Kâğıt Kadın, Kalem Erkek Savına İnat
İçimize yer etmiş, ta derinlere kök salmış, oralarda kireçlenip
katmerlenip tozlanmış düşünce kalıpları var. Çoğu zaman farkında dahi
olmadan kullandığımız, kanıksaya kanıksaya "normal" addettiğimiz.
Bunlar en çok cinsiyet gibi, "toplumsal" olanı "biyolojik" olanla
karıştırdığımız mevzularda zuhur eder. "Kadınlar böyle böyledir, çünkü
toplum böyle şekillendirir kız çocuklarını" demeyiz mesela, "kadınlar
böyle böyledir, çünkü doğaları gereği..." deriz.
Bu "doğaları gereği" safsatalarından biri uyarınca, –edebiyat
tarihinde sayısız erkek yazarın iddia ettiği gibi– "kalem erkek, kâğıt
dişidir." Erkek yazar, kadın ise ya yazılır ya da yazdırır. Kalemi elinde
tutan, dolayısıyla hikâyeyi anlatan birinci tekil şahıs ise erkek kalır.
Oysa benim bildiğim edebiyat, tıpkı aşk ve tasavvuf gibi, aşkınlık
arayışından beslenir. Aşmak bu "ben"in hudutlarını, kalıplarını,
sınırlamalarını... aşmak ve bir öte "ben"e ulaşmak, öteki ile aradaki
mesafeyi eritmek ta ki "o" ve "ben" diye bir ayırım olmadığını
anlayıncaya kadar. Edebiyat ve tasavvuf ve aşk "ben"in dışına uzanan
yolculuklardır, "ben"i yüceltmek için yapılan vurgular değil.
Lakin bu yolculuğun öznesinin erkek, nesnesinin ise kadın
olduğunda hemfikirdir niceleri. Arayan-yaşayan-yazan özne hep erkek
gözüyle anlatılır, kurgulanır. O ilahi, ulvi ve semavi arayış, erkeğe has
bir içsel yolculuk olarak tarif edilir. Bu durumda kadınlık ise
dünyevilikle özdeşleşir. Maddiyatçılık, tüketim düşkünlüğü, hedonizm
vb. Yoksa nereden çıkardı "dünyaya tutkun kişi kadın değilse bile
kadınlaşır!" lafı?
Bu alanda verdiği muazzam eserlerle ardında derin bir iz ve hem
downloaded from KitabYurdu.org
213
merak hem minnet dolu okurlar bırakan Annemarie Schimmel,
İslam-tasavvuf kaynaklarındaki benzer doğrultuda yazılmış şiirleri ve
hikâyeleri uzun uzun inceler. Dünyevilik ile kadınsılığın genel olarak
özdeşleştirildiği sonucunu çıkartır. Nice belgede "bu dünya, dişleri
dökülmüş, berbat yüzünü boyayarak kapatmaya çalışan çirkin bir
kocakarıya benzetilir." Dünya nimetlerine aldanan kişi aslında bu
kocakarıya aldanmakta, onun peşinden gitmektedir. Yahut da genç ve
şehvetli bir kadına benzetilir dünya, bir kez daha erkek özneyi yoldan
çıkarmaya ahdetmiş. "Her gün binlerce koca öldüren düzenbaz bir
kadın" diye geçer bu tarif kaynaklarda. İranlı şair Senai, cinsi latifi pek
sevmediğini saklamaz ve ne zaman olumlu bir laf etmesi gerekse "bir
dindar kadın bin kötü erkeğe bedeldir" diye geçiştiriverir mesela.
Şiirlerinde temel aldığı özne hep ya "mert" ya da "civanmert"tir.
Öznenin erkek olduğu fikri bilhassa Gazali tarafından sıklıkla dile
getirilecektir daha sonraki yıllarda. Nefs kelimesinin Arapçada dişil
olması, nefse dair her olumsuzluğu kadınlara ve kadınsılığa atfetmeyi
kolaylaştırır. Erkek daha uhrevi arayışlar içine girecektir, ama işte kadın
dünyevi bir tuzak olarak dikilir önüne. Bu mantığın izlerini edebiyatta
rahatlıkla takip ederiz. Peyami Safa, Ömer Seyfettin gibi "kadınsılıktan
hazzetmeyen" yazarların hikâyelerinde genç ve alafranga kadınların
hemen her zaman tüketime meyyal, hep maddiyatçı, hep nefs düşkünü
ve aşırı-Batılılaşmış olmaları tesadüf değildir.
Öyleyse ne kalıyor geriye? Entelektüel birikim ya da ruhsal
olgunluk gibi "maddiyat ötesi" alan erkek özneye, o alanın önündeki
biricik engel dünyevilik de kadın nesneye ayırılıyor. Yaşayan erkek,
yaşanılan kadın. Yazar erkek, yazılan kadın. Sevgili Cemil Meriç bile
bunu vurguladıktan sonra...
İşte bu yüzden "kadın yazar" olmak, felsefede-edebiyatta ve dahi
tasavvufun bir kanadında mevcut ve alışılmış dengeleri tersine çevirmek,
"normal"in hudutlarıyla oynamak demektir. "İncelenen nesne" halinden
downloaded from KitabYurdu.org
214
çıkıp, "arayan özne" olmaya cüret etmek demektir. Kâğıt değil, kalem
olmak... hakkında aşk şiirleri yazılan, methiyeler döşenilen, uğruna
yollara düşülen Dulcinea değil, bizzat o şiirlerin, hikâyelerin,
romanların, kitapların yaratıcısı olmak, bizzat Kalem olmak...
downloaded from KitabYurdu.org
215
downloaded from KitabYurdu.org
216
Kendi Eserini Yok Eden Adam
Bir adam düşünün ki bugün dünya üzerinde en çok saygı duyulan
isimler arasında yer alsın. Doğu'dan Batı'ya, nereye giderseniz gidin...
Avrupa'da, Amerika'da, Japonya'da, Rusya'da binlerce hayranı olsun, her
dilden, her kuşaktan. Öyle bir adam ki yazdıkları satır satır okunsun,
bilinsin, tartışılsın, hatta ezberlensin. Hakkında kitaplar basılsın,
konferanslar düzenlensin, filmler ve belgeseller çekilsin, şiirler yazılsın
ve gene de kişiliği hep gölgeli, hep koskoca bir muamma olarak kalsın.
Etkisi muazzam, mirası tartışmalı, hayranları bir ordu oluşturacak kadar
geniş ve tabii karizması da. Hayatta olsaydı ne derdi tüm bunlara acaba?
Franz Kafka yüzyılımızın en evrensel ve ölümsüz isimlerinden. Bir
türlü eskimiyor. Işığı, şöhreti, "aura"sı tavsamıyor. Bugün üniversite
kütüphanelerinde kitapları en çok itibar gören yazar odur belki de.
Mektupları, aşkları, yalnızlığı, hayatı, karamsarlığı... Ne kadar okursak
okuyalım hakkında, gene de bir türlü zihinlerdeki kalıplara sığmıyor.
Eleştirmenler salgın halinde bir Kafka-mania'dan söz ediyorlar.
Peki "gerçek" Kafka nasıl biriydi? Herkesin hemfikir olduğu
nokta, büyük zorluklar içinde yazdığı, yaşadığı. Bir ayağı çemberin hep
dışındaydı. Sistemle barışamadı bir türlü, ayak uyduramadı. Çarkların
işleyişini en iyi analiz eden yazardı belki de. Korkularından,
evhamlarından ilham aldı. Yapıcı olduğu kadar yıkıcı bir damar da vardı
ruhunda, kendisini yok etmeyi seven bir adamdı. İşin aslı Kafka, şayet
Kafka'ya kalsaydı iş, bugün belki de hiç kimsenin tanımadığı, duymadığı
bir isimden ibaret olacaktı. Mezar taşını bile çok az insanın bildiği...
Yazı yazmayı o kadar seviyordu ki, tüm olumsuzluklara rağmen bu
tutkusundan vazgeçmedi. Ama bu madalyonun sadece bir yüzü. Bir de
downloaded from KitabYurdu.org
217
arkası var. Karanlıkta kalan yanı. Yazıya olan tüm saygısına ve aşkına
rağmen Kafka ne yazdıysa yaktı, yaktı, yaktı. Geride bir şey
bırakmamaya yeminli gibiydi. Hayatı boyunca kaleme aldıklarının
neredeyse yüzde 90'ını kendi elleriyle alevlere attığı tahmin ediliyor.
Halbuki yazıyla uğraşanlar bunu gayet iyi bilir. İnsan iki satır
yazsa sahiplenir; üç sayfa bitirse, bir kenarda saklar, üstüne titrer.
Yazmak kolay değildir ya, yazdığını yok etmek belki de en zoru. Nasıl
bir ruh halidir bir yazarın kaleme aldığı eserleri, hem de elindeki tek
nüshaları, aniden yok edebilmesi? Haftalarca, aylarca, senelerce uğraş,
didin, sonra bir kibrit çak hepsinin üstüne.
Bir kibrit alevinin sarı mavi dansında seyretmek hayal gücünün
intiharını...
Kafka vefat ettiğinde henüz 41 yaşındaydı. Artık Prag hep onunla
anılacaktı. Şehre ismini, hayaletini, hayranlarını bıraktı. Evinde, çalışma
masasının üzerinde bir mektup buldular. Yakın dostu Max Brod'a ithafen
yazılmıştı.
Sevgili Max,
Senden son bir ricam var. Günlüklerim, karalamalarım,
defterlerim, taslaklarım velhasıl yazıya ve yazarlığa dair ne varsa benden
geriye kalan, okunmadan bir an evvel yakılmasını arzu ediyorum.
Max Brod, arkadaşının vasiyetini defalarca okudu. Sonunda kâğıdı
katladı, cebine koydu. Uzun bir yürüyüşe çıktı. Doğru kararı vermek
istiyordu. Ama kime göre doğru? Kafka'ya göre mi? Kendine göre mi?
Tanrı'ya göre mi? İnsanlığa göre mi?
Sonunda arkadaşının vasiyetini çiğnemeye karar verdi. Onun
yazılarından hiçbirini yok etmediği gibi iki ay geçmeden önemli bir
yayıncıyla anlaşarak bugün dünya edebiyatının şaheserlerinden sayılan
Şato'nun basılması için onay verdi. Hemen ardından diğer kitaplar geldi.
Kafka, Kafka'ya rağmen yaşayacaktı.
İşin tuhafı bu garip hikâye burada da noktalanmadı. Max Brod'un
downloaded from KitabYurdu.org
218
yayıncılarla paylaşmadığı, ama yakmaya kıyamadığı daha pek çok
mektup ve taslak olduğu biliniyor. Elyazmaları... Onlar henüz açığa
çıkmış değil.
Ve Kafka, cennette bir yerde oturmuş, bakıyor aşağıya, yüzünde
durgun bir tebessümle izliyor bizi, dinliyor hakkında söylediklerimizi.
Kim bilir, belki de biliyor, içten içe seziyordu Brod'un bavuldaki yazıları
yok edemeyeceğini... Ama tüm dünyanın onu böyle baş tacı edeceğini,
çoktan umudunu kestiği insanlığa direnç ve dirayet vereceğini tahmin
edebilir miydi?
downloaded from KitabYurdu.org
219
downloaded from KitabYurdu.org
220
Savaş Gibi Yaşanan Aşklar
Bazı çiftler aşklarını tüm dünyaya karşı verilmiş bitmez bir
mücadele gibi yaşar. Her gün, her an kendilerini savunmak durumunda
hissederler. Çiftin birliktelikleri psikolojik bir savaştır. Ve her savaşta
olduğu gibi bunun da iki tarafı vardır: "Biz" ve "onlar."
"Biz" iki kişiden oluşur. İki sevgili. O kadar. "Onlar" ise
alabildiğine geniş bir kategoridir: akrabalar, arkadaşlar, köşedeki bakkal,
üst kattaki komşu, bütün toplum... cümle kâinat. Ağız birliği etmişçesine
hemen herkes onları ayırmaya çalışır ya da onlar öyle sanır. Bu yüzden
daha da kenetlenir, birbirlerine yapışırlar. Çifti bir arada tutan temel
dinamik içeriden değil, dışarıdan gelir. Etraftan ne kadar tepki
görürlerse, o kadar sıkı tutunurlar birbirlerine. Başkalarının kem bakışı,
zehir dili, ayıplaması ya da kınaması doğal bir zamk olur onlara. Bu
sayede daha da yaklaşır, yakınlaşırlar. Halbuki kendi hallerine
bırakılsalar, etraftan bu kadar muhalefet görmeseler, belki de kısa bir
süre beraber olup ayrılacaklardır. Sırf bu kadar çok tepki gördükleri için
böylesine ayrılmaz olurlar. Tüm dünyaya inat kurulan evlilikler vardır.
Onlarınki öyleydi...
Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en olaylı, en yıpratıcı ve şüphesiz
en çok konuşulan birlikteliklerinden biriydi onlarınki. Tanıştıklarında
adam 46, kadın 22 yaşındaydı. Adam ünlü, kadın ünsüzdü. İkisi de
ressamdı. Adam yetenekli, kadın ondan da yetenekliydi. Adam
benmerkezci, kaprisli ve talepkâr iken kadın kat kat zor bir kişiliğe
sahipti. Kadın adamın öğrencisiydi. Ve adam evliydi.
Hem bu kadar "yanlış" duruyorlardı yan yana, yanlış ve imkânsız;
hem de tuhaf bir şekilde birbirleri için yaratılmış gibiydiler. Sanki
downloaded from KitabYurdu.org
221
doğdukları andan tanıştıkları ana kadar geçen her sene öylesine
yaşanmış bir zaman diliminden ibaretti. Asıl hayatları birbirleriyle
tanıştıktan sonra başlayan hayatlarıydı. Daha önceki her şey hayaldi; bir
şiirin doldurma dizeleri gibi... Ömürlerinin esas şiiri şimdi başlayacaktı.
Farklılıklarında, zıtlıklarında garip bir manyetik çekim vardı. Ama belki
de tutkularını alevlendiren ateş, etraftan gördükleri çetin muhalefet oldu.
Evlenmeye karar verdiklerinde en büyük tepki ailelerinden geldi.
Bilhassa kadının ailesi baştan karşıydı bu birlikteliğe. Kızlarına
"güvercin", adama ise "fil" adını takmışlardı. "Siz söyleyin" diyordu
kadının annesi komşularına. "Söyleyin ne olur. Güvercinle fil hiç yan
yana gelir mi?"
Adam iriyarı ve çirkinceydi. Gözlerinde dinmeyen delişmen bir
parıltı vardı. Cüssesi kocaman, kahkahası gürültülü, yüreği ise billur bir
kadeh gibi kırılgandı. Heybetli, iddialı, sakınmasız, karizmatik bir
sanatçıydı. Sıradışıydı. Varlığı göz dolduruyor, her yaptığı
konuşuluyordu. İsmi de kendisi gibi görkemliydi: Diego María de la
Concepción Juan Nepomuceno Estanislao de la Rivera y Barrientos
Acosta y Rodríguez. Tüm dünya onu başka bir isimle tanıdı: Diego
Rivera.
Kadın ufak tefekti. Kişiliği köşeli, bakışları sert, dili sivriydi.
Güzel sayılmazdı, ama hemen herkesin kabul ettiği garip bir efsunu
vardı. Bedeni yaralıydı. Zahirde ve batında yaralı. Sağ bacağı sol
bacağından inceydi. Çocukken geçirdiği bir hastalığın mirası.
Yaşıtlarının yanında kendini hep çirkin ve fiziksel olarak eksik
hissetmişti. Yetmezmiş gibi genç yaşta geçirdiği ağır bir trafik kazası
onu sakat bırakacaktı. Tedavi görse de belinde, sırtında, boynunda kalıcı
ağrılar olacak ve ömür boyu çocuk doğuramayacaktı. Ama ona acımaya
kalkanlara müstehzi bir tebessümle tepeden bakmayı başardı. Toplumun
gözünde "noksan" bir kadın olmayı kesinkes reddetti. Frida Kahlo'ya
acımak kimsenin haddine değildi. Asi, dik başlı, çetin ceviz, deli-güzel
downloaded from KitabYurdu.org
222
bir enerjisi vardı. Taşkın nehirler gibi yerinde duramıyor, kabına
sığamıyor, kaderine razı olamıyor, sıradanlığa tahammül edemiyordu.
Bedenini saklamak için uzun, kabarık etekler giyerdi. Ruhundaki
fırtınayı saklamak içinse çekingen değil, suskun değil, girişken ve
geveze olmayı tercih etti. Kendi kendine bir karar almıştı. Bu dünya onu
yaralamış, hırpalamış, acıtmış olabilirdi. Ama ne yaparsa yapsın onu
asla korkutamayacaktı. Frida Kahlo doğuştan savaşçıydı. Aşkını da bir
savaş gibi yaşaması tesadüf olabilir mi?
Kadın adamla tanıştığında ondan evvel onun yeteneğini sevdi,
sanatını sevdi, resimlerindeki derinliği, deliliği, dehayı sevdi. Adamın
bunalımlarını, buhranlarını ve en sonunda bedenini sevdi. Beden dediğin
sadece bir kabuktan ibaretti. Üzerimize yapıştırılmış boyalı bir kıyafet
işte. Kadın adamın özünü sevdi.
Bazen yazı masamda oturur, bakarım resimlerine. Frida ve Diego.
Diego ve Frida. Fotoğraflarını, tablolarını, oto portlerini seyrederim
uzun uzun. Bilmem hangisine daha çok hayret ederim: Yan yana, ama
bu kadar uzak ve kopuk olabilmelerine mi, yoksa böyle farklı, hatta zıt
ve sert oldukları halde bu kadar tutkulu ve âşık kalabilmelerine mi? İki
deli, kederli, yaratıcı, yıkıcı enerji topu. Çarpışan, çatışan, sevişen,
kanatan, yaralayan ve yaralı.
Herkesin karşı çıktığı aşklar vardır. Herkes karşı çıktığı için daha
da derinleşen, pekişen... Ama kim ne derse desin, komşular ve etraf ve
dünya ne kadar dedikodusunu yaparsa yapsın, bir fil ile bir güvercin
pekâlâ birbirlerine âşık olabilir... Zaten aşk dediğin, ardında ne olduğuna
kimsenin akıl sır erdiremediği kadife bir esrar perdesidir.
downloaded from KitabYurdu.org
223
Kutuplaşma İstemeyenlerin Türküsü
"Türban tartışması" ülke gündeminden hiç inmiyor. Bir yanıyla,
"artık ilerleyelim, önümüze bakalım, yürüyüp gidelim" diyor içimden bir
ses, "takılmayalım bu kadar kılık kıyafete, bilhassa biz kadınların dış
görünüşlerine." Bir yanıyla da, her şeye rağmen sağlıklı buluyorum
yazılanları çizilenleri. Konuşabilmek her zaman konuşamamaktan
yeğdir, malum. Kangren olmuş toplumsal meseleler ancak tartışarak,
farklı yönleriyle meseleye bakarak çözülebilir. Bir demokrasi kültürünün
ve etiğinin gelişebilmesinde tüm bu aşamalar önemli rol oynayabilir.
Lakin... "Polemik" başka şey, "diyalog" başka. Bizde yazılı ve
görsel medya diyalogdan çok polemiğe itibar etmeseydi keşke. Karşı
tarafı hiç duymadan, kulağımıza balmumu dökülmüş gibi tamamen sağır
bir biçimde ve sırf kendi sesimizin akışını dinleyerek yaptığımız
konuşmalardan sağlıklı bir fikir alışverişi çıkması mümkün mü?
Dinlemeyen bir insan, anlamayı başarabilir mi? Konuşma kısmı tamam
da, birbirimizi dinlemeye gelince mesele, hep beraber sınıfta kalıyoruz
nedense.
Halbuki... Bilgelik "bilgi bilmek"ten değil, "bilgiyi idrak
edebilmek"ten geçiyor. İdrak ise esneklikten, tevazudan, anlamaya
çalışmaktan. Güzelim Osmanlıca! Ne hoş kelimedir "idrak", tadı takılır
kalır insanın damağında.
Halbuki... Türkiye'de giderek artan sayıda insan kutuplaşmalardan
sıkıldı artık. Lise ve üniversite öğrencileri, iş arayan gençler, ev
kadınları, çalışan anneler, memleketin ilerlemesine kafa yoranlar,
yurtdışında yaşayan, çalışan ya da okuyanlar... o kadar çok insanımız şu
"biz" ve "onlar" ayrımlarından bunalmış vaziyette ki. Birbirimizi
downloaded from KitabYurdu.org
224
damgalamaktan,
yaftalamaktan,
ötelemekten,
Ötekileştirmekten
yo-rul-duk. Eskiden, yani özel televizyon kanalları henüz yeniyken,
önemli bir konunun hararetli bir şekilde ilk defa tartışıldığını görmek
büyük bir "yenilik" idi. Polemiğin bir cazibesi vardı. Üzerinden çok
sular geçti. Şimdi ise her kanalda tartışma, polemik, atışma, taraflar,
karşılıklı suçlamalar... Elimizde uzaktan kumanda aletleri, çat diye kanal
değiştiriyoruz artık birbirine girmiş, öfkeden boyun damarları çıkmış
insanlar görünce. Seyirci yoruldu artık gece gündüz polemik
dinlemekten. Özel kanallar bunu görmüyor, hissetmiyor mu?
Üstelik... Farkında mısınız bir sarmal halinde dönüyor hep aynı
laflar, aynı korkular, aynı önyargılar... Enerjimiz yanlış işlere akıyor.
Vaktimizi, gücümüzü, yaratıcılığımızı birbirimizi hırpalamaya ve
damgalamaya değil de, kolektif ve demokratik bir yaşam bilinci inşa
etmeye harcasak keşke!
Ne ilginçtir ki... Bu kutuplaşmayı aşmakta belki de en önemli rolü
oynayabilecek kadınlar, aynı zamanda iplerin gerilmesine de sebep
oluyor. Bugün Türkiye'de başı açık kadınların, başını kapatan
hemcinslerinin kırgınlıklarını, hüsranlarını anlamak için bir adım
atmaları şart. İki yönlü bir adım bu. Keza başı kapalı kadınların da başı
açık kadınların kaygılarını, endişelerini anlamak için bir adım atmaları
gerekli.
Türban polemiği öylesine kaplamış ki gündemimizi başka bir
açıdan bakamaz olduk. Oysa bugün hâlâ kadınlarımız on dört-on beş
yaşında evlendiriliyorsa, okuldan alınıyorsa, henüz reşit olmadan anne
oluyorsa, evcilik oynarcasına bebek büyütmek zorunda kalıyorsa,
sokakta başı önünde yürüyorsa, tecavüzcüsüyle evlendiriliyorsa, namus
cinayetlerine kurban gidiyorsa, çevre ve aile baskısıyla yaşamak
durumunda kalıyorsa, kısacası bugün hâlâ cinsiyet ayrımcılığı diye bir
şey varsa türbanlı ve türbansız kadınların çoooook ortak noktası var
demektir. Konuşacak, beraberce aşacak ne çok meselemiz var aslında.
downloaded from KitabYurdu.org
225
Bir türkü mırıldanıyorum. Ezgisi var, sözleri yok henüz.
Kutuplaşma istemeyenlerin türküsü. Hırçınlıktan, "eleştiri" ile "hakaret"i
birbirine karıştıranlardan, negatif enerjiden, atıp tutmalardan, komplo
teorilerinden, gereksiz gerilimlerden bunalanların türküsü... Ve
biliyorum ki bir tek ben değilim mırıldanan.
downloaded from KitabYurdu.org
226
downloaded from KitabYurdu.org
227
Sentezler Mahallesi
Avrupa'nın büyük şehirlerinden birinde, diyelim ki Berlin'de,
Londra'da ya da Brüksel'de yaşanan bir sahneyi anlatacağım sizlere.
Gerçek hayattan bir kare. Türklerin çoğunlukta olduğu bir semtteyiz.
Her ne kadar Faslılar, Cezayirliler, Tunuslular ve Ruslar da olsa etrafta,
burası genellikle "Türk mahallesi" diye biliniyor. Tüm bakkallar,
berberler, lokantalar, manavlar, kasaplar... Burada herkes ve her şey
tanıdık. Vitrinlerdeki yazılar Türkçe. Dönerden sumuhallebisine her şey
var. Duvarlarda posterler (Yılmaz Güney, Deniz Gezmiş ya da üç ay
önceden kalma bir konser afişi...), yazılar, karalamalar... Duvar
yazılarının kimisi siyasi içerikli, kimisi gayet apolitik ("Sevda Gülü
Sever Gider / Özcan"; böyle yazıyor bir duvarda). Düşünmeden
edemiyorum, bir grafiti sanatçısının buraya gelmesi ne güzel olurdu. Bir
de kitap yapardı ardından. İsmi: "Gurbet Grafiti."
Marketlerde Türk gazeteleri satılıyor. Girdiğim bir bakkalın
raflarında Aşk, Araf, Mahrem ve Siyah Süt görüyorum. Yalnız Aşk'ın
kapağı bir garip. Eflatuna çalmış. Pembesi kaymış. Belli ki korsan.
Diğer kitaplarım ise, ne hikmettir bilmem, gerçek baskı. Yasal. Yasal
kitapların önünde bıyıklı, güleç yüzlü, orta yaşlı bakkal efendi ile
fotoğraf çektiriyoruz. Çerçeveleyip duvarına asacağını söylüyor. Sonra
bana kahve ve Siirt balı ikram ediyor. Kahve o kadar sert ve koyu ki, bir
yudum alır almaz canhıraş halde bala yapışıyorum, bal o kadar tatlı ki
gene kahveye sarılıyorum. Demek bu işin sırrı bu. Acı tatlı bir arada. Ve
ben Avrupa'nın orta yerinde bir bakkal taburesinde oturup, hikâyeler
dinliyorum otuz senedir burada yaşayan vatandaşlardan.
Her şeyin birbirine dönüştüğü, katı olan her maddenin buharlaştığı
downloaded from KitabYurdu.org
228
bir yer burası. Marx yaşasaydı da görseydi...
Bakkaldan çıkınca mahallede turlamaya devam ediyorum. Oğlan
çocukları misket oynuyor. Kızlar ip atlıyor. Beyazpeynir, siyah zeytin,
güllü lokum, hatta memleketten yeni gelmiş pastırma bile var... Bir
dükkânın vitrininde aynen şöyle yazıyor: "Bayanlara kilo hapı geldi. Beş
günde zayıfla!"
Bu asker komutu karşısında bir an irkiliyorum. "Beş günde zayıfla,
zayıflamazsan vay haline!" emrinin hemen altında bir başka yazı var,
keçeli kalemle, büyük harflerle yazılmış: "Lastik kaçırmayan dirayetli
çorap. Müjde!" Çorabın adı mı "müjde", yoksa varlığı mı bilmiyorum,
ama defterimi çıkarıp not alıyorum. Bu lafı unutmamam lazım. "Lastik
kaçırmayan dirayetli bir çorap" olmak öyle kolay bir şey değil. Herkesin
harcı değil. Kendime örnek alıyorum. Dayanamayıp içeri giriyorum.
Kasadaki adam önce benimle İngilizce/Almanca/Fransızca konuşmaya
başlıyor. Ben Türkçe cevap veriyorum.
Gülüyor ağız dolusu. Gülüyor gözlerinin içi. "Aman be abla, ben
de seni turist sandım." "Turist sandım" dediği, beni o ülkenin vatandaşı
sandı. Avrupa'nın orta yerinde Avrupalılara "turist" diyoruz ya, aman
Sarkozy duymasın. Dedim ya her şeyin birbirine karıştığı, kocaman ve
rengârenk bir sentezler mahallesi burası.
Sohbet ediyoruz. Buraya geleli 27 sene olmuş. Pek fazla dil
öğrenmemiş. "Çat pat meram anlatıyoruz işte." Bunca sene Türk
mahallesinden pek çıkmamış. Ama çocukları öyle değil. Onlar üç dil
konuşuyorlar çatır çatır, hepsi de anadilleri gibi. Kürtçe, Türkçe ve o
ülkenin dilini. "Gençler başka" diyor. "Şimdiki nesil şanslı." İnsanımız
öyle yaratıcı ki... Pratik, girişken, tez canlı... Gittiği her yere sevdasını
götürüyor. Alışkanlıklarını. Avrupa'da yaşayan Türkler hakkında daha
iyi araştırmalar yapılmasına ihtiyaç var. Buradaki akademisyenler
şikâyet ediyor. "Ne zaman bir İngiliz araştırmacı İngiltere'deki Türkleri
incelemek istese, atlayıp Türk gettosu Haringey'e gidiyor. Ne zaman bir
downloaded from KitabYurdu.org
229
Alman akademisyen Türkler hakkında rapor hazırlasa Kreuzberg'e
gidiyor. Oysa hem İngiltere'de hem Almanya'da Türkler aslında her
yerdeler. Sadece 'getto'da yaşamıyorlar ki. Gettoda yaşayanlar görece
daha yoksul, daha mahrum olanlar. Geri kalan Türkler hemen her
semtteler: Kimileri orta sınıf mahallelerde, kimileri şehir dışında,
kimileri lüks semtlerde yaşıyor. Ama araştırmalar bu çeşitliliği
yansıtmıyor."
Türk mahallesinde dolaşıyorum. Kolumun altında zeytin, peynir,
pastırma. Eyüp'e mesaj atıyorum: "Aşk dediğin lastik kaçırmayan
dirayetli bir çorap gibi olmalı."
Bir dakika sonra cevap geliyor:
"Elif, ne içtin?"
"Kahve" diye cevaplıyorum. "Hem de ne kahve..."
downloaded from KitabYurdu.org
230
downloaded from KitabYurdu.org
|