93)
N. Tûsî, Şerhu’l-lşârât, III/443
94)
N. Tûsî, Şerhu’l-İşârât, HI/444
58
faili iş yapmaya sevkeden sebep ve fail; gayeyi vareden sebep
olmuş olur. Burada da «sebep olm a» durumu mutlak manâda
olmadığından bir devr-i dâim gerekmez (95).
Râzî’nin itirazına cevap olarak deriz ki : Tabiat kendili
ğinden herhangi b ir şeyi gerektirmez. Fakat, tabiat eseri ola
rak meydana gelen birşey, bu tabiat hadisesinde, bu şeyin
varlığını ortaya koyacak kuvve hâlinde birşeyin bulunduğu
nu, o, fiil olarak varolmazdan önce onun için bir şuûrun mev
cut olduğunu göstermektedir, işte bu onun fiilinin «gaye-se-
bebi» dir (96).
îlk-sebep, ne maddedir, ne suret. Çünkü bunlardan önce
failin bulunması icap eder. Gaye-sebep de, ilk-sebep olamaz.
Zira, ötekiler varolmak bakımından gayeden öncedir. Şu hâl
de eğer, varlıkta bir «ilk-sebep» varsa bu, bütün varlıkların
«fail-sebebi»dir. Maddenin ve suretin sebebi de budur (97).
Yukarıya aldığımız ifadelerinde
tbn Sînâ, şeyi vareden
sebebin, şeyin kendi dışında; mahiyetinden başka bir sebep ol
duğunu belirterek buna «fail-sebep» demektedir.
Bu sebep
bütün öteki sebepleri birleştiren, hepsini b ir bütün hâlinde,
varolan birşey olarak ortaya koyan bir sebeptir. Fail; şeyi, ya
bütün olarak; mahiyetin sebeplerini de kendisi ortaya koy
mak suretiyle onu vareder. Yahut da bir kısmını hazırlanmış
olarak alıp onlan b ir varlık hâline koyar.
Eğer, sebep-netice münasebetlerinde b ir ilk sebep aranıp
bulunacaksa ve böyle b ir sebep varsa, bunun öteki sebepleri
de meydana getiren; hepsinin varlığı bizzat kendisine ait olan
bir sebep olması icap eder.
95)
96)
97)
N. Tûsî, Şerhu'l-İşârât, III/445
N. Tûsî, Şerhu’l-İşârât, ni/446
N. Tûsî Şerhu’l-İşârât, III/446
59
F. Râzî, Ibn Sînâ'nın az çok kapalı bulunan ifadelerini,
rahatça görülebilir bir aydınlığa kavuşturur. Misal de göste
rerek failin durumunu belirtir. Beşerî planda bütün fiillerin,
maddeye şekil ve suretler vermekten ibaret olduğunu; yani
görülen âlemde failin, sadece hazır madde ve unsurlara şekil
ve suretler veren bir sebep olarak kaldığını, varlığı; maddesi,
şekli ve her şeyi ile birlikte ortaya koyan fail sebebin ise fizik
ötesi alanda bulunduğunu söyler ki, bizce bu oldukça gerçek;
çağdaş düşünceye ve İlmî neticelere de tamamıyla uygun bir
açıklama olarak görünmektedir.
Tûsî daha teferruatlı bir açıklama vermiş; eserleri çeşitli
kısımlara ayırarak failin ve gayenin onlarla olan münasebet
lerini göstermiştir. Fakat Râzî, değişik üslûpta da olsa, daha
önce bunun esaslarını çizmiş bulunmaktadır.
Fail, mutlak manâda ve tesirde olarak iş yapan bir sonuç
meydana getiren demektir (98) 9
9
. Kelime K ur’an’da da bu mut
lak ve umumî manâya uygun olarak çeşitli yerlerde kullanı
lır (9?\ Şu nokta çok dikkate değer bir durumdur ki Kur’an’da
tabiat hadiseleri için « f iil» tabiri kullanılmaz. Dolayısıyla her
hangi bir tabiat kuvvetine «fa il» denilmemektedir. Aksine tabiî
bir varlığa fiil isnat etmenin ve onu fail olarak vasıflandırma-
98)
Bu kelime Arapçada f-a-1 (
y s
) kökünden türemiştir. Bu
kök iş yapmak, bir şekle sokmak, bir ölçüye koymak, ibda’
etmek, birleştirmek, hareket etmek başkasına tesir etmek...
manâlarında ve çeşitli kalıplarda kullanılır. (Bak, L. M a’
lûr; Müncid, Firûzâbâdî, el-muhît,
ait oldukları' madde.)
Fransızcada; faire, agir exârcuter. exercer, action... kelime
leriyle tercüme edilir (Bak, Belot, Ferâid). Fail; agent, ef-
ficiente, tabirleriyle karşılanır.
99) Bak, K ur’an fihristleri (f-ale
y »
, fail
y *
) kelimeleri.
60
mn açık bir mantıksızlık olacağına işaret edilmektedir no°'
îşte Râzî'nin de tabiat kuvvetlerine gaye atfedilmesine karşı
çıkışının haklı yönü, bizce, budur; buradan doğmaktadır.
Kur’an’ın görüşüyle fiil, ancak iki varlığa bağlanmaktadır.
Bunlardan birisi beşerî varlık, yani insandır. Kur’an'a göre
insan fiilleri iki sahaya yayılmaktadır. Birincisi fizik sahadır.
Bu sahada fiil, gerek Râzî ve gerekse Tûsî'nin açıkladıkları gi
bi, bir hareket ve bir şekil değişikliğinden ibarettir. Dolayı
sıyla bu fiilleri yapan inşam da herhangi bir şeye «şekil ve su
ret veren t>ir fail sebep» olarak görünmektedir 1
0
0
(101).
İnsan fiillerinin cereyan ettiği ikinci saha, ahlak sahası
dır (102). Denebilir ki buradaki fiiller, fizik alan ile metafizik
alan arasında bir köprü teşkil etmektedir : Kökü, kaynağı ve
sevkedici sebebi itibariyle metafizik alanda iken, ortaya çıkış
ve görünüşleri bakımından psikolojik-biyolojik-fizik sahaya
yayılırlar. İşte insan bu türlü fiillerin faili olarak vasıflandı-
100)
«Sizi yaratan... öldüren, dirilten Allah’tır. Ona koştuğunuz
ortaklarınızdan
böyle birşey yapan var mıdır?»
(K u r’an,
30/41) Hz. İbrâhim, kavmi ile mücadele ettiği sırada on
ların yaptığı putlan kırarak sadece birisini bırakır Kendi
sine bunun kimin yaptığı sorulunca «belki onu şu en bü
yükleri yapmıştır...»
diyerek onların mantıklarını tezada
düşürmüş; topluluk, madde olan bu putların konuşmaya
cağım,
konuşamayacağını, bunu onların
yapamayacağını
söyleyince de Hz. İbrahim, «...akletmiyor musunuz...?» di
yerek onların kendi mantıksızlıklarım, yine kendilerine is
pat ettirmiş bulunmaktadır. (K ur’an, '21/59-68)
101) Bir önceki (100.) notta naklettiğimiz âyetlerde Hz. İbrahim ’
in mücadelelerinden bahsedilirken
«...Tanrılarımıza bunu
kim yaptı? Ey İbrâhim, bunu sen mİ yaptın?...» şeklinde
cereyan eden hâdiseler birer şekil ve
sûret değişiklikleri
olarak görünmektedir.
102) Ethlque
61
rılmakta, bu yüzden ona «fail-sebep» denilmektedir (103). Şunu
da ilave edelim ki hangi
sahada olursa olsun insan fiilleri
mutlak değil kayıtlı ve sınırlıdır. Ayrıca, K ur’an’da insan fi
illerinin ele alınışı aslında tamamıyla ahlakî yöndendir. Bu
fiillerin öteki fiillerle bağı, ahlakın bu sahalarla olan müna
sebetinden doğmaktadır.
Fiil meydana getirici ikinci fail varlık ise Allah'tır. Al
lah'ın fail oluşu ile insanın fail oluşu arasında derin farklılık
ların bulunması tabiî ve hatta zarurî olmaktadır. Kur’an’da
fail kelimesi hem insan, hem Allah için hiçbir değişikliğe tabî
tutulmadan kullanıldığı gibi (I04) 1
0
5
1
0
6
, bazı kere de kelime Allah
hakkında mübâlağa kalıbı içinde pekiştirme şekliyle
«fa a l»
tarzında kullanılır <105). Bu ikinci şekil ise, insan için vârid de
ğildir. Bu durum bize şunu ilham etmektedir ki bir bakıma
Allah, beşerî fiillerde olduğu gibi, şekil ve suret değişiklikle
rinin fail sebebi olarak görülebilir <106). Bu noktada Allah'ın
103)
«...Yaptıkları ne köttl İdi». (K u r’an, 5/79). «... İçimizdeki
beyinsizlerin yaptığından ötürü bizi helak mı edersin Al
lahım?» (K u r’an, 7/155) «...Onlardan birisi onu kuyuya atın.
Böyle yaparsanız...» (K u r’an, 12/10).
104)
«Allah fiil sahiplerine ne yaptı?» (K u r’an, 105/1). «...dile-
seydik (şânımıza uygun bir şekilde) yapardık»
(K ur’an,
21/17). «...bunları biz yapmıştık». (K u r’an, 21/79)
Tabirin İnsan hakkında kullanılış şeklinin
örneklerini
bundan önceki (103.) notta vermiştik.
105)
«Allah, şüphesiz, istediğini Y A P A N ’dır». (K ur’an, 11/107).
106)
«Ana rahminde sizi dilediği gibi ŞEK İLLENDİREN O ’dur».
(K ur’an, 3/6). «Andolsun ki sizi yarattık,
sonra ŞEKİL
(Sûret) verdik...» (K u r’an, 7/11). «O, vareden, güzel yara
tan, (yarattıklarına) ŞEK İL veren., dır». (K u r’an, 59/24).
Bu âyetler bize şekil (sûret) verme ile, bütünü ile yap
ma ve yaratma arasında fark bulunduğunu gösterdiği gibi,
aynı zamanda
Allah’ın iki şekilde de fail-sebep olduğunu
belirtmektedir.
62
fiilleri ile insan fiilleri arasında bir paralellik kurulabilir <107).
Fakat aslında Allah'ın fiilleri, beşeri kuvvetin ulaşamadığı, ula
şamayacağı bütün sahaları kaplamakta;
mutlak ve kayıtsız
olarak görünmektedir.
Hatta Allah’ın bu mutlak fail oluşu,
insanın faaliyetini de içine almakta, insan ancak onun mü
saadesi nispetinde fail olabilmektedir 1
0
7
(108).
Hülasa fail, şeyi vareden; onu varlık olarak ortaya koyan
bir sebeptir. Bu varedişte fail, ya bazı unsurları hazır bulur ve
onlara bir şekil ve biçim verir. Beşerî alandaki faaliyet bu
türlü bir faaliyettir. Allah’ın da böyle fiilleri vardır. Başka bir
deyişle, bir bakıma Allah da «şekil ve sûret verici fail sebep»
olarak kabul edilebilir. Yahut da varedişte fail, şeyi bütün un
surları ile birlikte, hiçbirini dışardan almaksızın, doğrudan
doğruya kendisi; b ir bütün olarak vareder. Bu, fizik-ötesi var
lığın fiilid ir Gerçek manâda Allah bu türlü bir fail sebeptir.
Bunda, bu sonuçlarda her üç mütefekkir de görüş birliğinde-
dirler. Kendiliğinden hâdiseler meydana getiren tabiat kuv
vetlerine Râzî, fail denemeyeceği kanaatindedir. Onun bu gö
rüşü bizce, Kur'an’ın düşünce sistemine uygun düşmektedir.
Faili işe sevkeden sebebe de «gaye-sebep» denmektedir.
Ibn Sînâ'ya göre gaye, ideal bir varlıktır. Fail, şeyin kendisini
meydana getirince, onu’nla birlikte gaye de varlığa kavuşmuş
olur. Böylece hem şeyi, hem gayeyi varlığa kavuşturan fail-se-
bep olmuş olur. Fakat burada şöyle b ir problem ortaya çıkar :
Acaba, gayenin varolmadan önceki durumu nedir?
107) Bak, bundan önceki (106.) notta sözü edilen âyetler.
108)
«O, yaptığından sorumlu değildir. Siz ise sorumlusunuz».
(K u r’an, 21/23).
«Herhangi birşey için, Allah’ın dilemesi
dışında, ben yarın onu Y A P A C A Ğ IM deme». (K u ra n , 18/
23-24).
63
Meselenin çözümünde Râzi, iki türlü fail olduğunu açık
lar. Bunlardan birisi inayet ve feyezan hâlinde iş yapan fail;
yani, Allah’tır ki, onun kendisi dışında herhangi bir gayesi
yoktur. Gaye de, fail de onun bizzat kendisidir. Bu, Ibn Sî-
nâ’nın düşünce sistemine uygun bir açıklamadır. Çünkü ona
göre gaye, bir üstünlüğe, bir olgunluğa yönelmedir. Bu yöne
liş ise bir eksikliğin ifadesi ve neticesidir. Bu bakımdan Al
lah’ın bir gayesi olamaz (109\
ikinci nev’i fail, maksatlı ve iradeli olarak iş yapan fail
dir. Burada gaye, henüz bir dış varlığa kavuşmadan önce bir
fikir, bir düşünce olarak failin zihninde, zihnî bir varlık hâ
linde vardır. Böylece zihnî bir varlık olarak, o faili işe sevke-
den bir sebep olmaktadır. Fakat onun böyle bir gaye-sebep
olabilecek zihnî bir varlık olmasını sağlayan failin kendisi de
ğildir. Daha doğrusu o. failin dışında başka varlığa ait bir ma
hiyettir. Oradan failin aklına intikal etmekte, fail vasıtasıyla
da realite âlemine geçmektedir. Yani, Tûsî’nin açıklamasıyla
olay şeyin mahiyeti, failin zihnî, mahiyetin varlığa kavuşması
arasında üçlü bir bağlantıdır. Şöyle ki; bir ev inşâ etmeyi dü
şünüyorum. Maksadım orada oturmaktır.
Bu bir fikir, bir
ideden ibarettir. Eve ait olan bu fikir zihnimde yerleşmiş bu
lunmakta ve bu zihnî varlık beni fiile sevketmektedir. Ben evi
inşâ edince de maksat gerçekleşmiş, zihnî b ir varlık olan gaye,
realite kazanmış olmaktadır.
itira f edelim ki burada da güçlükler yok değildir. Acaba
zihnimde ilk yer alan ev midir? Yoksa onun gayesi midir? Me
sela .psikolojik açıdan tahlil edilebilir. Bizce bunlardan her- 1
0
9
109)
«Gaye ve mebdeler» bahsi el-İşârât’ın ayrı bir bölümünü teş
kil etmektedir. Biz burada sadece varlığın sebepleri bakı
mından meseleyi kısaca ele alıyoruz. Fazla bilgi İçin bak,
el-lşârât, 365,
m /5 4 7 .
64
birinin ötekine önceliği olabileceği gibi bir yandaşlık (,10) da
düşünülebilir.
Mesele bir başka yönden de incelik arzetmektedir. Acaba
bütün insan fiilleri birer gayelilik ile vasıflandırılabilir mi?
Hemen belirtelim ki, her üç mütefekkirde de bunun doğrudan
doğruya açık bir cevabını bulmak mümkün değildir, iradeli
olan fiillerim izin hepsi birer gayeli fiil olsa da iradesiz ve ken
diliğinden olan fiillerimizin gayelilik ile açıklanması pek kolay
görünmüyor. Mesele tabiî hâdiselerde daha da çetindir. Râzî’
nin keskin zekâsı bu meseleye parmak basmıştır. Ona göre
mademki gaye gerçekleşmezden
önce bir fikirden ibarettir,
öyleyse gayenin şuûru ve zihnî olmayan varlıklarda bulunma
ması gerekir. Râzî bu itirazında son derece haklı görünmek
tedir. Öyle ya, bir şuûr hâli olan manâ, şuûru olmayan bir
cisimde nasıl bulunabilir?
Acaba mesele Aristoteles’ten intikâl eden «...eşyanın bir
gayeye yönelmesi; bir olgunluğa çevrilm e...» 1
1
0
(111) şeklindeki bir
hüküm ile çözülebilir mi? Varlığa çıkış, olgunluğa erişme...
gibi fiiller bu türlü bir gayelilik ile açıklansa bile eksiklik,
yokolma... gibi hâller bu yolla nasıl izah edilebilir? Gerçi biz
zat Aristoteles bu türlü ihtimalleri «hata» ve «gayenin yolun
dan çıkması...» şeklinde cevaplandırmıştır (112). Lâkin varlık
taki bütün çözülme, parçalanma, ölme ve yokolma...ların bu
türlü izahları güç bir manzara arzetmektedir.
Bizce Tûsî’nin bu mevzûudaki açıklaması daha derin bir
düşünce sistemini temsil etmektedir. Ona göre, tabiat kendi
liğinden birşey gerektirmez. Ancak tabiî olarak meydana çıkan
110)
Corollaire
111
)
Bak, K. Vorleander, Felsefe Tarihi, tere. M. İzzet, sh. 157
112)
Bak. Prof. A. Weber, Fel Tarih, tere. Prof. H V. Eralp,
sh. 81.
65
herhangi bir hâdise, kendisinin tabiî bulunduğu b ir kuvve
tin ve bir şuûrun eseri olarak ortaya
çıkmakta ve onlan
görüş sahasına sermektedir. Yani, şuûr ve gaye tabiat hâdise
lerinin bizzat kendilerinde değildir. Aksine tabiat hâdiseleri,
tabiat ötesi şuûr ve gayelerin ortaya çıkışını gösteren birer
vasıtadan ibarettirler. Görünen hâdiseler, görünmeyen şuûr ve
gayelerin gerçekleşmesinden ibarettirler. Tûsî'nin bu görüşü,
bize oldukça derin şeyler ilham etmektedir.
Yirm inci asrın
bir fizikçisinin ifadesiyle «fe rtler gösteri olarak zaman ve me
kân içinde ayrı ayn varlık sahibidirler. Fakat, zaman ve me
kânın ötesinde, daha derin b ir realite içinde ihtimal ki hepi
miz bir vücudun uvıizlanyız» (113). Böyle olunca da gayeyi tek
bir ferdin kendisiyle; kendisine bağlı olarak değil, fakat, kâi
nat planında ve fertleri hareket ettiren b ir prensip olarak al
mak, buna göre de gayeyi mutlak manâda ferdin menfaati
olarak değil, fakat, bütün bir varlık prensibi olarak ele al
mak, ferdi ise bu gayenin gerçekleşmesine b ir vasıta olarak
göstermek icap etmektedir.
Netice : Şeyin mahiyeti ile varlığı birbirinden ayn şey
lerdir. Mahiyetin unsuru veya unsurlan şeyi sadece mahiyet
olarak ortaya koyarlar. Biz o mahiyeti mevcut birşey olarak
görmek istediğimiz zaman iki sebep daha işe karışır. Bunlar
fail sebep ile gaye-sebeptir. Fakat, gayeyi de vareden fail se
beptir. Şu hâlde neticede fail, varlığın tek sebebi olarak gö
rünmektedir.
Lâkin, acaba failin kendi varlığı da söz konusu edilemez
mi? Ba^ka bir deyişle fail sebebin kendisi, nasıl varolmuştur?
Yjnlı, ilk varlık nasıl ortaya çıkmıştır? İşte bu soru bizi se
bepler zincirini gözden geçirmeye, daha doğrusu varlığın ilk
sebebini aramaya sevketmektedir.
113) S. J. Jeans, Fizik ve Fllozofi, tere. Prof. A. V. Bekman, sh.
223.
66
V
V A R L I K v e İ L K - S E B E P
A — İk i Türlü Varlık
Bundan önceki
bölümde varlığı ortaya
koyan sebebin
mûtlak manâda fail sebep olduğunu söyledik. Sonuç olarak da
failin .kendi varlığının nereden geldiğini sorduk. Bu bizi var
lığın bir ilk sebebini aramaya, yani varlığın ilk olarak nere
den çıktığını; onun ilk kaynağının neresi olduğunu bulmaya
sevkedecektir.
tbn Sînâ meseleyi şöylece ortaya koyar : Herhangi bir
mevcut, başkaları ile olan bağı düşünülmeksizin, yalnızca ken
di zâtı içinde ele alınınca; ya varlık onun kendi zâtının bir
icabıdır Ya da zâtının icabı değildir Varlık onun kendi zâtı
nın icabı ise o, bizzat (kendiliğinden) varolmuştur. Vacip var
lık onun kendi zâtındandır. Ve o, Kayyüm’dur n).
Eğer varoluşunu kendi zâtı icap ettirmiyorsa «mevcut»
kabul edilmesi hâlinde «o, bizzat mümtenîdir» denemez. Sa
dece zâtı itibariyle o, bir şarta bağlanınca; mesela sebebinin
yokluğu ile «m üm tenî» ve sebebinin varlığı şartı ile de «vacip»
olur. Ancak kendisi için herhangi bir şart koşulmamış; yani
«sebebin varlığı veya yokluğu» gibi bir şart ileri sürülmemiş
ise, bu durumda onun zâtı için üçüncü b ir ihtimal kalır ki, o
da «im kân»dır. Yani o, kendi zâtı bakımından ne vacip, ne de
mümtenîdir®. 1
2
1) tbn Sina, el-îşârât, 294,
İÜ /441
2) tbn Sinâ, el-İşârât, 294,
n i/ 4 4 7
67
Şu hâlde kendi zâtı itibariyle her mevcut : Ya «bizzat va
cip varlık»tır. Ya da «bizzat mümkün varhk»tır (3) 4
.
F. Râzî ve N. Tûsî bu ifadelere bazı açıklamalar eklemiş
lerse de, farklı ve kayda değer bulmadığımız için tekrar et
meyeceğiz. Ancak mevzuun daha iyi aydınlık kazanabilmesi
bakımından îbn Sînâ'nın mantığındaki beyanlarına başvura
cağız.
îbn Sînâ şöyle der : İmkân, yokluk zaruretinin, yani imti-
nâm kaldırılmasını gerektiren şeydir.
Burada mümkün ol
mayan şey «mümtenî» demektir. Bu manâda vacip, imkâna
dahildir. Yani, eşya ya mümkündür, ya da mümtenîdir w .
İkinci manâda imkân, zaruretin hem yokluk, hem de var
lık bakımından
birlikte kaldırılmasıdır.
Buna göre birşey
«mümkündür» denildi mi, onun olması veya olmaması olabi
lir. Başka b ir deyişle olması veya olmaması mümtenî değil
dir. Böylece zarureti kaldıran imkân, «zaruretin her iki yön
den birikte kalkışı» şeklinde kabul edilince vacip imkâna da
hil değildir. Buna göre eşya; mümkün, vacip ve mümtenî
olur (5).
Ancak buradaki mümkün, varlığın zarureti b ir müddet
devam etmekle beraber, sabit bir devamlılığı olmayan mev
cudu da içine alır. Bu takdirde eşya; vacip, mümtenî, varlığı
sadece bir zaman zarurî olan mümkün, varlığı hiçbir zaman
zarurî olmayan mümkün olarak sınıflandırılır (6).
3) İbn Sînâ, el-lşârât. 294, III/447
4) İbn Sînâ. el-lşârât, 44a, 1/317
5) İbn Sînâ, el-lşârât, 44b, 1/317
6) İbn Sînâ, el-lşârât, 44b, 1/319-320
68
Üçüncü manâda mümkün, öncekilerden daha hususîdir
Burada ne sınırlı bir zamanda, ne de herhangi bir hâlde bir
zaruret vardır <7).
Dördüncü nev'i mümkün, gelecek hâli dikkate alınarak
hükümlendirilen şeydir. Buna göre gelecek herhangi bir za
manda varlığı veya yokluğu zaruri olmayan şey, mümkün
dür 7
(8).
Bu ifadelerde İbn Sînâ imkânı bize, bütün ince çizgileriyle
göstermektedir. Buna göre; mutlak manâda imkân, bir zaru
reti ortadan kaldırır. Fakat daha hususî; teknik bir tabir ola
rak imkân, her türlü zarureti ortadan kaldırmaktadır.
Bu
bakımdan imkân çerçevesine giren herşey,
bütün zaruretir,
dışındadır.
Lşte metafizik alanda da imkân bu sonuncu manâda anla
şılmalıdır. Böyle olunca da mevcut olarak ele alınan herhangi
bir şey, şu iki hükümden birini almak zorundadır : Ya «müm
kün», ya da «zarurî» olacaktır (9). Bu hükümlerden birini alan
şey doğrudan doğruya zâtın kendisidir. Eğer şey zarurî değil
ise onun, herhangi bir şart olmadan, ne varlığından ne de
yokluğundan söz edilebilir.
Râzî burada da kıvrak bir zekânın mahsûlü olan itirazını
ileriye sürer. Mantıkî münakaşaya girmemek için bunları nak
Dostları ilə paylaş: |