Ayələrin Tərcüməs(n)i



Yüklə 6,43 Mb.
səhifə46/60
tarix28.03.2017
ölçüsü6,43 Mb.
#12706
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   ...   60

Ayələrin tərcüməs(n)i

258- Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya giren (gibisin)i görmedin mi? Hani İbrahim: "Benim Rabbim Odur ki diriltir və öldürür." demişti. O da, mən diriltir və öldürürüm demişti. O zaman İbrahim: "Şüphe yox, Allah güneşi doğudan getirir, hadi sən də onu batıdan getir." deyince o inkarcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.

259- Ya da (duvarları, çatıları üstüne yığılmış alt-üst olmuş), ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: "Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?" Bunun üzerine Allah, onu yüz/üz il öldürdü, sonra onu diriltti və ona dedi ki: "Nə kadar kaldın?" O: "Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi. Allah ona: "Hayır, yüz/üz il kaldın, böyleyken yiyeceğine və içeceğine bax, henüz bozulmamış; eşeğine də bir bax; bunu yapmamız seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere də bir bax nasıl bir araya getiriyoruz, sonra də onlara et/ət giydiriyoruz?" dedi. O, kendisine bunlar apaçık belli olduktan sonra dedi ki: "Biliyorum ki, gerçekten Allah, hər şeye güc yetirendir."

260- Hani bir zaman İbrahim, "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster." demişti. Allah ona, "İnanmıyor musun?" deyince, "Hayır (inandım), ancak kalbimin tatmin olması üçün." dedi. Allah dedi ki: "Öyleyse, kuşlardan dördünü tut. Onları kendine çək sonra onları parçalayıp hər bir dağın üzerine onlardan birer parça bırak, sonra də onları çağır; sana koşarak gelirler. Bil ki: Heç şüphesiz Allah, üstün və güçlü olandır, hikmet sahibidir."

ayələrin AÇIKLAMAsı

Yukarıda sunduğumuz ayetlerin ana teması tevhid esaslı inanc sistemidir. Allah'ın tək və ortaksız ilahlığıdır. Dolayısıyla, bundan önceki ayetlerle bağlantılı olmamaları düşünülemez. O kadar ki, tümünün birlikte inmiş olmaları ihtimali də mevcuttur.

258) ...Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya gireni görmedin mi?

Ayetin orijinalinde geçen "həccə (=tartışmaya girdi.)" anlamınadır. Tartışmaya girme, iddiayı kanıtlama ya da karşıt iddiayı çürütme amacı ilə, kanıta kanıtla karşılık vermek demektir. İfadenin orijinalinde geçen "hüccet" kavramı, kelimenin aslı itibariyle "qəsd, niyet" demektir. Nə var ki, daha çox kanıtlanmak istenen bir iddiayı belgeleme amacı ilə sunulan şey anlamında kullanılır olmuştur. "Rabbi konusunda..." ifadesi, "hacce" fiiline taalluk ediyor və onunla ilintilidir. Zamirse, Hz. İbrahim'e dönüktür. Bunu daha sonra iştirak edən bu ifadeden də algılayabiliriz: "İbrahim,'Benim Rabbim Odur ki diriltir və öldürür.' demişti." Hz. İbrahim'le Rəbbi konusunda tartışan kişi, İbrahim Peygamber'in yaşadığı dönemde Babil üzerinde egemenlik sürdüren Kral Nemrut'tur. Tarihi belgelerden və dini rivayetlerden bu anlaşılıyor.

Ayetlerin akışı, insanlığın bu güne kadarki yaşam tarzı və bundan sonra də sürüp gidecek doğal süreci üzerinde düşünüldüğü zaman, ayəs(n)i kerimede geçen "tartışma" kavramını və tartışmaya əsas oluşturan konuyu bütün boyutlarıyla kavramış oluruz.

Şöyle ki: İnsanoğlu öz yaratılışı itibariyle kendisinden üstün olan, varlığı üzerinde etkili olan güçlere boyun eğme eğilimindedir. Gelip geçmiş toplulukların yaşam evrelerini, günümüzde yaşayan çeşitli toplulukların hayat tarzlarını inceleyenler, bu realiteden kuşku duymazlar. Bu gerçeğe değişik bölümlerde değindik. İnsanoğlu, fıtratının bir öngörüsü olarak, evrenin bir yaratıcısının, evren üzerinde varoluş və yönetim açısından bir etkin gücün varlığını kabul edər. Bu hususu də defalarca vurguladık.

İnsan hər halukarda, hər türlü konumda tavır və davranışlarıyla bu gerçeği ortaya koyar. İnsan, ister peygamberlik misyonunun dayandığı və davetlerine əsas kıldıkları tevhid dinine bağlı olsun, ister putperestlerde olduğu gibi birden çox tanrının varlığına inansın ya da Dehriler və Materyalistler gibi evrenin bir yaratıcısının olduğunu inkar etsin, o, kesinlikle bu temel eğilimin dışında bir pozisyonda olamaz. Çünkü insan, insan olarak kaldığı sürece, bazı durumlarda gaflet etse də, fıtrat heç bir zaman yox olmaz.

Nə var ki, ilkel insanlar eşya və olayları kendileriyle karşılaştırıyorlardı. Kendisinin çeşitli fiillerinin bedeninin çeşitli güçlerine və farklı organlarına dayandığını görüyordu. Aynı şekilde, toplumsal boyuttaki farklı eylemler də, toplumda yer alan değişik kişiliklere dayanıyordu. Yine, değişik olayların, algılanabilir çeşitli yakın sebeplerden kaynaklandığını gözlemliyordu. Hər nə kadar, bütün gelişmeler sonuçta bir yaratıcıda odaklanıyor və varlık aleminde varolan hər şey ona dayanıyor olsa də, bu gözlemleri sonucu, değişik gelişmeleri, yüce Allah'ın dışındaki bir takım düzmece ilahlara mal etmeleri kaçınılmaz gibi görünüyordu.

Kimi zaman, bunu hər bir növ üçün bir tanrı belirlemekle gerçekleştiriyorlardı. Yer/yeyər tanrısı... Deniz tanrısı... Atəş tanrısı.. Hava tanrısı və Rüzgar tanrısı gibi. Kimi zaman yıldızlara bir yetki, bir tanrısal fonksiyon atfediyorlardı. Özellikle bazı gezegenlerin değişikliklerine göre kimi unsurlar üzerinde və doğacak çocukların yazgısı bağlamında etkili olduklarına inanıyorlardı. Nitekim Sabiilerin bu sistemlere inandıkları nakledilmiş. Sonra, bu düzmece ilahlar, bu yakıştırma güçler adına resimler və heykeller yaptılar və putun, temsil ettiği şəxs nezdinde (Yer/yeyər tanrısı vs.), o zatın də Allah nezdinde (Yüce Allah bu cür asılsız yakıştırmalardan münezzehtir) şefaatçi olması, dolayısıyla hayat və ölüm sonrası mutluluğa kavuşmaları üçün kendi elleriyle yontup diktikleri putlara tapmaya başladılar.

Bu yüzden hər toplumun və kuşağın putları diğer toplumların və kuşakların putlarından farklı oluyordu. Çünkü, değişik türleri somutlaştırmaya ilişkin görüşleri və putlar aracılığı ilə tasvir edilen türlerin sözde tanrılarının zihinlerde canlandırdığı tipler farklılık arz ediyordu. Kuşkusuz eğilimler və başka ihtiraslar də bunda rol oynuyordu. Sonunda iş o düzeye vardı ki, putun temsil ettiği güc veya şəxs unutuldu. Hatta tanrılar tanrısı ən/en büyük ilah bile hatırlanmaz oldu. Direkt bu taştan, ağaçtan yontulmuş cansız heykeller tanrı kabul edildi. Çünkü somutu algılama və tasavvur etme alışkanlığı, içinde bulundukları durumu onlara çekici kıldı. Karşılarındaki nesneler, sadece kendilerini hatırlatıyor, perde gerisindeki düşünceyi unutturuyordu. Bu eğilim doğal olarak, somut olarak algılanan düzmece ilahlar adına dikilen heykellerin, yüce Allah'a yönelik kulluk eğilimini bastırması sonucunu doğurdu. İlkel insanların bu değerlendirmeleri, bütünüyle, söz mövzusu düzmece ilahların hayatları üzerinde etkin rol oynadıklarına, iradelerinin kendi iradelerini alt ettiğine, plan və ön tasarımlarının kendi tedbir və tasarımlarına baskın çıktığına inanmalarından kaynaklanıyordu.

Otoriteyi, siyasal iktidarı elinde bulunduran bazı despot krallar də, ilkel insanların bu ilkel inanc sisteminden yararlanıyorlardı. İradelerini halkın hayatının değişik alanlarına egemen kılmak üçün insanların bu zaafını kullanıyorlardı. Konumlarını daha bir pekiştirmek üçün ilahlık iddiasında bulunuyorlardı. Firavun, Nemrut vs. gibi. Bunlar bir yandan putlara tapıyorlarken, bir yandan də kendilerini tanrılar kategorisine sokuyorlardı. Başlangıçta, bu şekilde beliren statüye rağmen, tanrılık iddiasındaki kralın etkinliğinin və otoritesinin belirginliği nedeniyle, diğer düzmece tanrılara göre, insanlar nezdində kendini daha çox ön plana çıkarıyordu. Kralın xalq üzerindeki ilahlık otoritesi, kuşkusuz cansız putların otoritesinden daha ağır basıyordu. Az önce bu gerçeğe işaret ettik.

Nitekim yüce Allah bu realiteliyi, bu cür bir iddiada bulunan Firavun'un dilinden şöyle aktarır: "Sizin ən/en yüce Rabbiniz benim." (Naziat, 24) Ən/en yüce ilah olduğunu iddia ediyordu. Oysa kendisi də bir takım tanrılar edinmiş onlara tapıyordu: "...Seni və ilahlarını terk etmeleri üçün..." (Ə'RAF, 127) İncelemekte olduğumuz ayette yer alan, "Mən də öldürür və diriltirim." ifadesinden algıladığımız kadarıyla Nemrut də böyle bir iddiada bulunuyordu. Daha sonra meseleyi yakın bir zamanda etraflıca ələ alacağız.

Bu açıklama ilə Hz. İbrahim (ə.s) və Kral Nemrut arasında geçen tartışma atmosferi, zihnimizde bir ölçüde netlik kazanıyor. Buna göre Kral Nemrud yüce Allah'ın ilahlığını kabul ediyordu. Öyle olmasaydı, Hz. İbrahim'in (ə.s), "Şüphe yox, Allah güneşi doğudan getirir." sözünü kabul etmeyecek və "hadi sən də onu batıdan getir." önerisi karşısında də afallayıp kalmayacak, belki də "Senin iddia ettiğin gibi değildir, əsl güneşi doğudan getiren benim veya başka tanrılardır." diyecekti. Nitekim Nemrud yüce Allah'ın dışında bir takım tanrıların varlığına inanıyordu.

Soydaşları də aynı inanc sistemine sahipti. Hz. İbrahim'in kıssasının genelini göz önünde bulundurduğumuzda, söz gelimi, kıssanın kapsamında yer alan "Yıldız, ay və güneş"e ilişkin değerlendirmelerden, yine İbrahim'in babasının putlarla ilgili sözlerinden, ən/en büyükleri hariç diğer bütün putları parçalaması üzerine soydaşlarının tepkisinden bunu algılayabiliriz. Dolayısıyla Nemrud yüce Allah'ın ilahlığını kabul ediyordu. Bu arada başka tanrıların də varolduğuna inanıyordu. Ancak kendisinin də bir ilah olduğunu düşünüyordu. Həm də ilahların ən/en yücesi. Bu yüzden Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya girerken, kendi ilahlığını kanıtlamaya çalışmış, ancak Allah dışındaki diğer düzmece ilahlardan söz etmemişti.

Buradan hareketle, Kral Nemrud və Hz. İbrahim (ə.s) arasında geçen tartışmanın şöyle olduğunu çıkarıyoruz: Hz.İbrahim (ə.s) Rabbinin (yöneticisinin) sadece Allah olduğunu savunuyordu. Nemrud'sa İbrahim'in və diğer soydaşlarının Rabbinin (yönetici) kendisi olduğunu iddia ediyordu. Bu yüzden Hz. İbrahim (ə.s) bu görüşünü, "Benim Rabbim Odur ki diriltir və öldürür." sözleriyle kanıtlamak isteyince, Nem-rud şöyle demişti: "Mən diriltir və öldürürüm." Böyle demekle, İbrahim'in, Rabbi ilə ilgili olarak gündeme getirdiği niteliklere kendisinin də sahip olduğunu, dolayısıyla kendisine boyun eğilmesi və kulluk sunulması gerektiğini söylemeye çalışıyordu. Allah'a veya putlara değil, Nemrut'a tapmalıydı xalq. Dikkat edilirse Nemrud, "Mən də öldürür və diriltirim" demiyor. Çünkü, ifadenin orijinalinden böyle bir anlam elde etmek üçün başına konulacak atif harfi, toplum üzerindeki egemenlik anlamında Rablik makamına Allah'ın də ortak olmasını gerektirir ki, Nemrut'un istediği bu değildir. O, bu sosyal otorite açısından kesin üstünlük peşindedir. Nitekim: "Diğer ilahlar də öldürür və diriltir." də demiyor.

Kral Nemrud, Hz. İbrahim'e karşı çıkarken, bir gerçeğe dayanmıyor, sadece yanıltmayı, tartışmaya tanık olanların kafasını karıştırmayı amaçlıyor. Hz. İbrahim (ə.s) isə, "Benim Rabbim Odur ki diriltir və öldürür." sözü ilə, canlı, bilinç və irade sahibi varlıklar dünyasında göz-lemlenen hayat və ölüm olgularını kastediyor. Çünkü hayat dediğimiz bu bilinmez sırrı, ancak onun əsl var edicisi yaratabilir. Bu hayatın, cansız hayattan yoksun doğa ilə ilintilendirilerek izahı mümkün değildir. Canlı varlıkların də hayatın varoluşu üzerinde bir etkinlikleri söz mövzusu değildir. Çünkü canlı varlıkların hayatı, hayatın varlığı, ölümü isə hayatın yokluğu anlamına gelir. Heç bir canlı kendini var etme və varlığına son verme gücüne sahip değildir.

Əgər Nemrud, Hz. İbrahim'in sözlerini bu şekilde algılasaydı, heç bir şekilde karşı çıkamayacaktı. Fakat safsataya başvurdu və "hayat və ölüm" olgularını, məcazi anlamlarını ya da həm məcazi, həm də gerçek anlamlarından daha genel bir anlamı əsas alarak yorumladı. Çünkü, diriltme fiili, ana rahmindeki embriyona ruh üflemek suretiyle ona hayat verme anlamında kullanıldığı gibi, bir insanı ölüm tehlikesinden kurtarmak anlamında də kullanılır.

Aynı şekilde, "öldürme" fiili də yüce Allah tarafından insanın canının alınması anlamında kullanıldığı gibi, bir kimsenin hayatına öldürücü bir aletle son verilmesi anlamında də kullanılır.

Nitekim Kral Nemrud də tartışmanın bu aşamasında, zindanda tutuklu bulunan iki kişinin getirilmesini ister. Bunlardan birinin öldürülmesini, birinin də serbest bırakılmasını emreder. Adamları Kral Nemrud'un emrini yerine getirirler. Bunun üzerine Nemrud, "Mən diriltir və öldürürüm." deyər. Olaya tanık olan insanlar, gerçekle mecazı birbirine karıştırırlar və Nemrud'u tasdik ederler. Bu yüzden Hz. İbrahim (ə.s), Nemrut'un yaptığı safsatayı, çarpıtmayı anlatma imkanını bulamaz. Halbuki, "diriltme" və "öldürme" fiilleriyle, Nemrut'un yaptığı bu yorumu kastetmemişti.

Dolayısıyla, Nemrud'un ortaya koyduğu kanıt, İbrahim peygamberin ileri sürdüğü kanıta karşı getirilen bir kanıt değildi.

Əgər Hz. İbrahim (ə.s) imkan bulsaydı, meselenin çarpıtıldığını açıklayacaktı. Bu gerçekleşmedi. Çünkü Nemrud'un gerçekleri çarpıtmadaki ustalığını və seyircilerin onu hararetle destekleyişlerini, batıl və yalan iddiaları körü körüne onaylayışlarını hayretle izliyordu. Bu yüzden, çarpıtmayı, gerçeğin tərs yüz/üz edilişini anlatacak olsa, kimsenin kendisini tasdik etmeyeceğini anladı və bir başka kanıtı ileri sürme gereğini duydu.

Bu öyle bir kanıttı ki, büyüklük kompleksine kapılan heç bir zorba buna karşı söyleyecek bir söz bulamazdı. İbrahim (ə.s) dedi ki: "Şüphe yox, Allah, güneşi doğudan getirir, hadi sən də onu batıdan getir."

Güneş, Nemrud'un idaresi altında yaşayan halkın ya da bir kısmının nazarında, tanrı konumundaydı. Bunu, Hz. İbrahim'in kıssasının kapsamındaki "Yıldız, Ay və Güneş"le ilgili değerlendirmelerden algılayabiliriz. Nə var ki, güneşin kendisi ya da doğuş və batış gibi durumları sonuçta yüce Allah'a dayanıyordu. Çünkü söz konusu topluma göre, yüce Allah "tanrılar tanrısıydı" kendi iradesine dayanarak hareket edən bir kimse, özgür iradesi doğrultusunda bir fiil seçtiği zaman, onun aksini də seçebilir. Çünkü mesele, iradenin ekseni etrafında gelişme gösteriyor.

Sonuçta Hz. İbrahim (ə.s) bunu söyleyince Nemrut afalladı. Çünkü şöyle söyleyemezdi: "Bu hadisə sürekli, aynı tarzda gerçekleşmektedir. Güneşin hər zaman doğudan doğması tesadüfi bir olaydır və bir sebebe də gerek yoktur." Şunu də iddia edemezdi: "Güneşin bu şekilde doğması, yine kendisine bağlıdır. Allah'la bir ilgisi yoktur. "Çünkü kendisi də bunun aksini kabul ediyordu. "Güneşi doğudan getiren benim." də diyemezdi. O zaman güneşi batıdan getirmesi istenirdi.

Böylece Allah onun dilini bağladı. Tut yemiş bülbüle döndü. Gerçekten Allah, zalimleri doğru yola iletmez.

Allah kendisine hükümdarlık verdi, diye...

Cümlenin ifade tarzı, bize şöyle bir sözü çağrıştırıyor: "Falan adama iyilik ettim diye, o bana kötülük etti." Bu cür bir sözü söyleyen kimse demek istiyor ki: "Ona iyilik yapmış olmam, onun da bana iyilik yapmasını gerektiriyor. Amma o, iyiliğime kötülükle karşılık verdi və bana kötülük yaptı." Araplar: "İyilik ettiğin kimsenin şerrinden qorx." derler. Şair deyər ki:

"İhtiyarlığında çocukları Əbu Ğaylan'ın iyiliklerine

Sinimmar'ınkine benzer bir karşılık verdi."[179]

Dolayısıyla "Allah, kendisine mülk verdi, diye" cümlesinin orijinalinin başına sebebiyet bildiren "lam" takdir edildiğinde, bir şeyin, zıddı olan bir başka şeyin yerine konuluşu tarzında bir ifade işlevini görür. Bu cür ifadelerle güdülen məqsəd yapılan şikayetin daha etkili olmasını sağlamaktır. Bu bakımdan, Nemrud'un bu tartışmada sergilediği saldırgan və taşkın tutum, ancak yüce Allah'ın kendisine saltanat nimetini bahşetmiş olmasının zıddı şeklinde gerekçelendirilebilir. Nə var ki, yüce Allah tarafından ancak iyilik bahşedildiğinden və kendisine saltanat verildiğinden, bu ilahi bağış illet yerine konmuştur. Böylece, Nemrut'un Allah tarafından kendisine bahşedilen nimetlere nankörlük ettiği vurgulanmış olar. Bu ayəs(n)i kerime də, bu tərz ifadelere bir örnektir: "Nihayet Firavun ailesi, onu kendileri üçün bir düşman və üzüntü konusu olsun diye sahipsiz görüp aldılar." (Kasas, 8) Nemrut'a saltanat və mülk verilmiş olmasından söz edilmesinin altında yatan incelik budur.

Bir diğer incelik də şudur: Bu ifade, Nemrut'un iddiasının başından beri çürük olduğunu gösterir. O, Allah tarafından kendisine bahşedilen bir mülke dayanarak ilahlık iddiasında bulunuyordu. Yani sahip bulunduğu mülk dahi kendisine aid değildi. O, Rabbinin nimeti sayesinde otoriteye, egemenliğe kavuşmuş Kral Nemruttu. Tək başına, yalın bir fərd olarak düşünüldüğünde, belirgin bir sıfatı, parmakla gösterilen bir özelliği bulunmayan sıradan bir insandı. Bu yüzden isminden söz edilmiyor, sadece "Rabbi konusunda İbrahim'le tartışmaya giren..." diye işaret ediliyor. Bununla güdülen məqsəd, şahsının basitliğini və fonksiyonunun önemsizliğini vurgulamaktır.

Sahip olduğu mülkün Allah vergisi olarak nitelendirilmesine gelince, daha önceki bölümlerde, bunun bir sakıncasının olmadığını belirttik. Çünkü topluma egemen olmak anlamında mülk, öteki iktidar və güc türleri gibi yüce Allah'ın bahşettiği bir nimettir. Allah'ın dilediğine özgü kıldığı bir bağıştır. İnsanın fıtratına bu duygu yerleştirilmiştir. Fıtratı gereği otoriteyi tanır. Bunu ister, arzular. Şayet bu nimet yerli yerine konulsa, bu otorite hakkedenin elinde olsa nimete və mutluluğa dönüşür. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurur: "Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu axtar/ara." (Kasas, 77) Əgər Allah tarafından bahşedilen saltanat nimeti, saldırganlığa, haksızlık aracına dönüştürülürse, dosdoğru yoldan saptırıcı bir olgu halını alırsa, felakete və yıkıma yol açar. "Allah'ın nimetini değiştirenleri və kavimlerini yıkım və əzab yurduna konduranları görmedin mi?" (İbrahim, 28) Daha önce söylediğimiz gibi, hər şey ulu Allah'a nisbət edilir. Amma ONun şanına yaraşır bir tarzda olması koşuluyla. Yani hər şeyin güzel tarafı Allah'a nisbət edilir. Çirkin və kötü yönleri değil.

Bu açıklama ilə, bazı tefsir bilginlerinin, "Allah, kendisine hükümdarlık verdi, diye" cümlesindeki "zamir" İbrahim'e (ə.s) dönüktür." Kas-tedilen "mülk" isə, İbrahim Peygamber'e (ə.s) bahşedilen mülktür. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu Biz, İbrahim ailesine kitabı və hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk də verdik." (Nisa, 53) Yoksa, Nemrud'un sahip bulunduğu mülk kastedilmiyor. Çünkü onun mülkü zora, zorbalığa və günaha dayanıyordu. Böyle bir mülkü Allah'a nisbət etmek caiz değildir." şeklindeki değerlendirmelerinin yanlışlığı də ortaya çıkıyor.

Bu değerlendirmeye ilişkin açıklamalarımız şöyledir:

1) Quranı Kerim'in bu cür bir mülkü yüce Allah'a nisbət ettiğinin örnekleri çoktur. Örneğin Firavun hanedanından iman etmiş bir şahsın dilinden şöyle hikaye edilir: "Ey kavmim, bu gün mülk sizindir, yeryüzünde hüküm sahibi kimselersiniz." (Mömin, 29) Bir ayette Firavun'un şöyle dediği hikaye edilir (Firavun'un bu sözünün hikaye edilmesi içeriğinin onaylanması anlamına gelir): "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü benim değil mi?" (Zuhruf, 51) Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Mülk O'nundur." (Teğabun, 1) Burada yüce Allah hər türlü mülkü kendine özgü kılıyor. Bu halda, yeryüzünde varolan bütün mülkün kaynağı yüce Allah'tır.

Bir ayette Hz. Musa'nın (ə.s) dilinden şöyle buyuruluyor: "Rabbimiz, şüphesiz sən, Firavun və önde gelen çevresine bir çekicilik verdin." (Yunus, 88) Karun'la ilgili olarak şöyle buyurulur: "Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu." (Kasas, 76) Bir ayette də Peygamber əfəndimizə (s. a. a) şöyle hitap edilir: "Kendisini tək olarak yarattığımı bana bırak ki Mən ona alabildiğine geniş kapsamlı bir mal verdim... və sayısız imkan və fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam üçün tamah edər." (Müddessir, 11-15) Buna benzer bir çox ayeti örnek gösterebiliriz.

2) Yukarıdaki değerlendirme, ayetin zahiri ilə bağdaşmıyor. Çünkü ayetin zahirinde, Nemrut'un Hz. İbrahim'le tevhid və iman konusunda tartıştığı anlatılıyor. Mülkü hakkında tartışmıyordu.

Çünkü görünürde mülk və egemenlik Nemrut'undu. Hz. İbrahim a-dına somut bir mülk yoktu ki, onunla tartışmaya girsin.

3) Hər şey bir şekilde yüce Allah'a bağlıdır. Mülk və egemenlik də bu şeyler bağlamındadır. Dolayısıyla bunu Allah'a nisbət etmenin bir sakıncası yoktur. Yukarıda ayrıntılı açıklamalarda bulunduk.

Hanı İbrahim, "Benim Rabbim Odur ki diriltir və öldürür." demişti.

"Hayat" və "ölüm" olguları hayvanların dışında, bitkiler üçün də söz konusudur. Ayet'el-Kürsü'nün tefsirini sunarken vurguladığımız gibi, Quran bitkilerin bir növ hayata sahip olduklarını ifade etmektedir. Ancak Hz. İbrahim (ə.s) bu iki kavramla, ya hayvanların "hayat" və "ölüm"ünü ya da bundan daha genel kapsamlısını kastetmektedir. Lafzın mutlak oluşu bu ikinci şıkkın lehine yorumlanabilir. Bunun kanıtı də Nemrud'un bu sözüdür: "Mən diriltir və öldürürüm." Çünkü Nemrud'un ortaya attığı bu iddia, söz gelimi oktyabr və dikim yoluyla bitkileri yetiştirmek ya da hayvanları çiftleştirme yoluyla üretmek anlamına gelmez. Çünkü bu sadece ona özgü bir beceri değildir, bütün insanlar bunu yapabilirler. Bütün bunlar, rivayetlerde anlatılan kıssayı pekiştiriyor: Nemrut zindanda bulunan iki kişinin getirilmesini emreder. Birini serbest bırakır, birini də öldürür. Sonra İbrahim'e (ə.s) döner və şöyle deyər: "Mən diriltir və öldürürüm."

Hz. İbrahim (ə.s) tartışma sırasında, diriltme və öldürme olgularını kanıt olarak sunuyor. Çünkü, hayat özelliğine sahip bulunmayan doğanın bunlar üzerinde bir etkinliği olamaz. Özellikle hayvanların sahip bulundukları "hayat" olgusu, bilinç və iradeyi doğurur ki bunlar kesinlikle maddi olgular değildirler. Aynı durum, canlı varlıkların karşıtı olan ölüm olgusu üçün də geçerlidir. Fakat, bunca açıklığına və görkemine rağmen, dinleyicileri etkileyemiyor. Çünkü topluluk, düşünce planında çökmüştü, akletme melekesini yitirmişti. Çarpık bir anlayışa sahip olmuştu. Bu degenerasiya, Hz. İbrahim'in onlar hakkında sandığı boyutların çox çox ötesindeydi. Diriltme və öldürme olgularından, sadece onların məcazi anlamları olan serbest bırakma və öldürme olgularını anlıyorlardı. Bu yüzden Nemrut "Mən diriltir və öldürürüm." dediğinde dinleyiciler bunu doğruladılar.

Hz. İbrahim və Nemrut arasında geçen bu tartışmaya yönelik dikkatli bir gözlem sonucu, o günkü toplumun düşünce və mənəvi değerler planında yaşadığı çöküşü algılamak mümkündür. Babil və Firavunlar döneminin eski Mısırı ilə ilgili arkeolojik bulguların kanıtladığı yüksek uygarlık və maddi kalkınmışlık düzeyi böylesi bir mənəvi çürümüşlüğe engel değildir. Çünkü maddi uygarlıkla və kalkınma ilə mənəvi değerler birbirlerinden bağımsız olgulardır. Bu günkü uygar dünyanın maddi olarak onca kalkınmışlığına rağmen, əxlaq və mənəvi değerler planında iflas etmiş olması bu gözlemimizin yaşayan, somut kanıtıdır.

Bu açıklamalardan sonra, Hz. İbrahim'in (ə.s) neden, mesajının və misyonunun doğruluğunu kanıtlamak üçün, evrenin bir yaratıcısı, göklerin və yerin bir var edicisi olmasının zorunluluğunu gündeme getirmediğini anlıyoruz. Öyle ya, ilk başta kendisi, çevresini və evreni gözlemlerken, bir kanıt olarak bunu düşünmüştü. Quranı Kerim, onun bu gözleminden sonra şöyle söylediğini bize haber vermektedir: "Gerçek budur ki, mən bir muvahhid olarak yüzümü gökleri və yeri yaratana çevirdim. Və mən müşriklerden değilim." (Ən'am, 79) Çünkü Hz. İbrahim'in soydaşları, fıtratları gereği, genel anlamda evrenin bir yaratıcısının olduğunu kabul etmiş olmalarına rağmen son derece düşük bir anlayış düzeyine sahiptiler. Hz. İbrahim'in sunacağı bu cür bir kanıtı algılayacak düzeyde değildiler. "Benim Rabbim Odur ki diriltir və öldürür." sö-zü karşısındaki duyarsızlıkları bunun ən/en somut kanıtıdır.

O da "Mən diriltir və öldürürüm." demişti.

Yani bu halda, senin "diriltir və öldürür." şeklinde nitelediğin Rabbin, benim.

O zaman İbrahim, "Şüphe yox, Allah güneşi doğudan getirir, hadi sən də onu batıdan getir." deyince, o inkarcı böylece afallayıp kalmıştı.

Hz. İbrahim (ə.s), "Benim Rabbim Odur ki diriltir və öldürür." ifadesiyle sunduğu kanıtın, bu qıt anlayışlı, çarpık zihniyetli rakip üzerinde etkili olmasından ümid kesince, "diriltir və öldürür" sözü ilə neyi kastettiğini ayrıntılı biçimde açıklamaya gerek duymadan, başka bir kanıt ortaya sundu. Nə var ki, Hz. İbrahim bu ikinci kanıtını, karşı tarafın birinci kanıtla ilgili iddiasına dayandırmayı də ihmal etmedi. "Şüphe yox, Allah" diye başlayan ifadenin orijinalinin "fe-innellahe..." başındaki "fa" harfi bunu vurgulamaya yönelik bir ayrıntıdır. Demek istiyor ki: "Əgər söylediğin gibi sən benim Rabbimsen, evrensel yasalar sistemi və evrensel fenomenler üzerinde tasarrufta bulunma və tedbir və plan dahilinde evreni yönetme, Rablığın bir gereğidir. Nitekim yüce Allah, doğudan getirmek suretiyle güneş üzerinde tasarrufta bulunuyor. Hadi sən də, batıdan getirmek suretiyle güneş üzerindeki tasarrufunu kanıtla. Böylece, yüce Allah'ın hər şeyin Rabbi olması gibi, sən də Rablığını ya da tanrılar tanrısı(!) olduğunu kanıtlamış olursun." Hz. İbrahim'in (ə.s) bu konuşması karşısında Nemrud, afallayıp kaldı.

Hz. İbrahim'in bu ikinci kanıtı, birinci kanıta bağlı olarak sunması, birinci kanıtta Nemrut'un haklı çıktığı, iddiasını ispat ettiği şeklinde bir sonucun algılanmasını önlemeye yönelik bir girişimdir. Yine bu amaca yönelik olarak Hz. İbrahim, "Şüphe yox, Allah..." şeklinde söze başlıyor və "Benim Rabbim..." demiyor. Çünkü karşı taraf, onun "Rabbim" sözünü yanlış yorumluyor, bunu çarpıtarak kendine uyarlıyor. Bu yüzden ikinci kanıtı sunarken "Allah" ismine yer/yeyər veriyor ki, Nemrut, önceki kanıtta olduğu gibi bunu də kendi lehine yorumlamaya kalkışmasın. Daha önce də vurgulandığı gibi, Nemrut bu kanıt karşısında söyleyecek söz bulamamış, öylece susup kalmıştı.

Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.

İfadenin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bu cümle "O inkarcı böylece afallayıp kalmıştı." sözünü gerekçelendirmeye yöneliktir. Bu halda Nemrud'un, Hz. İbrahim'in sunduğu kanıt karşısında afallayıp kalması, yüce Allah'ın ona yol göstermemesinden dolayıydı, kafir biri olmasından değil. Diğer bir ifadeyle, bu demektir: Allah ona yol göstermedi, böylece afallayıp kaldı. Əgər Allah ona yol gösterseydi, heç şüphesiz İbrahim'e (ə.s) üstünlük sağlayacaktı. Yani, Allah ona yol göstermedi diye kafir olmadı. Çünkü, burada vurgulanmak istenen, onun Hz. İbrahim'le tartışmaya girmesidir, kafir olması değil. Bu husus gayet açıktır.

Buradan bu sonuç çıkıyor: Söz mövzusu nitelemede, nedenselliğe yönelik bir işaret vardır. Demek istiyorum ki: Yüce Allah'ın zalimlere doğru yolu göstermemesinin sebebi, onların zulümleridir. Nitekim bu anlamı ifade edən cümlelerin yer/yeyər aldığı bütün ayetlerde verilmek istenen mesaj budur. "İslama çağrıldığı halda, Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez." (Səff, 7) "Kendilerine Tevrat yükletilip də sonra onu yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu nə kötüdür. Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez." (Cum'a, 5)

Fısk da tıpkı zulüm gibi, Allah'ın doğru yolu göstermemesine sebeptir. "İşte onlar eğrilip sapınca Allah də onların kalplerini eğriltip saptırmış oldu. Allah, fasık bir kavmi hidayete erdirmez." (Səff, 5)

Kısacası, zulüm yani adalet ilkesinden sapıp, yapılması gerekeni bir kenara bırakarak yapılmaması gerekeni işlemek, kastedilen hedefe ulaşamamayı, doğru yolu bulamamayı gerektirir. Ahirette hüsrana və yıkıma neden olar. Bunlar Quranı Kerim'in kesin olarak vurguladığı və çeşitli münasebetlerle pekiştirdiği belirgin gerçeklerdir.

Yüklə 6,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   ...   60




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin