba
kımdan onun maddesi ve sureti yoktur. Bunun için İbn Sînâ
alanı ve kenarlan doğrudan doğruya üçgenin maddesi ve sureti
saymayıp «...ona benzerler...» ifadesini kullanmıştır (78).
76)
İbn Sînâ, el-lşârât, 291, HI/441
77)
F. Râzi, Şerhu'l-lşârât, 291-292
78)
N. Tûsî, Şerhu'l-lşârât, III/442
53
Buraya aktardığımız ifadeler açıktır. Bundan önce varlık
ile mahiyetin ayrı şeyler olduğu ortaya konmuş idi. Buna göre
bu ayrı şeyleri meydana getiren sebeplerin de ayrı ayn olması
veya hiç değilse bir sebebin, meydana getirdiği neticelerden
her biri ile olan nisbetine göre, ayn ayrı isimlendirilmesi man
tığımızın en tabiî bir ameliyesi olarak düşünülmesi lazım ge
lirdi. İşte tbn Sînâ da bu tabiî neticeye varmış ve mahiyeti
meydana getiren unsurlara «mahiyetin sebepleri» demiştir.
Râzî mahiyetin sebeplerinin «maddî sebep» ile «sûrî-şekil-
sebep» olduklarını açıklamıştır. Burada onun tariflerden kav
ramlara giden yürüyüş tarzı oldukça mantıkîdir.
Tûsî açıklama usûlünde Râzî'nin aksi olan bir yol takip
etmiş; kavramlardan tarife geçmiştir ki, Râzî'deki mantıkî yü
rüyüşten yoksun kalmaktadır. Ancak madde ile sureti şartlı
ve sınırlı olarak sebep sayması, yani madde ile suretin ancak
mürekkep cisimler için sebep teşkil edebileceğine işaret etme
si, bu noktada onun otoritesi îbn Sînâ'ya bağlılık derecesini ve
tabirlere gösterdiği itinayı belirtir.
Ayrıca tekrar edelim ki ortaya konan netice; yani, «ma-
hiyet-varlık ayrılığı» umumîdir, basit veya mürekkep bütün
mahiyetleri kaplayacak genişliktedir. Gösterilen misaldeki üç
genin mahiyeti, Tûsî'nin belirttiği gibi, akıl alanına aittir. Fa
kat, böyle bile olmasa, misal hükmün çemberini daraltmaz.
Yani, cisim alanında madde ve suret şeyin mahiyetini ortaya
koyar. Mesela gümüş bir vazonun vazo olabilmesi için önce
gümüş madenine ihtiyaç vardır, işte bu onun maddesini teşkil
eder. Aynca onun b ir de belirli b ir şekle ihtiyacı vardır. Bu şe
kil de onun suretidir. Bu iki unsur vazonun, imalatçısı dikkate
alınmaksızın, doğrudan doğruya kendi zâtına aittir
Bundan
dolayı da onlara mahiyetin sebepleri denir. Fakat, söz konusu
olan bu şey cisim âlemine değil, akıl alanına ait ise, burada
cisme ait olan madde ve şekilden bahsedilemez. Onun yerine
54
burada madde karşılığı olarak mevzûu veya zât, şekil yerine
de aklî suret konulmalıdır. Lâkin, ister cisim alanında, isterse
aklî sahada olsun bu sebepler yalnız başlarına şeyin varoldu
ğunu göstermezler.
öyleyse artık şu soruyu sorabiliriz : Hangi sahaya ait olur
sa olsun mahiyetin, varlıktan yoksun olan bu unsuru veya un
surları nasıl hazırlanır; mahiyet varlığa nasıl kavuşur? İşte bu
soru bizi varlığın, daha doğrusu varoluşun sebebini (veya se
beplerini) aramaya sevketmektedir.
b
—
Varlığın Sebepleri : Fail ve Gaye
Bundan önceki kısımda varlık ile mahiyetin ayrı şeyler
olduğu belirtildi (79) 8
0
8
1
. Tabiî olarak bunları meydana getiren se
beplerin de ayrı bulunduğu meydana çıktı. Mâhiyetin sebeple
rinin ne olduğu da görüldü (B0). İmdi, mademki mahiyet, kendi
sebepleri ile birlikte olduğu hâlde yine varlıktan ayrı bulun
maktadır. öyleyse mahiyetin sebeplerinden ayrı olarak onu
varlığa çıkaran; vareden bir sebebin daha bulunması icap et
mektedir.
İbn Sînâ şöyle (fer : Şey, varolabilmek için mahiyetinin
dışında başka b ir sebebe daha muhtaçtır. Bu sebep, şeyin ma
hiyetinin mukavvimi olm adığı gibi onun bir parçası da değildir.
Bu sebep «fa il sebep» ve faili fiile sevkeden «gaye sebep»
tir (81>.
Kendi mahiyetinin inşâ edici (mukavvim) sebeplerine sa
hip bulunan şeyi vareden (fa il) sebep, ya bu sebeplerden bir
79
)
Bak, sh. 47
80)
Bak, sh. 53
81)
İbn Sin&, el lş&r&t, 291, III/442
55
kısmının, mesela sadece suretin varoluş sebebidir. Yahut da
(varlık bakımından) onların hepsinin sebebidir onların hepsini
birleştiren sebepti* (82) 8
3
.
Gaye-sebep, şeyin kendisi için yapıldığı sebeptir. Bu, ma
nâ ve mahiyet itibariyle fail sebebin sebep olmasına sebeptir.
Fakat, gaye varlık olarak fail sebebin eseridir; Zira fail, ga
yeyi vareden sebeptir. Ne var ki gaye, şayet fiil olarak sonra
dan meydana çıkacak gayelerden biri ise, bu böyledir ve fail,
gayenin gaye olmasının ve onun manâsının bir sebebi değil
dir (83>.
Eğer bir «ilk sebep» varsa bu, bütün varlıkların sebebi ve
varlıkta bütün varlığın hakikatinin sebebinin de sebebidir (84).
Râzî şu açıklamayı verir : Şeyin kendisine muhtaç bu
lunduğu şey muhtaç olanın bir parçası değil ise ve şeyin var
lığına tesir ediyorsa bu «fail-sebep»tir. Eğer failin «fa il olma
s ın a tesir ediyorsa bu da «gaye-sebep»tir. B ir insan bir işi bir
maksat ile yapar. Şayet bu maksat olmamış
olsaydı insan
«■kuvve hâlinde bir fa il» olarak kalmış olacaktı. Onun «ger
çekleşmiş bir fail hâline gelmesi, işte bu maksadın eseridir (85) 8
6
.
Yapılan şey mürekkep birşey ise fail şeyin sadece bir kıs
mını meydana getirebilir. Mesela bir inşaat ustası bir ev ya
par. O, mevcut maddelerden bir ev şekli, bir suret ortaya çı
karır. Dolayısıyla o, bu evin sadece suretinin failidir. Beşerî
planda bütün fiiller böyledir. Yahut da fail, bu mürekkep şeyin
bütününü, (sadece suretini değil) onun; hem maddesini hem
suretini meydana getirir. Müfânkların faaliyeti bu türlüdür <86).
82)
İbn Sina, el-lşârât, 291, III/443
83)
İbn Sina, el-îşârât, 292, III/444-445
84)
İbn Sina, el-lşârât, 293, UI/446
85)
F. Râzî. Şerhu’l-İşârât, 292
86)
F. Râzi. Şerhu'l-lşârât, 292
56
Fail gayeyi fiil hâlinde ortaya koyan; vareden bir sebep
tir. Lâkin, mahiyet itibariyle gaye (gaye olarak gaye) fail tara
fından meydana getirilmez. Çünkü failin fail olmasına sebep
gayedir. Gayenin gaye olmasına sebep de fail olmuş olsaydı,
bu takdirde bir devr-i dâim (87) meydana gelmiş olurdu (88).
Fail, ya maksatlı ve iradeli iş yapan bir fail olur. Bu tak
dirde fiilin gayesi sonradan meydana gelir. Y a da fail b ir ina
yet ve bir feyezân olarak iş yapan biT fail olur ki burada gaye
sonradan meydana çıkan birşey olamaz. İşte filozofların «A l
lah faildir. Allah gayedir» demeleri bundandır (89).
Burada bir güçlüğün bulunduğunu belirtmek de yerinde
olur. Şöyle ki : Mahiyet olarak faili iş yapmaya sevkeden ga
ye, tabiî fiillere ve tabiat kuvvetlerine de verilmektedir. Oysa
hiçbir şuûr, düşünce ve görüş sahibi olmayan bu fiil ve kuv
vetlerde gaye, nasıl bulunabilir? Zira bunların şuûru ve zi
hinleri olmadığından «gaye bunların
zihinlerinde, zihnî bir
mahiyet hâlinde vardır» denemez. Gayenin varlığı, failin fii
linden sonra ortaya çıktığına göre, burada (henüz fiilden ön
ce) gayenin haricî varlığından da bahsedilemez. Şu hâlde ne
zihinde, ne de hariçte varlığı bulunmayan şey «s ırf yokluk»
tur. Sırf yokluk ise varolan birşeyin sebebi olamaz. Öyleyse
gaye nasıl failin (hareketinin)
sebebi olarak gösterilebilir?
Güçlükten kurtulmanın tek çaresi «tabiî fiillerin gayesi yok
tur» demektir. Fakat, böyle bir hüküm de onların görüşüne
ve Ibn Sînâ'nın Şîfâ’sının tabiat bölümündeki ifadelerine uy
gun düşmez (90)
87)
Birinci İkinciye, ikinci birinciye,
yine birinci İkinciye,.,
muhtaç olmuş olurdu.
88)
F Râzi, Şerhu’l-Işârât. 293
89)
F. Râzi, Şerhu’l-îşârât, 293
90)
F Râzi. Şerhu’l-İşârât, 293
57
Eğer varlıkta bir «ilk sebep» diye birşey varsa bu, her-
şeyin hem varlığının, hem de mahiyetlerinin sebeplerinin var
lık sebebidir (91) 9
2
9
3
.
Tûsî'nin açıklaması şöyledir : Şeyi vareden sebep, «fail
sebep»tir. Fail sebebin sebebi olan; varoluş kendisi için olan
sebebe «gaye sebep» denir <92). Gaye, şeyin varlığını ortaya ko
yamaz. Sadece faili iş yapmaya sevkeder.
Dolayısıyla gaye,
faile nispetle onun iş yapmasının sebebi,
(meydana çıkan)
esere nispetle «gaye-sebep» olur (9a).
Varedilen eserler : 1 — Ya, maddesi ve sureti olmayan
eserlerdir. Üstelik bunlardan; a — B ir kısmı bir mevzûuda da
bulunmazlar. Bu türlü şeyler sadece kendilerini varedecek bir
faile muhtaçtırlar, b — Öteki kısmı ise kabul edici b ir mev-
zûu üzerinde olur. İşte fail onu bu mevzûuda vareder. 2 — Ya
da, maddesi ve sureti olan eserlerdir. Bunlarda fail : a — Şe
yin sadece suretini vareder. Marangozun keresteye şekil ve
rerek «m asa» meydana getirmesi gibi, b — Şeyin hem madde,
hem suretini vareder. Müfânk cevherlerin yaptığı gibi (94).
Gaye bakımından varedilenler : 1 — Ya ibda eseri olan
şeylerdir. Bu türlü şeylerde gaye, hem varlık olarak, hem ma
hiyet olarak eserin varlığına (onun var olarak ortaya çıkma
sına) bağlıdır. 2 — Ya da sonradan meydana getirilen (hâdis)
şeylerdir. Bunlarda gayenin varlığı, eserin ortaya çıkışını ta
kip eder. Fakat, gayenin mahiyeti (mahiyet olarak gaye), ese
rin varlığından öncedir. Dolayısıyla burada gaye, mevcut hâ
liyle sebep olmuş değildir Aksine burada (fail için) sebep teş
kil eden gaye, «mahiyet hâlinde olan gaye»dir. Böylece gaye.
91)
F. Râzî, Şerhu’l-lşârât, 293
92)
N. Tûsî, Şerhu’l-lşârât, IÜ/441442
Dostları ilə paylaş: |