Ayələrin Tərcüməs(n)i


Və bilin ki, elbette Allah kalbinizden geçeni bilmektedir



Yüklə 6,43 Mb.
səhifə33/60
tarix28.03.2017
ölçüsü6,43 Mb.
#12706
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   60

Və bilin ki, elbette Allah kalbinizden geçeni bilmektedir...

Ayetin kapsamı içinde, yüce Allah'ın elm, bağışlama və hüküm gibi sıfatlara yer/yeyər verilmesi gösteriyor ki, iki ayette sözü edilen, iddet bekleyen kadınlarla söz kesme, evlenme isteğini onlara sezdirme və gizlice onlarla evlenmek üzere sözleşme gibi meseleler helak edici özelliği bulunan kaygan bir zemine dayanmaktadır. Yüce Allah bu cür ilişkilere belli ölçüler dahilinde icazə vermekle beraber, büsbütün razı değildir.

236) Henüz dokunmadan, ya da mehirlerini kesmeden kadınları boşarsanız size bir günah yoktur.

"Dokunmak"tan maksat, cinsel ilişkidir. Yine ayetin orijinalinde ge-çen və motamot tercümesi "bir farzı fərz kılma" olan ifade ilə də "mehrin tespit edilişi" kastedilmiştir. Buna göre; kocanın kadınla cinsel ilişkiye girmemiş olması, aynı şekilde kadına verilecek mehrin tespit edilmemiş olması, meydana gelebilecek bir boşanmanın geçerliliğine engel değildir.

Onları yararlandırın, zengin olan kendi gücü, darda olan da kendi gücü oranında, maruf bir şekilde (yararlandırsın).

Yararlandırma, bir kimseye yararlanacağı şeyleri vermek demektir. "Meta" və "mut'a" yararlanılan şey anlamına gelir. Ayetin orijinalinde geçen "metaen" kelimesi, "onları yararlandırın" ifadesinin meful-u mutlakıdır. "zengin olan kendi gücü, darda olan da kendi gücü oranında..." şeklindeki ifadeye isə bir axtar/ara cümlecik olarak yer/yeyər verilmiştir. İfadenin orijinal metninde geçen "əlimisi" kelimesi "evsaa" fiilinin ism-i failidir və malı bol və imkanları geniş olan kimse demektir. Daha çox mefulü hazfedilerek kullanılan bir keçişli hərəkət gibidir. Böylece ifadede öz və kısa bir tərz tutturulmuş olar. Bu kullanım gitgide, anlamın əsl kökünü ifade etmeye başlamış və böylece lazım (keçişsiz) bir fiil durumuna gelmiştir. "el-Muktir" isə "aktara" fiilinin ism-i failidir. Geçim sıkıntısı çeken kimse demektir. "Kader veya qədr" sözləri, "oranında" demektir.

Bu gramatik değerlendirmeler ışığında, ayetin anlamı bu şekilde belirginleşiyor: Mehri belirlemeden önce boşadığınız kadınları marufa (normal geçim ölçülerine) göre yararlandırmanız gerekir. Zengin olan, geniş imkanları oranında və durumuna göre yararlandırmalı. Darda olanın də, gücü oranında yararlandırması gerekir. Bu uygulama, mehri tespit edilmeden boşanan kadınlara özgüdür. Bu hükmün sırf bu şekilde boşanmış kadınlara özgü olduğunun, mehri təsbit edildikten sonra əl sürülmeden boşanan kadınların bu kapsama girmediğinin kanıtı, bundan sonra yer alan və konuya ilişkin hükmü içeren ayəs(n)i kerimedir.

Bu, iyilik edenler üzerinde bir haktır.

Ayetin orijinalinde geçen "hakken" kelimesi, hazfedilmiş "hakka" fiilinin meful-u mutlakıdır, yani əsl "hakka'l-hümkü hakkan"dır. Cümlenin zahirine bakılırsa, iyilik (ihsan) vasfı hükmün kapsamına giriyor və hükümde geçerli konuma sahiptir. İyilik də zorunlu bir yükümlülük olmadığına göre, hükmün müstehap olması söz mövzusu olar, vacip değil. Nə var ki Ehlibeyt kanallarından gelen nasslar, adı geçen hükmü fərz olarak nitelemektedir. Belki də bunun kanıtı "Boşanma iki defadır. Sonra ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmak gerekir." ayetidir. Bu ayete göre, iyilikle bırakmak, kadınları boşayanlar üçün zorunlu bir tavırdır. Böyle yapanlar "muhsinlerdir" dolayısıyla adı geçen hüküm, bu ayəs(n)i kerimeye göre, kadınları boşayanlar üzerinde bir haktır. Bununla beraber doğrusunu yüce Allah herkesten daha yaxşı bilir.

237) Əgər onlara mehir keser də, dokunmadan boşarsanız, kəsdiyinizin yarısını (verin). Ancaq qadınlar imtina etsə başqa. Sizin bağışlamanız təqvaya daha yaxındır.

Kadınlara vereceğiniz mehri tesbit edib bu yükümlülük altına girdikten sonra, cinsel ilişki kurmadan onları boşarsanız, kararlaştırdığınız mehrin yarısını ödemek zorundasınız. Ancak bizzat boşanmış kadınların ya da onlar adına nikah akdini gerçekleştirme yetkisini ellerinde bulunduran velilerinin bundan vazgeçmeleri başka. Bu durumda mehrin diğer yarısının də ödenme zorunluluğu ortadan kalkar. Ayrıca əqd yetkisine sahip koca üçün də böyle bir tasarruf söz konusudur. Bu durumda boşanmış kadın, almış olduğu mehrin yarısını geri ödemek zorunda değildir. Bağışlama hər vəziyyətdə takvaya daha yakındır. Çün-kü şeriata göre hak ettiği bir şeyden vazgeçen bir kimse yüce Allah'ın haram kıldığı şeylere yeltenmeme bakımından daha dirençli və daha kararlı olar.

Aranızdaki fazileti unutmayın. Şüphesiz Allah, yapmakta ol-duklarınızı görendir.

"Fəzl" də tıpkı "fuzul" gibi ziyade, artı demektir. Bu kadarı var ki, söylendiğine göre, "fəzl" saygı uyandıran və övgüye değer bulunan ziyadelikler anlamında kullanılır. "Fuzul" isə övgüye değer bir yanı bulunmayan ziyadelikler anlamında kullanılır. Ayetin akışı içinde "fazilet" bədən söz ediliyor ki toplumsal düzeyde, insan hayatında etkinlik kazanması gereken bir niteliktir bu. İnsanlar birbirlerine karşı lütufkar və erdemli davranmak durumundadırlar. Bu ifade ilə, iyiliğe, fazilete, kişisel hakları bağışlamaya, karı kocanın birbirlerine karşı kolaylaştırıcı, hafifletici tavırlar içinde olmaları amaçlanmıştır. "Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı görendir." ifadesinin içerdiği mesaj və nükte daha önce, "Anneler çocuklarını iki tam il emzirirler." diye başlayan ayetin sonunda verilen mesajı və onda bulunan nükteyi çağrıştırmaktadır.

238) Namazları və orta namazı koruyun

Bir şeyi korumak, onu kuşatıp kontrol etmek, zabt etmek demektir. Daha çox nefsin algıladığı və kavradığı soyut anlamları koruma anlamını ifade edər. Ayetin devamında geçen "vusta" isə "avset"in müennesidir və "orta" demektir. "Orta namazı" ilə vakit itibariyle namazların ortası sayılan namaz kastedilmiştir. Ayəs(n)i kerimeden, bu ifadeyle hangi namazın kastedildiği belirgin değildir. Hadisler bu hususta açıklayıcı rol oynuyor. Bu namazın belirlenmesine ilişkin rivayetleri yeri gelince sunacağız.

"Qumu lillahi" cümlesindeki "lam" məqsəd bildirir. Bir şeyle kaim olmak onu uygulamak, yapmak anlamını ifade edər. "el-Kunut" isə gönülden itaat ederek boyun eğmek demektir. Nitekim yüce Allah, bazı ayetlerde şöyle buyuruyor: "Bütün ONA gönülden boyun eğmiştir." (Bakara, 116) "Sizden kim Allah'a və Resulüne gönülden itaat ederse..." (Ahzab, 31) Buna göre, incelediğimiz ayetin anlamının özü şudur: İçtenlikle və hoşnutluğunu gözeterek yüce Allah'a gönülden boyun əyib itaat edin/əldə et.

239) Əgər korkarsanız, yaya veya binekte ikən kılın...

Şartın önceki cümleye atfedilmiş olması, mahzuf bir şartın varlığına delalet edər. Buna göre şöyle bir ifade çıkıyor karşımıza: Əgər korkmuyorsanız, namazları koruyun. Əgər korkarsanız, koruyabildiğiniz kadarıyla koruyun; yaya, durarak, yürüyerek və binek sırtında kılın. Ayetin metninde geçen "rical" sözü, "racil (=yaya)"in çoğuludur. "Rukban" də "rakib"in çoğuludur. Burada də korku namazına değiniliyor.

"Fe-iza emintum (=öyleyse təhlükəsizliyə girdiğinizde)" ifadesinin başındaki "fa" harfi, ayrıntılandırma belirtisidir. Yani; namazı korumak, temelden geçersiz olması mümkün olmayan bir durumdur. Tam tersine, herhangi bir şeyden korkmazsanız və imkan da bulursanız, namazı normal şekliyle kılmanız sizin üçün bir zorunluluktur. Amma normal biçimde kılmanız güçleşirse, yapabildiğiniz kadarıyla orijinalitesini korumaya çalışın. Yeniden güvenliğe kavuşup korkunuz geçtikten sonra, namazı normal şekliyle kılma zorunluluğunuz də avdet edər. Bu durumda yüce Allah'ı zikretmeniz də zorunlu olar.

"Kema allemekum (=size öğrettiği gibi)" cümlesinin başındaki "kef" harfi teşbih belirtisidir. "bilmediğiniz şeyleri..." ifadesi isə, genel nitelikli bir yargının xüsusi nitelikli bir yargının yerine konuluşuna örnek oluşturmaktadır. (Çünkü şöyle bir ifade kullanılabilirdi: Güvenliğe girdiğinizde, Allah'ı, korku namazını size öğrettiği gibi anın.) Bu bol nimet və engin bilgi bağışının nə büyük bir lütuf olduğuna delalet etmesi içindir. Buna göre, cümleyi bu şekilde toparlayabiliriz: Allah'ı, dini yasaları və içerisinde güvenlik halında fərz kılınmış namazı size öğretmesine bərabər bir çabayla zikredin.

240) İçinizde ölüb də geride eşler bırakanlar... eşlerine vasi-yet bıraksınlar

"Vasiyyeten" kelimesi, takdir edilmiş bir fiilin (linisi) meful-u mutlakıdır. Cümleyi bu takdiri əsas alarak açacak olursak: Eşleri üçün ölümden bir il sonrasına kadar yararlanmalarını, geçinmelerini sağlayacak bir vasiyet bıraksınlar.

Ayetin akışı içinde "havl (=yıl)" kelimesinin başına hərfi tarifin (əl takısının) getirilmiş olması, bu ayetin, ölüm sonrası zorunlu bekleme süresini dörd ay on gün olarak təsbit edən ayetten önce inmiş olduğunu gösterir gibidir. Çünkü cahiliye Arapları içinde, kocaları ölən kadınlar onların ardından tam bir il evlenmeksizin beklerlerdi. Dolayısıyla ayəs(n)i kerime bu kadınların bir il boyunca evlerinden çıkarılmaksızın geçimlerini sağlayacak bir vasiyetin yapılmasını önermektedir. Bu kadarı var ki, bu kadınlara özgü bir haqq olduğuna göre və ayrıca bir haktan vazgeçmek də caiz olduğuna göre, kadınlar bu haklarını talep edebildikleri gibi, vazgeçebilirler də. Kocaları öldükten sonra, işaret edilen bu il içinde evlerinden dışarı çıkarlarsa ölünün varisleri ya da onların konumunda olan başka kimseler üçün kadınların meşru ölçüler dahilinde yaptıkları şeyler hakkında onlar üçün bir sakınca yoktur. Bu ayette iştirak edən tavsiyenin bir örneği bu ayəs(n)i kerimedir: "Biriniz ölürken kendisinden sonra bir hayır bırakacaksa, anasına, babasına və yakınlarına, örfe uyarak vasiyete ol/tapılmalı. Bu, sakınanlara (mutdakılara) bir haqqdır, bir borcdur." (Bakara, 180)

Bu açıklamamızdan anlaşıldığı kadarıyla, incelediğimiz bu ayə, kocası ölən kadının zorunlu bekleme süresine ilişkin ayetin və çocuk sahibi kadının mirasını dörtte bir, evladı olmayan kadının də mirasını sekizde bir olarak hükme bağlayan ayetin içerdiği hükümle yürürlükten kaldırılmıştır (neshedilmiştir.)

241) Boşanan kadınların meşru bir tarzda yararlanma payları vardır. Bu, sakınanlar üzerinde bir haktır.

Ayetin içerdiği hüküm boşanmış kadınların genelini ilgilendiriyor. Hükmün takva niteliği ilə birlikte sunuluşu isə müstehaplığı çağrıştırmaktadır.

242) İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar; ki ağıl erdiresiniz.

"Ağıl" kelimesinin əsl anlamı, bağlama və tutmadır. İnsanın idrak və kavrayışına də ağıl denmiştir. Ki bağlanıp tutulma işlemi ağıl olarak nitelendirilmiştir. İnsanın idrak ettiği şeylere, iyiyi, kötüyü, hakkı, batılı ayırdetmesini sağlayan tək güc olduğuna inanılan melekeye də ağıl denmiştir. Bunun karşıtı də, çeşitli bağlamlarda delilik, aptallık, ahmaklık və cehalettir.

Quranı Kerim'de çeşitli kavrayış, algılayış türlerini ifade etmek üçün yirmiye yakın kavram kullanılmıştır. Zənn, hisban, şuur, zikir, irfan, fehm, fıkıh, dirayet, yakin, fikir, rəy, zaam, hifz, hikmet, hubret, şehadet, ağıl və bunlara bağlı olan kavl, fetva və basiret gibi.

Zənn: Kesinlik düzeyinde olmasa bile ağır basan doğru, kabul etmek demektir.

Hisban də öyle. Ancak hesap etmenin zanni kavrayış anlamında kullanılışı, istiare tarzına giriyor gibidir. "Add" (=sayma) sözünün də "zənn" anlamında kullanılışı gibi. Oysa "sayma və hesap etmenin" əsl anlamı şöyledir: "Adde Zeyden mine'l-ebtali və hasebehu minhum" yani "Zeydi kahramanlardan saydı, onu onlardan hesap etti." Yani sayıda və hesapta kahramanların arasına kattı onu.

Şuur (Farkına varma): İnce kavrayış demektir. Aslı "şa'r (=saç teli)" maddesidir. Saç telinin inceliğine benzetilmiştir. Daha çox somut şeyleri kavrama anlamında kullanılır, soyut şeyleri değil. Bu yüzden belirgin duyu organlarına "meşair" adı verilmiştir.

Zikir (Hatırlama): Zihinde kayıtlı bulunan bir şekli, kavrayışın dışına kaybolduktan sonra yeniden canlandırmak ya da kavrayışın dışına çıkmaması üçün korumak.

İrfan və Marifet: Kavrama gücü etkisiyle oluşan bir sureti, zihinde kayıtlı bulunan surete uyarlama işlemidir. Bu yüzden: "Marifet və irfan, önceki bilgiden sonra oluşan kavrayıştır" denmiştir.

Fehm (Anlama): Zihin dışındaki objeler dünyasında iştirak edən bir sureti kendi içine nakşetmek suretiyle, xarici dünyadan aldığı bir növ etkilenme.

Fıkıh (Derin Anlama): Zihnin kendisine nakşedilen sureti kabulde və tastikde süreklilik kazanması işlemi.

Dirayet: Zihin içi suretin kabul görüş və tasdik edilişinin ileri düzeye varması. Bilinen şeyin özelliklerinin, gizli yönlerinin və ayırıcı niteliklerinin kavranışı. Bu yüzden adı geçen kavram, bir işi büyütme və önemini vurgulama anlamında istifadə edilər. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elbette gerçekleşecek olan. Nedir o muhakkak gerçekleşecek olan? O gerçekleşecek olanı sana bildiren nedir?" (Hakka, 1-3) "Gerçek budur ki, Biz onu kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin nə olduğunu sana bildiren nedir? (Kadir, 1-2)

Yakin: Zihinsel kavrayışın yox olmayacak və gevşemeyecek şekilde güçlenmesi, sağlamlaşması.

Fikir (Düşünme): Konuya ilişkin meçhul noktaları ortaya çıkarmak amacıyla zihinde mevcut bulunan bilgileri tekrarlama və gözden geçirme işlemi.

Rəy (Görüş): Düşünüp taşınma işlemi sonucu varılan tasdik düzeyi. Ancak bu kavram genellikle yapılması və yapılmaması gereken şeylere ilişkin pratik bilgiler bağlamında kullanılır. Evrensel olgulara yönelik teorik bilgiler düzeyinde kullanıldığına çox rastlanmaz. Basiret (önsezi) və fetva (çıkış yolu gösterme) və kavl (deyiş) kavramları də buna yakın bir anlam ifade etmektedir. Bu kadarı var ki, bu anlamla (düşünce sonucu varılan tasdikle) ilintili olarak "kavl" kavramının kullanılışı "lazımın (=gerekenin) "melzumun (=gerektiren)" yerine geçmesi türünden bir istiare örneğidir. Çünkü bir şey hakkında söz söylemek (kavl) o sözün içerdiği şeylere inanmayı gerektirir.

Zaam (İddia): Zihin içi bir suret olarak tasdik anlamını ifade edər. Söz mövzusu tasdikin tercihe dayanması (zənn olması) ya da kesin olması arasında bu açıdan bir fərq yoktur.

Elm (Bilme): Daha önce də söylediğimiz gibi, aksine ihtimal bulunmayan kavrayış demektir.

Hifz (Koruma): Zihin içinde bilinen biçimin değişime və dönüşüme uğramayacak şekilde zihinde korunması, zabt edilmesi.

Hikmet: Zihin içindeki elmi bir suretin sağlamlığı, dayanıklılığı yönü.

Hubret (Haberdar olma): Zihin içindeki bilgi biçiminin, öncüllerinden hangi sonuçların çıkacağını bilecek düzeyde bilen kişiye açıq olması, onun tarafından kuşatılmış olması.

Şehadet (Şahid olma): Bir şeyin kendisine və özüne ulaşma. Onu somut şeylerde olduğu gibi duyu organlarıyla ya da bilgi, irade, sevgi, nefret gibi batını soyut duygularla algılama.

Yukarıda sunduğumuz kavramların anlamlarından də fark edileceği gibi, maddeden, hareketten və değişimden soyutlanamayacakları açıktır. Bu yüzden içlerinde son beş tanesi hariç, bu kavramlar yüce Allah'la ilgili olarak kullanılamazlar. Sadece elm, hifz, hikmet, haberdar olma və şehadet kavramları kullanılabilir. Biri kalkıp də, yüce Allah hakkında: O sanıyor "veya "hesab ediyor" ya da "iddia ediyor" yahut "anlıyor" veyahut "derin anlıyor" şeklinde bir ifade kullanamaz.

Son beş kavram isə, eksiklik və yitirme anlamını çağrıştırmamaları açısından yüce Allah'la ilgili olarak kullanılmalarında bir sakınca yoktur. Bu ayetleri buna örnek gösterebiliriz: "Allah hər şeyi bilir." (Bakara, 282) "Senin Rabbin, hər şeyin üzerinde koruyucudur." (Sebe, 21) "Allah, işlediklerinizden haberdardır." (Bakara, 234) "O, bilendir, hikmət sahibidir." (Yusuf, 83) "O hər şeyin üzerinde şahittir." (Fussilet, 53)

Kavramlara ilişkin bu değerlendirmelerin ardından konumuza dönüyoruz və diyoruz ki: Bildiğimiz gibi "ağıl" kelimesi kavrayış anlamında kullanılır. Çünkü kavrama işleminde kalbin tasdik yoluyla bağlanması söz konusudur. Yüce Allah, bu durumu insanın yaratılışının esası kılmıştır; teori düzeyinde hakkı və batılı bu şekilde kavrar. Pratik boyutuyla iyiyi, kötüyü, faydalıyı və zararlıyı bu sayede algılar. Yüce Allah insanı, önce kendi varlığını algılayacak bir mahiyette yaratmıştır. Ardından onu somut duyu organlarıyla donatmıştır. Bunlar aracılığı ilə somut şeyleri algılar. Bunun yanında içsel duyularla də donatmıştır ki, bunlar aracılığı ilə soyut və mənəvi şeyleri algılar. Bunlar insanın kendisini xarici aləmə bağlama işlevini də görürler; irade, sevgi, öfke, ümid və korku gibi. Ardından xarici alemde, düzenleme, ayırma, özelleştirme və genelleştirme türünden tasarruflara girişir. Xarici alemdeki, pratik aşamasının dışında kalan teorik olgularla ilgili teorik yargılara varır. Pratik olgular hakkında də pratik yargılarda bulunur. Bütün bunları, öz yaratılışının kendisi üçün belirlediği mecrada gerçekleştirir. İşte ağıl dediğimiz şey, bu işlemlerin tümünü gerçekleştiren şeyin adıdır.

Ancak bazı durumlarda, insanın sahip olduğu kimi güçler insanı etkisi altına alabilir. Söz gelimi, ihtiras və öfke gibi güçler diğer güçleri bütünüyle devre dışı bırakabilir veya zayıflatabilir. Böyle bir durumda insan ılımlılık və itidal çizgisinden saparak, ifrat və tefrit gibi iki uc kutuptan birine kayabilir. O zaman, ağıl dediğimiz güc, normal işlevini, sağlıklı biçimde göremez olar. Sapık və saptırıcı algılara və yalancı tanıklıklara göre hükmeden bir yargıcı düşünün. Bu cür bir yargı, kesinlikle haktan sapar. Yargıç əsl itibariyle batılı, yanlışlığı kastetmezse də böyle bir insan yargı makamında oturmuştur amma, yargının amacına və işlevine uygun olarak hareket edən bir yargıç değildir.

Yargılarında, batıl və yanlış bilgileri əsas alan/sahə bir insanı də bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bir növ hoşgörü kılıfına sokarak, söz mövzusu yargısını ağıl olarak değerlendirse dahi, gerçek aklın yapabileceği bir iş değildir bu. Çünkü böyle bir harekette insan, normal fıtratın çizgisinden və doğruluğun değişmez kurallarından sapmış olar.

Quranı Kerim bu çerçevede ələ alıyor meseleyi. Aklı insanın dini açısından yararlandığı və yol göstericiliği altında gerçek bilgilere və salih amellere ulaştığı güc olarak tanımlıyor. Bu doğrultuda işini yerine getirmeyince, o gücü ağıl diye nitelemez. Sırf dünyəvi hayır və şər bağlamında işlev görse də. Nitekim yüce Allah bir ayəs(n)i kerimede şöyle buyuruyor: "Və derler ki: Əgər dinlemiş olsaydık ya da ağıl etmiş olsaydık, bu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık." (Mülk, 10)

Bir diğer ayette isə şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri və işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kor olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir." (Həcc, 46)

Görüldüğü gibi, ayetlerde "ağıl" kavramı, ilimle ilgili olarak kullanılıyor, ki insan bunu yalnız başına gerçekleştirir. İşitme isə, algılama ilə ilgili olarak kullanılıyor. Burada isə, insanın bir başkasının yardımına ihtiyacı vardır. Ancak dikkati çeken husus, hər iki faaliyette də öz yaratılışın (fıtrat) bozulmamışlığı esastır. Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Nefsini ahmaklaştıran beyinsizden başka, kim İbrahim'in dininden yüz/üz çevirir." (Bakara, 130) Daha önce bu ayetin, "Ağıl, aracılığıyla Rahman olan Allah'a kulluk sunulan şeydir." hadisinin diğer bir ifadesi olduğunu vurgulamıştık.

Bu açıklamaların ışığında şunu diyebiliriz: Quranı Kerim'de "ağıl" kavramı ilə kastedilen, insanın bozulmamış fıtratı ilə elde ettiği idrak və kavrayıştır. Bununla, "Size ayetlerini böyle açıklar; ki akledesiniz." ifadesinin anlamı belirginleşiyor. Buna göre, bilgi açıklama ilə kazanılır. Bilgi isə, aklın öncüsü və aracıdır. Nitekim yüce Allah bir ayəs(n)i kerimede şöyle buyurur: "İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara ağıl erdirmez." (Ankebut, 43)



Yüklə 6,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   29   30   31   32   33   34   35   36   ...   60




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin