Edebiyat Sınıfta Kaldı
Bundan uzun zaman evvel kendi kendime bir karar aldım. Basit
ama temel bir karar. Olumlu, yapıcı, güzeli ve üretkenliği öne çıkaran
yazılar kaleme alacağım. Övgüye değer bulduğum eserleri tanıtacak,
sanatın ve hayatın her dalından yaratıcı seslerin daha iyi bilinmesinde
kendimce kadrimce bir katkıda bulunacağım. Velhasıl, tek taraflı
eleştiriler, belden aşağı vurmalar, tepeden bakmalar, ithamlar,
suçlamalar, ağız dalaşlarından mümkün mertebe, yapabildiğimce uzak
duracağım.
İşte aldığım karar böyle ve aynen bu doğrultuda yazıyorum.
Diyelim bir hafta içinde iki filme gittim. Birini hiç beğenmedim, ötekini
sevdim. Oturup beğendiğim filmi analiz ediyor, pozitif olanı yazıyorum.
Bu arada senelerdir basının içinde olan eski tüfek yazarlar tembihliyorlar
bazen: "Ama bu iyi bir yöntem değil. Bu memlekette çok okunmak için
bol kavga çıkarmak gerekir. Baksana televizyon programlarında bile
herkes saç saça, baş başa. Kimse kimseyi beğenmiyor. En azından ara
sıra kavga çıkaran ya da ona buna takılan, takan yazılar yazmazsan veya
tartışmalara bulaşmazsan okunma oranın düşer." Dinliyorum onları ama
inanmıyorum söylediklerine. Ve ben sevdiğim konular hakkında
yazmaya devam ediyorum. İstiyorum ki kalemimin mürekkebi aşk
olsun, yaratıcılık ve ilham olsun; husumet veya haset değil.
Kıskandıklarımı değil, takdir ettiklerimi yazıyorum.
Zira biliyorum ki, bu memlekette hepimizin esas takdir edilmeye
ihtiyacımız var. Çocukluğumuzdan itibaren ha bire paylanıyor,
eleştiriliyor, hizaya getiriliyor, sıradanlaştırılıyoruz. Sıradışı, yaratıcı,
çığır açan ve bir kültürü ilerleten işler yapmak için teşvik ve takdir
downloaded from KitabYurdu.org
183
görmek o kadar önemli ki. Her yönetmen izlenmek, her yazar okunmak,
her şarkıcı dinlenmek ister. Aksini söyleyenlere inanmayın. Okurunu
umursamayan yazar, yazar değildir.
Peki bir yazarı en çok inciten şey nedir? Kayıtsızlık! Üretimde
bulunan, bilhassa hayal gücünü başkalarına açan insanı en çok incitecek
şey emeğine, özenine ve yüreğine karşı kayıtsız kalınmasıdır. Yusuf
Atılgan'ın 1980'lerde Oğuz Atay'ı kaybettikten sonra yazdığı bir yazı
var, diyor ki: "Günlerden bir gün, bir paket geldi bana. Açtım içinden bir
kitap çıktı: Tutunamayanlar. Kitap imzalıydı ve içinde de şöyle bir yazı
vardı: 'İlgileneceğinizi umarak...' "
Yusuf Atılgan bu kitabı okur, çok da sever. Ama bunu hiçbir
zaman Oğuz Atay'a söylemez. "Benim okuduğum kitap o kadar müthiş
bir eserdi ki, böyle muazzam bir kitabı kaleme alan birinin daha nice
eserler yazacağını düşündüm. Benim yorumuma, iltifatıma,
söyleyeceğim iki çift lafa ihtiyacı olmadığını düşündüm. Dolayısıyla
hiçbir zaman takdirlerimi ona iletme gereği duymadım." Ama aradan
seneler geçer, ortak bir arkadaşlarından öyle bir şey işitir ki, bu hadiseyi
yeniden hatırlamasına sebep olur. "Ben Yusuf Atılgan'a kitabımı
gönderdim, ama kendisinden tek bir kelime dahi duymadım. Tek
gördüğüm kayıtsızlık oldu" demiştir Atay. Bunu duyan Yusuf Atılgan
çok pişman olur; ancak geçtir artık. Oğuz Atay vefat etmiştir. Ve Atılgan
bu anıyı anlatırken der ki: "Eğer bugün hayatta olsaydı, ne yapar ne eder
muhakkak onu bulur, karşısına geçer, yüz yüze ona kalemini ne kadar
takdir ettiğimi söylerdim."
Bizler de bugün aynı kayıtsızlığı sürdürüyoruz. Birbirimizin
eserlerini okumuyoruz. Velev ki okuduk ve sevdik, bu sefer de bunu
kendimize saklıyoruz. Kayıtsızlık, köklü bir alışkanlık olmuş edebiyat
çevresinde. Ve aslında işin ilginç ve ironik yanı, hepimiz hem bundan
şikâyet ediyoruz hem de bunun yeniden üretilmesine katkıda
bulunuyoruz. Yani başka yazarların kayıtsızlıklarıyla bizzat
downloaded from KitabYurdu.org
184
karşılaştığımızda sitem ve şikâyet ediyoruz, ama biz başka yazarların
–kendimi de işin içine dahil ederek söylüyorum– kitaplarını, eserlerini
ne kadar okuyoruz? Okuduğumuz zaman bunu ne kadar yazıya veya
söze döküyoruz? Birbirine ruhen ve zihnen destek olmak, ilham vermek
konu olunca edebiyat dünyası her sene sınıfta kalıyor.
downloaded from KitabYurdu.org
185
downloaded from KitabYurdu.org
186
Yalnız Benim İçin Yaz...
"Ben sizi seneler evvel ilk romanınız Pinhan ile tanıdım. O günden
bugüne çıkan her kitabınızı okudum. Ama eskiden sadece benim
yazarımdınız. Etrafımdakilere hep sizden bahsederdim. Şimdi herkesin
yazarı oldunuz. Etrafımdakiler bana sizden bahsediyor. Bazen
dayanamayıp arkadaşlarımı tersliyorum: Bana niye Elif Şafak
anlatıyorsunuz diyorum. Yahu siz daha onun ismini bile duymamışken
ben onu okuyordum. Daha hiçbiriniz keşfetmemiştiniz bile... Ama
anlamıyorlar niye sinirlendiğimi. Ve ben bu yüzden sizden soğudum.
Gene okuyorum her kitabınızı, ama herkesle beraber okumak hoşuma
gitmiyor. Keşke bu kadar meşhur olmasaydınız. Sırf benim yazarım
olarak kalsaydınız."
Bana bunları söyleyen kişi genç bir kadın. Kalabalık bir salonun
ortasında, son derece keyifli geçen bir edebiyat sohbetinin ardından söz
alıyor. Yarı sevgi, yarı sitem dolu bir sesle şikâyetini dile getiriyor.
Dürüst ve dobra. Samimi ve hakiki. Ama gülüşmeler oluyor salonda.
Diğer okurlar hınzırca sataşıyor kadına. "Ne yani sadece senin için
basılsın romanlar, öyle mi? Senden başka kimse okumasın mı yani?"
diyor arka sıralardan biri.
"Hatta kitapların üstüne özel okur baskısı yazılsın..." diye takılıyor
bir başkası. "Her kitaptan bir adet olsun ortalıkta! Sadece sen oku."
Genç kadın aniden sinirleniyor. Bana eliyle salondakileri işaret
ederek: "Bu insanlar sizi meşhur olduğunuz için okuyor. Allah bilir çoğu
öyle. Halbuki ben sizi şöhretten evvel keşfetmiştim" diyor.
"Ne biliyorsun ya kimin niye okuduğunu?" diye çıkışıyor ön
sıralardan bir üniversite öğrencisi. "Sen kendini niye başkalarından
downloaded from KitabYurdu.org
187
üstün zannediyorsun şimdi?"
Ve salonda bir dalgalanma daha oluyor. Fısıltılar, gülüşmeler,
yorumlar... Genç kadın etrafın tepkilerinden etkilense de kararlı bir
şekilde gözlerimin içine bakıyor. Bir cevap bekliyor. Karşılıklı
duruyoruz. Yüz yüze. Söylediğine göre on beş senedir kitaplarımı
okuyor ve beni bu sene Aşk ile keşfedenlerle yan yana durmak istemiyor.
O benim eski okurum, sadık okurum, samimi okurum, kırgın okurum,
kıskanç okurum... Nasıl anlatsam ona hassasiyetini anladığımı, ama
resmin bir başka yüzü daha olduğunu? Nasıl anlatsam aslolanın "okur"
ile "yazar" arasındaki değil, "okur" ile "kitap" arasında kurulan bağ
olduğunu? Nasıl anlatsam kitapların yazarlarına değil, aslında onları
seven, anlayan ve sahiplenen okurlara ait olduğunu? Nasıl anlatsam
benim baktığım yerden tek tek her okurun ayrı, ayrıcalıklı ve özel
olduğunu?
Roman sanatların en yalnızıdır. Başka hiçbir sanat dalı bu kadar
yoğun, derin ve uzun süreli bir yalnızlık talep etmez. Elbette asosyal
şairler, heykeltıraşlar, ressamlar, karikatüristler de vardır. Ama bu
onların kişiliklerinden kaynaklanır, illa da yaptıkları işten değil. Halbuki
romancı eserini yazdığı uzun zaman boyunca, kafasındaki hayali
karakterleri hayattaki hakiki insanlara tercih ederek marazi bir yalnızlık
içinde yazmak zorundadır. Kozasından çıkamayan ipekböceği gibi gece
gündüz didinerek. An gelir kozanın dışında bir hayat olduğunu bile
unutur.
Romancı, sanatçıların en yalnızıdır. Hayatın hemen her alanında
çalışan herkes şöyle ya da böyle başka insanlarla alışveriş halindedir ve
"ekip çalışması" ne demek bilir. Başkalarıyla ortak iş yapmayı öğrenir.
Bir yönetmen kendi egosunu oyuncuların egolarıyla dengelemek
durumundadır. Bir müzisyen, bir aktör ya da sergiye hazırlanan bir
ressam... Bir gazeteci, bir akademisyen ya da bir bankacı... Başkalarıyla
ortak üretmeyi bilir. Bir tek romancılar başından sonuna uzuuun süreler
downloaded from KitabYurdu.org
188
boyunca som ve saf yalnızlık gerektiren bir iş icra ederler.
Roman okuru da okurların en yalnızıdır. Araştırma-inceleme, şiir,
kısa hikâye, tiyatro eseri ya da akademik kitap okurları çok daha farklı
bir tempoyla okurlar ellerindeki kitabı. Halbuki roman okuru eserini
satın alır, evinin mahremiyetine çekilir ya da gider, tenha bir köşe bulur
veya kendini kalabalıktan soyutlar. Ve işte o halde, mutlak yalıtılmışlık
ve yalnızlık içinde bu dünyadan koparak okur. İçsel bir yolculuğa çıkar.
Bir başka kıtaya yelken açar. Bedeni buradadır, ama zihni ve yüreği kuş
gibi hayal âlemine kanat çırpar.
Yazar ile okur arasındaki bağ işte bu "saf yalnızlık ilkesi"
üzerinden kurulur. Bir sırdaşlık halidir bu. Bir ruhdaşlık halidir. Yazar,
kitap ve okur arasında yatay bir bağ vardır. Bir nevi ruh akrabalığı.
Öte yandan yazar ile yazı aynı değildir. Bir yazarın kişiliği berbat,
ama yazısı harika olabilir. Ya da kendisi pek hoşsohbettir, ama kalemi
kuvvetli değildir. Yazarlar fani, aksi ve arızalı insanlardır. Huysuz,
geçimsiz, kaprisli... Pek çok şey olabilir. Ama onların sıfatlarının hiçbir
önemi yoktur. Aslolan kitabın sıfatlarıdır. Eserin nitelikleri!
İki okur düşünün. İki iyi arkadaş. Aynı kitabı okurlar, ama
tamamen farklı sayfalarda duraklayarak, farklı karakterlere yakınlık
duyarak. Nasıl ki parmak izlerimiz birbirine benzemiyorsa, hiçbir
okurun okuma biçimi bir başkasınınkine benzemez. Bir romanı çok
sayıda insan okuyabilir, ama herkesin okuması ayrı ve özeldir. Bir metni
sadece onu yazan kalem değil, aynı zamanda onu okuyan göz de inşa
eder! Bu yüzden bir romanı beş kişi de okusa, beş yüz bin kişi de,
herkesin okuması tek ve biriciktir!
Ben bunları söyledikten sonra ılık bir hava esiyor salonda. Genç
kadın mütebessim bakıyor ve artık kimse kimseye takılmıyor. Ve o
sessizlikte ben bir kez daha anlıyorum ki, hepimizin yüreği tıp tıp benzer
taleplerle atıyor. Her birimiz özel olmak istiyoruz. Okur yazarının
gözünde özel, yazar okurunun gözünde özel...
downloaded from KitabYurdu.org
189
downloaded from KitabYurdu.org
190
downloaded from KitabYurdu.org
191
Erkekler Kadınlardan
Daha mı Komik?
Kalabalık bir arkadaş meclisi düşünün. Kadınlı erkekli, genellikle
çiftler halinde oturuyor herkes. Tamamen gençlerden oluşan bir masa da
olabilir bu, orta ya da ileri yaşlılardan da. Hayal etmesi size kalmış. Ben
sadece ipuçları vereceğim. Diyelim ki hafiften duman altı ortalık,
küllükler dolup boşalıyor. Yemek masasında kalan mezeler, yiyecekler
soğumuş, kahve faslına geçilmiş. Çoktan bitmiş aslında yemek. Şimdi
uzayan sohbetin tadı var herkesin damağında. Şekerli, köpüklü, yoğun
bir tat. Sohbete damgasını vuran belirgin bir özellik var: Mizah! Kesif,
keskin, zeki, gürültülü ve yer yer argoya kayabilen, düzeyi kâh düşen,
kâh yükselen, ama hiç azalmayan bir mizah.
Matrak bir arkadaş meclisi düşünün. Öyle canlı ve candan bir
sohbet var ki, birinin lafını bir başkası tamamlıyor. Dinleyenler
kahkahalarla gülüyor. En çok konuşan ve en çok espri yapan birkaç kişi,
birbirlerine pas veren futbolcular gibi kelimeleri yuvarlaya yuvarlaya
döndürüyorlar top sahasında. Herkes keyifle dinliyor ve izliyor.
Resmi zihninizde canlandırabildinizse küçük bir soru sormak
isterim, ama pat diye, düşünmeden yanıtlamanız gereken: "Böyle
kalabalık bir ortamda arka arkaya esprileri patlatan insanları
düşündüğünüzde aklınıza kadınlar mı geliyor, yoksa erkekler mi?"
Cevap muhtemelen "erkekler."
Zihninizdeki resimde, grup içinde en çok konuşan, sesi en çok
duyulan ve en çok komiklik yapanlar erkekler olmalı. Aralarında kadın
var mı peki? Pek yok. Kadınlar daha ziyade kenarda, dinleyiciler
arasında. Dikkatle dinleyip sık sık kafa sallıyor; mimiklerini bol bol
downloaded from KitabYurdu.org
192
kullanıp ara sıra lafa karışıyorlar. Kendi aralarında konuşup söylenenler
hakkında yorum yapıyorlar. Pasif değil kadınlar. Ama konuşmanın
başını çekmiyorlar.
Kalabalık bir arkadaş meclisinde sohbetin kıvamını ve akışını
kadınların belirlediği nadir görülür. Hele hele kadınların arka arkaya
espriler patlatıp dinleyenleri gülmekten kırıp geçirmesi daha da az
rastlanır bir hadisedir. Kadın misafirlerin erkek misafirlerden daha çok
konuşması ancak belli mevzularda olur. Bir tek bu temalarda aniden
açılır masadaki kadınlar. Daha cesur, daha iddialı, daha atılgan olurlar.
Tutkuyla bağlandıkları hususlarda dilleri çözülüverir –aşk gibi, çocuk
gibi, aile ya da sadakat gibi konularda. Ama tüm bunlar zaten "ciddi"
mevzulardır. Dalgası geçilse bile özü ciddidir. Uzun lafın kısası,
kadınlar kalabalık ortamlarda kolay kolay "hafif" konulardan
konuşamaz, mizah yapamazlar.
"Kadın ve komedi" hemen yan yana gelebilen bir ikili değil.
Aralarında doku uyuşmazlığı var. Diyeceksiniz ki "Tanınmış kadın
komedyenlerimiz yok mu?" Var elbette. Keza komedi dizilerinde
oynayan, senelerdir tiyatro oyunlarında rol alan veya mizah yüklü
hikâyelerin kaleme alınmasında en az erkekler kadar faal olan kadınlar
var. Gayet de başarılılar. Ama bu tür kadınların sayısına baktığımızda
garip bir orantısızlık dikkat çekiyor. Mizah büyük oranda erkeklerin
alanı. Espri patlatmak, fıkra anlatmak, argo kullanmak, dalga geçmek,
tiye almak... erkeklerin tekelinde. Gerek kendi kişisel dünyamızda,
gerekse daha toplumsal ölçekte, erkek "güldüren", kadın ise "gülen"
rolünde. Ve bu rol dağılımı kolay sarsılmıyor. Sadece Türkiye'de değil,
tüm dünyada komedi söz konusu olduğunda erkekler hem nicelik hem
nitelik bakımından önde.
Peki kadınların zekâ, tespit ve gözlemde erkeklerden aşağı
kalmadıklarını hatırlarsak, hatta gerek dil oyunlarında, kelimeleri
kullanma yetisinde, gerekse soyutlama açısından erkeklerden daha iyi
downloaded from KitabYurdu.org
193
olduklarının altını çizersek, nasıl açıklayacağız bu temel farklılığı?
1. Kadınlar kamusal alanda mizah yapamazlar, çünkü kendilerine
gülünmesinden hoşlanmıyorlar. Hafife alınmaktan ürküyorlar.
2. Kadınların, erkeklerden farklı olarak, kalabalık ortamlarda
kendilerini ispatlamaya ihtiyacı yok. Komedi biraz da kendini gösterme
ve rekabet işi.
3. Kadınlar özel alanda geveze ve açık, kamusal alanda suskun ve
kapalılar.
Bu üç açıklamadan bana en yakın gelen üçüncüsü. Kadınların
hayatında derin bir bölünme var. Evimizde başka, dışarıda başkayız.
Kamusal alana çıkar çıkmaz savunma mekanizmalarımızı donanıyoruz.
Çocukluğumuzdan beri bize öğretilen klişeler devreye giriyor. "İyi
kadın", "namuslu kadın", "uslu-cici kız" oluveriyoruz. Bedenimizi
taşımıyor, ha bire kaçırıyoruz. Bir yerden bir yere. Evet, erkekler
kadınlardan daha "komik." Çünkü komik olmayı göze alabiliyorlar.
Bakmayın böyle "teorik" yazdığıma. Meselenin bir ucu fena halde
bana da dokunuyor. Şimdiye değin gerek çeşitli roman okurlarından,
gerek edebiyat eleştirmenlerinden defalarca aynı şeyi duydum:
"Kitaplarınızda ne kadar güçlü bir mizah duygusu var!" Ama
gündelik hayatta beni tanıyanlar zannetmem ki hakkımda benzer bir
tespitte bulunsunlar. "Ne kadar komik yazıyorsunuz" diyebilirler. Bu
beni mutlu eder. Ama "Ne kadar komiksiniz" demelerini ister miyim
acaba? İşte orada edebiyatın katı kuralları devreye girer. Yazarken
mürekkep yerine mizah kullanabilsem de, konuşurken değişiyor,
"ciddi"leşiyorum. Kamusal alanda değil espriler patlatmak, mümkün
mertebe dinlemeyi tercih ediyorum. Sakin, sessiz bir gözlemci olarak
kalmak istiyorum.
Bir tek yazı dünyamın mahremiyetine çekildiğim zaman içimde bir
yerde saklı bir kapı açılır. Gündelik hayatta hiç açılmayan bir kapı. Ve
kapının ardından çıkan enerji çılgın, asi, taşkın, ironik ve "komik" bir
downloaded from KitabYurdu.org
194
enerjidir. Her şeyin içindeki mizahı görür. En çok da hüznün içindeki
mizahı. Peki madem kalemimde mizah bu kadar belirgin, gündelik
hayatta neden öyle değilim? Ya da madem gündelik hayatta daha
"durgun" biriyim, yazmaya başlar başlamaz hissettiğim bu taşkınlık, bu
kıvılcım, bu komiklik nereden geliyor? Bölünmüşlüğümün kadın
olmakla ilgisi var mı? Bence evet.
Zira biz kadınlar kamusal alana çıkar çıkmaz değişiyoruz.
Değişmekle kalmıyor, içimizdeki mizah denizini kurutuyoruz. Ama
bilerek, ama bilmeyerek.
downloaded from KitabYurdu.org
195
Çok Okuyan mı Bilir?..
"Çok download eden mi bilir, Facebook'ta çok dolaşan mı?"
İster inanın, ister inanmayın, artık gençler böyle konuşuyorlar
kendi aralarında. Şarkı, film, klip, kitap... Download etmek, yani
internetten indirmek, sonra bunları kendi aralarında paylaşmak, bu çağın
ruhu.
Facebook'a gelince, inanılmaz rağbet görüyor Türkiye'de. Dünyada
üçüncü sıraya oturmuş durumdayız. Katlanarak artan Facebook üyeliği,
en çok dolaşım, sürekli kendini yenileyen sanal bir mecra... Yepyeni bir
kuşak yetişiyor Türkiye'de. Ve bu yeni akım, çok büyük bir değişim ve
atılım ifade ediyor nüfusun bu kadar genç olduğu bir ülkede.
Bizim kuşağımız tabii bu lafı daha farklı bilirdi. Çocukluğumuz
boyunca ne çok kez duymuşuzdur kim bilir: "Çok okuyan mı bilir, çok
gezen mi?" Cevaptan ziyade, sorunun kendisi önemliydi sanki. Ortada
derin bir ikilem varmış gibi ciddiyetle yöneltilirdi soru. Her seferinde
"Çok okuyan!" dememiz istenirdi. Galiba ilk ve ortaokul hocalarımız,
okuma sevgimizi böyle artırmaya çalışırdı. Çok okumak ile çok gezmek,
asla ve zinhar yan yana gidemezmiş gibi...
Bense, okumayı da seyahat etmeyi de tutkuyla seven biri olarak
ikiye bölünürdüm. Hiçbir zaman ısınamadım bu yapay ikileme. Belki
okumanın da içten içe bir seyahat olduğuna inandığımdan... Her kitabın
bizi başka bir yolculuğa çıkardığını düşündüğümden. Okuyarak da
gezmek mümkün, her kitabı başlı başına bir serüven addederek. Bir
başka yüzyıla, bir başka mekâna, bir başka hayata uzanan bir yolculuk.
Aynanın bir de öbür tarafı var; çünkü dünyayı da okumak mümkün; her
insanı, her hayatı bir kitap belleyerek. Okumak ve seyahat etmek aslında
downloaded from KitabYurdu.org
196
o kadar iç içe ki...
Zaman zaman kendimizden bahsederken "göçebe bir toplum"
olduğumuzu söyleriz. Güzeldir bu laf, kulağa hoş gelir, ama ne kadar
doğru? Başka kültürlere, şehirlere, uygarlıklara gösterdiğimiz ilgi
aslında ne kadar derin?
Türkiye'de son yıllarda edebiyat ve kitap dünyasında gözle görülür
bir canlılık ve renklilik var. Bununla beraber kitapçı raflarında
seyahat/keşif/anı kitapları hâlâ o kadar kısıtlı ki. Anlaşılan, ya
yolculuklarını yazıya geçirmeyi alışkanlık edinmemiş bir toplumuz ya
da o kadar sevmiyoruz yolculuk etmeyi. Ahmet Midhat'ın, ismiyle
okurlarda kallavi beklentiler uyandıran yapıtını düşünüyorum mesela.
Sayyadane Bir Cevelan, o büyük, uzun seyahat Beykoz'dan başlayıp
İzmit Körfezi'ne kadar uzanıverir sadece, sessizce.
Merak ki en basit, en insani itki. Merak ki en çabuk yitirdiğimiz ve
yokluğunu dahi hissetmediğimiz değer. Merak içinde yaşadığın âlemi
iliklerinde hissetmenin, başkalarının hikâyelerini paylaşmanın, kendini
geliştirmenin, bireysel ve toplumsal olgunlaşmanın ilk adımı. Sadece
kendi hayatını değil, bir başkasının hayatını da, insanlığın gidişatını da
derinden anlamak için bir çaba. Dünyanın bir başka yerinde hiç
tanımadığın birinin parmağı kesildiğinde, yüreği dağlandığında,
feryadını duymak, kayıtsız kalmamak, o yaraya neyin sebep olduğunu
sorgulamak... Kopmamak yerkürenin tıp tıp atan nabzından. Kâinata
merakla bakmak, bakabilmek gerek.
"Abd-i hakir Evliya-yi fakir" sevgili Evliya Çelebi, ruhu şad olsun,
tüm memalik-i Osmaniye'yi gezmiş; yedikleri içtikleri onun olsun, ama
gördüklerini kaleme alıp bizlere aktardı. Sayesinde geçmiş çok daha
canlı gözümüzün önünde. Gerçi o rüyasında peygamberden "şefaat"
dileyeceğine, yanlışlıkla "seyahat" dilediğini söyler. Dili sürçmüştür,
öyle başlar seyahatlerine. Onun torunlarının torunları olan bugünkü
gençlerimizin de sadece internette dolaşmakla yetinmeyip hayatı da bir
downloaded from KitabYurdu.org
197
kitap gibi okumaları, kitapları da bir dünya gibi görmeleri dileğiyle...
downloaded from KitabYurdu.org
198
downloaded from KitabYurdu.org
|