Kız Kardeşlik Ölçümleri
Bu aralar ne zaman "kız kardeşlik" kelimesi düşse dilime ya da
gönlüme, sevgili Leyla Alaton'un ortak bir Konya gezisinde bir salon
dolusu işkadınına söylediği çarpıcı cümleler geliyor aklıma: "Bizim
ülkemizde kız kardeşlik bilinci yeterince yeşermemiş. Kendimize
sormamız lazım: Bir başka kadının başarısıyla mutlu oluyor muyuz? Bir
hemcinsimizin hayatında daha mutlu, işinde daha başarılı olması için
ona açıktan destek veriyor muyuz? En azından bunu bir iyi niyet
temennisi olarak içimizden geçiriyor muyuz? Cevaplarımız hep 'hayır'
ise biz kız kardeşlik filan bilmiyoruz demektir."
Ben buna KÖKA diyorum: Kız Kardeşlik Ölçüm ve Kıyaslama
Aygıtı. Ne de olsa lafa gelince dayanışmadan, dostluktan, kardeşlikten
söz etmek çok kolay. Ama burada peş peşe sorulmuş sorular var. Somut,
sarih ve sabit. İnanıyorum ki, bilhassa iş yaşamında koşturan biz tüm
kadınların durup bir kez olsun kendimize sormamız gereken sorular
bunlar. Ve sorduğumuz takdirde acaba kaçımız samimiyetle "evet"
diyebilecek bunlara?
Bu memlekette kadınların kadınlarla ilişkilerinde tuhaf bir çelişki
var sanki. Bir yandan bakıyorum, geleneksel aile yapılarında kadınlar
birbirine ne çok destek oluyor. Bir kadın dışarıda çalışırken onun
çocuklarını anneanne, babaanne ya da teyzeler büyütüyor. Söylediklerim
uzaktan yapılmış bir gözlemden ibaret değil. Ben de böyle büyüdüm,
annem çalışırken anneannem tarafından yetiştirildim bir dönem.
Çocukluğumun Ankarası'ndan kalmış izlerdir, komşu kadınların, akraba
kadınların sessiz ve derin dayanışma ağları...
Demek ki istediklerinde kadınlar birbirlerini pekâlâ idare ediyorlar,
downloaded from KitabYurdu.org
168
birbirlerine kol kanat geriyorlar. Ama ne hikmetse, geleneksel
ortamlarda mevcut olan bu dayanışma modern mekânlara girildiğinde
kayboluyor. Medyada, sanatta, edebiyatta, akademide, iş dünyasında,
bürokraside, kadınlar kadınlara, bırakın destek vermeyi, fena halde
köstek oluyor. Bir kadına yönelik en hırçın ve acımasız eleştirileri
bakıyorum gene kadınlar yöneltiyor. Halbuki zannedersiniz ki kadınların
eğitim seviyesi arttıkça, maddi durumları düzeldikçe hemcinslerine karşı
daha duyarlı olur. Ne yazık ki resim bunun tam tersini gösteriyor. Nedir
acaba eğitimli ve modern kadınların birbirleriyle alıp veremedikleri?
"Hemşire-i keremkârım efendim..."
Böyle başlar Emine Semiye, Nigâr Hanım'a yazdığı nice
mektubundan birine. Emine Semiye, Osmanlı kadın hareketinin en
parlak öncülerindendir. Romanlar, hikâyelerin yanı sıra gazetelerde köşe
yazarlığı yapmış, bağımsız duruşu, bilgisi, derinliği ve duyarlılığı ile
dikkat çekmiştir. Döneminin diğer kadın yazarlarıyla fikir alışverişinde
bulunmayı sever, önemser. Aynı mektupta bir seyahatini anlatır uzun
uzun. Ve şöyle bitirir satırlarını: "Baki teveccüh ve muhabbet-i
hâherânenizin bekasını niyaz ederim efendim."
Bakakalıyorum bu cümleye. Bugün bir kadın yazarın bir başka
kadın yazara, yahut herhangi bir alanda çalışan bir kadının hemcinsi
meslektaşına bu minvalde sözler yazabileceğini tahayyül edebiliyor
musunuz? Kelimeleri tane tane dilimde dolaştırıyorum. Tadına
bakıyorum. Oradaki özen, hassasiyet, edep ve üsluba gıpta ediyorum.
Kadınların kadınlara çelme takmadığı, köstek olmadığı, birbirleriyle
anlamsız rekabetlere girişmediği bir ortam yaratmak bizim elimizde. İlk
adım olarak Kız Kardeşlik Ölçüm ve Kıyaslama Aygıtı'nı bir
uygulayalım kendimize.
downloaded from KitabYurdu.org
169
downloaded from KitabYurdu.org
170
"Bilmiyorum" Diyebilmek
Geçenlerde Ankara'da bir sokakta gençten bir adama yakınlardaki
bir yerin adresini sordum. Dakikalarca düşündü, kem küm etti, bir o
tarafı gösterdi, bir bu tarafı. Sonunda sorduğum adresle ilgisi olmayan
bir yönü gelişigüzel işaret ediverdi. Kafadan attığı o kadar barizdi ki,
dayanamadım soruverdim. "Tarif ediyorsun, ama aslında sorduğum
yerin neresi olduğunu bilmiyorsun, değil mi?" Önce boş boş baktı. Sonra
yarı mahcup gülümsedi, çocukça bir tebessümle durumu kabul etti.
"Doğrudur abla" dedi. "Peki öyleyse niye garip garip tarifler uydurmak
yerine açıkça 'Bilmiyorum' demiyorsun?" diye sordum. Bu seçenek hiç
aklına gelmemiş gibi şaşkın baktı yüzüme. Söyleyecek laf kalmadı.
Sustuk karşılıklı.
Sahi niye bir türlü "bilmiyorum" diyemiyoruz şu hayatta hemen
hemen hiçbir konuda? En bilmediğimiz zamanlarda bile bilirmiş gibi
yapmalarımız neden? Basit bir adres de sorsalar, kapsamlı siyasi ya da
felsefi analizler yapmamızı da isteseler verdiğimiz tepki aynı: Bilirmiş
gibi yapmak. Gözümüzü yumup başlıyoruz konuşmaya. Kelimeler köşeli
bir uçurtma gibi çıkıyor boğazımızdan. Kuyruğu uzun mu uzun bir
uçurtma, git git bitmiyor. Her konuda ha bire bir şeyler söylüyor,
tanımadığımız şahıslar hakkında gayet iyi tanırmış gibi ileri geri
konuşuyoruz. Bazen konuşmakla kalmayıp yazıyoruz da. Bilmeden, ama
bildiğimizi zannederek. Bildiğimiz izlenimini vererek.
Bilgi çağında yaşıyoruz. Yarım yamalak bilgiler çağında. Kitap
okumak veya derinlemesine sabırla araştırmak yerine, internetten
üstünkörü bir şeyler öğreniveriyoruz. Yetiyor. Televizyon kanallarında
her akşam ha bire tartışma üstüne tartışma izliyoruz. Sanki her konuda
downloaded from KitabYurdu.org
171
zıt fikirlerde olmak ve çatır çatır tartışmak durumundayız. Bu
"mevzilenme arayışı" beraberinde "düşünsel sabitlenmeyi" getiriyor.
Kendimizi hep bir öteki üzerinden tanımladığımız için adeta çivi
çakıyoruz bulunduğumuz yere. İşte o zaman "fikir sahibi" olmaktan
çıkıp "sabit fikir sahibi" olmaya doğru yol alıyoruz, pupa yelken. Şu
basit hakikati bile söyleyemiyoruz kendi kendimize: "Bugün, şu anda
filanca konuda böyle düşünüyorum. Ama yarın fikirlerim değişebilir.
Ben değişebilirim. Başka bir açıdan bakabilirim. Bir ihtimaldir. İhtimal
güzel şeydir. Belki değişirim."
Cahilin cehaleti kötüdür. Hamdır. Koftur. İçi boştur. Ama daha da
kötüsü "bilen"in gafletidir aslında. Bilgiyle gelen cesaret ve cehalet
karışımıdır. Bazen bilgi sadece bir perdedir. İner gözümüzün üstüne,
kapatır gönlümüzü. Çok bilenin çok daha iyi anladığını sanmak hata
olur. "Bildiklerini unut" diyor Dost. "Gel al eline bir silgi, şu yeni
başlayan güne bilgilerini silmekle başla." Zihnimin tahtasında kargacık
burgacık harfler, ne çok kelimeler var. Alıyorum kumaş silgiyi. Tahtayı
siliyorum boydan boya. Bir temizlik, bir hafiflik, bir ferahlık hali ki
değmeyin gitsin.
"Zanlarını, yargılarını, önyargılarını ve dahi tüm genellemelerini
koy bir çuvala ve hepten terk et. Gıybet etme sakın, bil ki dedikodu
denilen şey mıknatıs gibi kötü enerji çeker. Kimsenin aleyhine konuşma,
uzaktan atıp tutma, insanları kem dille yargılama, bil ki yanılırsın. Birini
ne kadar çok aşağılar yahut dışlarsan, onun durumuna düşme ihtimalin o
kadar artar. Kâinatın matematiğidir. Bir koyar, bir alır insan. Bilmeden
kendi hesabını dürer."
Dinliyorum sessizce. "Hiçbir konuda yüzde yüz emin olma" diyor
Dost. "Kendini ayrıcalıklı sayma. Konumuna ya da mevkine, ismine
veya şöhretine güvenme. Şu hayatta tüm zahiri kisveler sabun
köpüğünden ibarettir. Nazlı nazlı yükselir köpük, derken pat diye
sönüverir. Her zaman başkalarından öğrenmeye açık ol. En iyi bildiğin
downloaded from KitabYurdu.org
172
konularda bile köşeli düşünme, büyük konuşma. Cümlelerinin sonuna
nokta değil, ünlem değil, virgül yahut üç nokta koy. Açık bir kapı bırak
daima. Ne kadar bilsen de hiçbir zaman yeterince bilemeyeceğini
unutma. Tevazudan şaşma. Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin
cehaletinden..." Bu yüzden Tebrizli Şems nam bir güzel insanın tutup da
Hazreti Mevlânâ'nın tüm kitaplarını tek tek suya atması. Bu yüzden
kendinden "Ümmi" diye bahsetmesi Yunus Emre'nin. Bu yüzden
tasavvuf tarihi boyunca pek çok hakikat ehlinin "Cahilim, bilgisizim,
ben bilemem" demesi. Yoksa hakikaten okuryazar olmadıklarından
değil. Dün de zordu, ama içinde yaşadığımız "enformasyon çağı"nda
artık daha da zor "bilmiyorum" kelimesini telaffuz edebilmek. Halbuki
bir söyleyebilsek şunu, hafifleyeceğiz. Berraklaşacağız. Duru ve yalın.
Bir kelimenin idraki değiştirecek bakışımızı, duruşumuzu. Güzel şey,
"Bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum..." diyebilmek.
downloaded from KitabYurdu.org
173
downloaded from KitabYurdu.org
174
Özgürlük Sokaktan Gelir!
Paris'te, Seine Nehri'nin kıyısında sakin bir gece. Gökyüzü kat kat
derinleşen bir lacivert derya halinde. Vakit ilerlemiş olmasına rağmen
şehir cıvıl cıvıl. Uyumaya niyeti yok daha. Ve Fransız gençler, ellerinde
sandviçler, sigaralar, içeceklerle oturmuşlar kaldırımlara. Bazıları
ayaklarını nehre sarkıtmış, bazıları sırtlarını birbirlerine yaslamış.
Konuşuyor, şakalaşıyor, gülüşüyorlar. Ortalık turistten geçilmiyor.
Dünyanın her köşesinden yolcu kalkmış gelmiş buraya. Japon,
Amerikalı, Arap aileler yüzlerinde saklamaya gerek duymadıkları bir
merakla dolaşıyorlar. İnsanlarda gözle görülür bir rahatlık var; beden
dillerine yansıyan bir rahatlık. Turistler bile birbirlerine selam veriyor,
aynı tecrübeleri yaşıyor olmanın verdiği yakınlıkla tebessüm ediyor. İki
adımda bir âşık bir çift ilişiyor gözünüze. Ya herkes âşık bu şehirde ya
buraya sadece âşıklar geliyor. Ve ben en "uykusu kaçmış, çoluğunu
çocuğunu evde bırakmış, yalnız ve durgun" halimle bir kenardan usulca
seyrediyorum bu manzarayı. Paris'te dolaşan hemen her İstanbullu kadın
gibi benim de içimde bir damar hafiften cızz ediyor. Gönlüm istiyor ki
canım İstanbul, güzelim İstanbul da öyle sadece belli başlı semtlerinde
değil, her köşesinde böyle bir rahatlığa kavuşsun. Sokaklarında
kadınların gece vakti de olsa rahat rahat yürüyebildikleri, gençlerin
aşklarını özgürce yaşayabildikleri, kimsenin kimseyi taciz etmediği,
insanların gergin ya da şüphede olmadığı ve yabancıların bile
birbirlerinden bir Allah selamı esirgemediği bir şehir halini alsın.
Belki diyeceksiniz ki, "İyi de makyaja aldanmamak lazım. Aynı
Fransızlar kendi içlerindeki yabancı göçmenlere eşit davranmıyor. İlk
bakışta görünmeyen derin bir toplumsal ayrımcılılık var orada." Ya da
downloaded from KitabYurdu.org
175
belki diyeceksiniz ki, "Paris sokaklarında hava öyle şeker şerbet olabilir,
ama bu arada Fransız siyasetçiler ha bire gerginlik üretiyor. Türkiye'yi
açıkça ötekileştiriyor..." Belki de haklı olarak itiraz edeceksiniz:
"İstanbul gibi bir şehir yok ki yeryüzünde. Nasıl bir başka şehirle
kıyaslarsın? Yapay bir karşılaştırma bu. Zoraki." Tüm bunlara amenna.
Hatta kim bilir belki kiminiz daha sert çıkacak, diyeceksiniz ki, "Amma
da kompleksli, özenti bir tavır içindesiniz. Paris'e gidip etrafa gıpta
ediyorsunuz... Sonra da oradan buraya bakıp yazıyorsunuz. Osmanlı'dan
bu yana dinmeyen tipik aydın kompleksi..."
Bütün bu lafları duyar gibiyim. Duyuyor ve anlıyorum. Ama ben
bu yazıda öyle büyük makro meselelerden değil, küçük, ufacık bir
özgürlükten söz ediyorum: Sokakta yürüyebilme özgürlüğünden!
Çocukken başlayan bir özgürlük bu. Sokakta oynayabilme
imkânıyla gelen temel bir hak. Basit, ama etkileri ömür boyu süren bir
kentsel ayrıntı. Bugün orta yaşını geçmiş kime sorsanız benzer bir
şikâyet duyarsınız: "Bizim zamanımızda her akşam sokakta oynardık.
Kapıcının çocuğu da apartman yöneticisinin çocuğu da her fırsatta dışarı
çıkardı. Hep beraber bağrış çağrış oyunlar kurardık. Mahalle diye bir şey
vardı. Sokak diye bir şey vardı o zamanlar. Anne babalarımız merak
etmezdi. Ara sıra balkondan bakarlardı, o kadar. Oysa şimdi böyle bir
şey kalmadı. Artık kimse çocuğunu sokağa bırakamıyor. Yeni kuşak
sokak nedir tanımadan büyüyor."
XXI. yüzyıl başında İstanbul'da giderek daha fazla sayıda çocuk
daracık bir apartman odasında, kendi başına, televizyon ya da bilgisayar
karşısında, yaşıtlarından uzak, dış dünyadan kopuk ve sokaktan ürkerek
büyüyor.
Halbuki özgürlük sokakta başlar. Demokrasi zihinlere sokakta
yerleşir. Farklılıklarla birlikte yaşama alışkanlığı, hiç kimsenin dünyanın
merkezi olmadığı idraki, ortak nezaket kalıpları ve birbirine saygı
sokakta öğrenilir. Bir şehrin, bir ülkenin insanlarını mutlu ya da mutsuz
downloaded from KitabYurdu.org
176
eden ayrıntılar hep gündelik hayatın içinde saklıdır. Birey olarak
sokaklarla ilişkimiz toplumsal dokumuzu etkiler. Pencereyi açtığımızda
gördüğümüz o daracık yollardan ya da gün içinde geçtiğimiz
güzergâhtan ibaret değildir sokaklar. Kültürün, medeniyetin tıp tıp atan
damarlarıdır. İnce ince, mavi mavi uzanırlar şehrin bağrında. Binalar,
anıtlar, müzeler, sergiler, kafeler tamam da, bir şehrin yaşam kalitesinin
asıl göstergesi sokaklarıdır.
Bağnazlık kapalı kapılar arkasında örülür. Bağnaz insan kendini
herkesin üstünde görür. Kibirli, elitist insan camdan duvarlar çeker
kendiyle başkaları arasına. Sokağı sevemez. Zihin ve gönül açıklığı ise
sokakta ve sokaklarla büyür. Sanatçı dediğin sokak sevmemezlik
edemez. Edebiyatın enerjisi ve ritmi sokaktan gelir. Resimler atölyelerde
yapılır, filmler platolarda çekilir, müzik albümleri stüdyolarda
tamamlanır, romanlar evlerde yazılır belki ama sanatın her türlüsü
ilhamını sokaktan alır.
Türkiye'de hep siyaset ve ekonomi konuşmaktan, ha bire sıcak
gündem tartışmaktan, gündelik hayatımızın temel unsurlarına yakından
bakmaya bir türlü fırsat bulamıyoruz. Büyükşehir belediyesi keşke bir
kampanya başlatsa. İstanbul'un altyapısına, köprülerine ya da binalarına
değil, bu sefer sadece sokaklarına odaklansa. Kadınların sokakta daha
rahat yürüyebilmeleri, çocukların sokakta oynayabilmeleri, vatandaşların
ortak yaşam kültürünü geliştirebilmeleri için... Velhasıl sokakların
elimizden kayıp gitmediği bir güzel şehir için kampanya... Sokakları
kaybedersek kültürü kaybederiz.
downloaded from KitabYurdu.org
177
downloaded from KitabYurdu.org
178
Baba Ben Eşcinselim...
Babalık tek bir günde edinilen bir paye değil. İnsanın bebeği olur
olmaz kazandığı bir unvan değil. Baba olmak, öğrenmesi belki de bir
ömür boyu süren bir hayat dersi aslında; yürümekle aşınmayan hem
engebeli hem dallı budaklı bir uzun yol. Ne dönemeçlerden geçiyor
insan yol boyunca. Ne dağlar tepeler aşıyor farkında bile olmadan.
Nerelerde tökezleyip düşüveriyor yere, dizini incitme pahasına, sonra
kalkıp ayağa, yola devam ediyor. Azimle, olgunlukla...
Babalık, annelikten daha geç başlıyor. Anne, daha henüz
karnındayken hissediyor bebeği, sevmeye başlıyor. Hatta daha rahme
bile düşmeden, bebeğin fikrini, idealini, soyut halini seviyor belki de.
Günbegün büyüyor sevgisi. Cisimleşiyor, kristalleşiyor. Annelik de bir
nevi öğrencilik, ama mayası ve kimyası itibariyle babalığınkinden çok
farklı. Baba olmak bebek doğduktan sonra başlıyor, önce değil. Göz
teması lazım muhakkak. Ama o da yeterli değil. Ne zamanki bebek
dilleniyor, ayaklanıyor, bebeklikten çıkıp çocuk oluyor, baba daha iyi
iletişim kurmaya başlıyor.
Geçiyor yıllar. Buluğ çağı geldiğinde baba ilk büyük sınavını
veriyor. Oğlan çocuğunun babaya karşı açtığı ilk büyük savaş bu
dönemde yaşanıyor. Daha önce su yüzüne çıkan küçük küçük
sürtüşmeler ve babaya duyulan o büyük hayranlık bir kenara, şimdi
oğlan çocuğu ilk defa bir varoluşsal kopuş yaşıyor. Şöyle bir sallanıyor
babanın kayığı. Ama ardından yeniden dengesini buluyor. Baba oğlunun
belli bir şekilde yetişmesini istiyor. Kendi olmak istediği gibi bir adam
yapmaya çalışıyor onu. Olamadığı adam. Hangi bölümde okuyacağını,
kimlerle arkadaşlık etmesi gerektiğini, boş zamanlarda ne yapacağını
downloaded from KitabYurdu.org
179
sadece bilmek değil, belirlemek de istiyor. Halbuki oğlan artık olmuş bir
delikanlı. Ve bir isyan bayrağı asmış güvertesine. Gidiyor pupa yelken,
açık denizlere. Kendi denizine...
Üniversite yıllarında araları biraz açılıyor ister istemez. Oğlan
başka bir şehre gidiyor okumaya. Baba, o sene ilk defa hızla yaşlanıyor.
Bilmezdi oğluna bu kadar düşkün olduğunu, onu evden uğurlayana
kadar. Bir boşluk hissiyle uyanıyor sabahları. Geceleri yüreğinde bir
sıkışma. Halbuki duygusal bir adam değildir. Ya da öyle zannederdi
bunca senedir. "Hanım ne yapar, ne eder bu oğlan oralarda?" diye
soruyor zaman zaman. Cevabını beklemediği bir soru bu aslında.
Cevaplanması gerekmeyen sorulardan, sırf sorulmuş olması önemli.
Arada bazı derslerde yaşanan birkaç aksama sayılmazsa eğer,
oğlan iyi bir ortalamayla bitiriyor üniversiteyi. Mezuniyet töreninde
anne ve babası gururla gülümsüyor. Çok resim çekiyorlar o gün. Oğlan
arkadaşlarını ailesine tanıştırıyor. Anne memnun, baba memnun. Yalnız
o zamana kadar akla gelmeyen bir düşünce başlıyor babanın içini
kemirmeye. Oğlunun hiç kız arkadaşı yok. Var da yok gibi. Halbuki
bunca sene aman yanlış kıza âşık olur, yoldan çıkar diye endişe eden
kendisiydi. Oğlunun hemen hemen hiçbir zaman karşı cinsle
yakınlaşmamasını isteyen de gene kendisiydi. Ama mademki okul bitti,
üniversite geride kaldı, şimdi birdenbire algıları değişti. Artık istiyor ki
oğlunun yanında iyi bir kız arkadaş olsun, hani şöyle mazbut bir aileden
mütevazı güvenilir bir kız.
Zaman hızla geçiyor. Oğlan iş hayatına atılmış. Tam bir işkolik.
Deli gibi çalışıyor. Babanın kendini en âciz hissettiği dönem başlıyor.
Öyle bir hayat kurdu ki oğlu kendisine, değil müdahale etmek,
kurallarını anlayamıyor, köşelerini kavrayamıyor. İlk defa kendi
kendisine sormaya başlıyor. Nasıl bir insan acaba oğlu? Nasıl biri? Ve
baba, ancak o zaman anlıyor ki, aslında kendi oğlunu ne kadar az
tanıyor. Neler okuyor, neler izliyor, bilgisayar karşısında kimlerle
downloaded from KitabYurdu.org
180
yazışıyor... hiçbir şey bilmiyor ki. Oğlu bir muamma. Üniversitenin ilk
yıllarında oturup konuşurlardı. Okudukları kitapları paylaşırlardı, farklı
farklı görüşlerden filozofları sevmekle beraber, gene de bir ortak zemin
vardı. Ama şimdi o da kalmadı sanki. Baba ilk defa oğlunu daha
yakından tanıma gereği duyuyor.
Daha çok telefon açıyor. Sabah akşam olmadık saatlerde cepten
yakalıyor. Oğlan babasının bu ani ilgisi karşısında evvela biraz
bocalıyor. "Bugün ne yaptın?" diye soruyor babası. Halbuki oğlan
gelmiş artık otuz iki yaşına. Çocuk değil ki hesap versin. Hem neyi ne
kadar anlatabilir ki? Tuhaftır, başka ailelerde anneler baskı kurar
"Oğlum hadi evlen, torun ver bize" diye. Burada anne bu tür talepleri
tekrarlıyor, ama esas babaya bir haller oldu. Bilmek istiyor. Oğlunun
hayatında olmak istiyor. Bir an evvel evlenmesi bile sanki o kadar
önemli değil.
Oğlan bunu babasının ölüm korkusuna bağlıyor. Zaman zaman
gittiği terapistine anlatıyor. "Babam çok değişti, sabah akşam yokluyor
beni. Aramadığımda hep sitem ediyor. Çocuk gibi oldu."
Terapist soruyor. "Belki seni daha iyi tanımak istiyordur?"
Acıyla gülümsüyor o zaman genç adam. "Tanımak istemek demek
yüreğini önyargısızca o insana açmak demek. Yoksa bunun adı görmek
istediğini görmektir. Babamın beni hakikaten tanımak istediğini hiç
sanmam."
Kapanmayan bir gedik var baba oğul arasında. Ne zaman böyle
oldu, açıldı bu mesafe? Ve neden şimdi bir köprü kuramıyorlar bu
boşluğun üstüne?
Otuz altı yaşında genç adam. Babasının karşısına çıkmaya cesaret
ediyor hayatında ilk defa. Ona açacak kendini. Saklamayacak. "Baba"
diyor, "sana bir şey söylemem lazım. Seni üzmekten, vereceğin tepkiden
çekindiğim için bunca zaman kendime sakladım. Ama artık böyle
saklanarak yaşamak istemiyorum. Beni olduğum gibi görmeni istiyorum.
downloaded from KitabYurdu.org
181
Beni bu şekilde sevebilecek misin baba, merak ediyorum. Çünkü ben
seni olduğun gibi seviyorum."
Yaşlı adam bakıyor oğluna. Yüzünde endişeli bir bekleyiş.
Duymak istediğinden emin değil. Ama susturmaya, durdurmaya da gücü
yok.
"Baba ben eşcinselim..."
Babalık tek bir günde edinilen bir paye değil. Öğrenmesi bir ömür
süren bir hayat dersi aslında. Ve bir erkeğin babalık sınavında ne not
alacağı bu tür duygusal dönemeçlerde çıkıyor ortaya.
Baba var, sadece ismi baba. Bir gölgeden ibaret. Baba var,
otoriteyi ve saygı görmeyi her şeyden fazla seviyor. Güce tapıyor. Baba
var, oğluyla beraber yürüyor hayatın patikalarında; değişmeyi,
dönüşmeyi biliyor, su gibi akışkan, yüreği arz kadar geniş. Baba var,
oğlunu eşcinsel olduğu için bir kalemde evlatlıktan reddediyor. Ve
etrafın ne dediğini, nasıl dedikodu yapacağını her şeyden fazla
önemsiyor. Baba var, evladının mutluluğunu her şeyden üstün görerek
ve onu iyi bir insan olarak yetiştirmeyi önemseyerek yüreğinin kapılarını
hayatın nice rüzgârına açık tutuyor...
Baba var, hiç sevmemiş aslında. Baba var, yüreği uçsuz bucaksız
bir derya.
downloaded from KitabYurdu.org
|