Adı Gülistan
Adı Gülistan'dı, yirmi sekiz yaşındaydı. Bir oğlu vardı. Ve yeni bir
cana hamileydi. Yedi aylık gebe. Karnı burnunda.
Eğer eğitim düzeyi, maddi ve sosyal imkânları sınırlı bir ailede
doğmak yerine, diyelim İzmir'de, Ankara'da, Adana'da ya da İstanbul'da
bambaşka şartlarda doğmuş olsaydı, eğer babası okuması için sonuna
kadar destek verse, ailesi ve çevresi yeteneklerini geliştirmesi için ona
kol
kanat
gerseydi...
Gencecik
yaşta
evlendirilmeseydi...
Okuyabilseydi...
Kendini
geliştirebilseydi...
Kendi
parasını
kazanabilseydi... Kimseye muhtaç olmayabilseydi... Ve onu hor gören,
insan yerine koymayan, aklına estiği gibi şiddet uygulayan bir adamla
değil, ona değer veren biriyle evlenseydi, bugün nerede olurdu Gülistan?
Bir gül dalı gibi hayat dolu gülümser miydi?
Kaç kadın ölüyor bu ülkede?
Koca dayağı, baba dayağı, namus cinayeti, nişanlı gazabı,
boşanmış eşin intikamı derken, kaç kadın, en yakınlarındaki erkeklerin
elinde can veriyor, yaralanıyor, kırılıyor dal gibi? Ve daha kaç kadın
korkuyla, endişeyle, cehennem hayatı yaşıyor? Gidecek bir yeri,
sığınacak kapısı olmayan kaç kadın var? Kadın sığınma merkezleri ilk
defa kurulduğunda, bu konuya alaycı bir tebessümle tepeden bakan
bürokratlar oldu. "Canım ne gerek var?" diyenler oldu. Hatta ve hatta,
"Evli kadının yeri kocasının yanıdır" diyerek, şiddet gören kadınları geri
yollamaya kalkanlar oldu. Bu tuhaf zihniyet yüzünden bazı kadın
sığınma merkezleri kapatıldı. Bugün o kadar az sığınak var ki. Eğer bir
kadın, kocasından dayak yiyorsa ve baba ocağından yeterince destek
görmüyorsa, ortada kalmış demektir.
downloaded from KitabYurdu.org
134
Kadınlarını inciten bir ülke mi olduk biz?
Gencecik bir kadın öldü, karnında bebeğiyle. Bir değil, iki cinayet
işlendi. İki can silindi yeryüzünden.
Karnı burnundaydı. Koyun otlatmaya gidemedi. Koyun otlatma
kısmı bahane. O olmasa başka bir şey olurdu bu sefer. Şiddete başvuran
kocalar için her şey bir bahane aslında. "Çorbanın tuzu mu eksik", al
sana dayak için bir sebep. "Komşuya oturmaya mı gittin", dayak için bir
sebep. "Çocuk mu ağladı", dayak için bir sebep. Dolayısıyla,
gazetelerimizin "Koyun otlatmaya gitmediği için canından oldu"
şeklinde ibareler kullanmasında doğru olmayan bir şey var. Bir kadın
öldürüldü. Koyun otlatmaya gitmediği için değil. Herhangi bir hata
yaptığı için değil.
Ne zaman bırakacağız "kurbanlar"a odaklanmayı? Onların
fotoğraflarını basmayı? Ne zaman bakacağız faillere?
Kaç kadın soluyor her gün azar azar? Ne istatistikler var elimizde,
ne yeterince bulgu. Tahmini konuşuyor, tahmini yazıyoruz. Çünkü ne
yazık ki hâlâ dayak "cennetten çıkma." Çünkü ne yazık ki aile içi şiddet
bir çiftin "iç meselesi" sayılıyor. Çünkü ne yazık ki bir kocanın, karısına
zulmetme hakkı olduğu zannediliyor. Çünkü ne yazık ki bizler de
masum değiliz. Yeterince umursamıyoruz. Değiştirmek için bir şey
yapmıyoruz. Bu duruma seyirci kalıyoruz.
Politikacı eşlerinin siyasetten uzak durma gayretlerini anlıyorum.
Ama böyle bir mesele için adım atmazlar mı? Kadın siyasetçilerimizin
Ankara'nın temposunda koşturmalarını anlıyorum. Ama bu konuya
zaman ayıramazlar mı? Medyadaki kadın kalemler, akademideki kadın
hocalar, edebiyat dünyasındaki kadın yazarlar, televizyon ve sinemadaki
kadın oyuncular, biz bir araya gelemez miyiz hiçbir zaman?
Kaç belediye var bu konuya duyarlı? Kaç siyasetçi var başka
Gülistan'lar olmasın diye gerekli adımları atmaya hazır?
Hukukçular, akademisyenler, siyasetçiler, gazeteciler, sanatçılar...
downloaded from KitabYurdu.org
135
İşin tuhaf yanı, muhtemelen aramızda, dayak atılan evlerde büyüyenler
var. Muhtemelen bazılarımız, babalarının annelerini dövdüğüne tanıklık
ederek büyüdü. Peki onlar da mı bugün bu konuyu es geçmekte? Onlar
da mı unuttu kendi çocuk yüreklerindeki yangını?
Onlar da mı bir şey yapmayacaklar Gülistan mezarında rahat
uyusun diye?
downloaded from KitabYurdu.org
136
downloaded from KitabYurdu.org
137
Kadınlar ve Futbol
Ben hiçbir zaman bir futbol takımının taraftarı olamadım. Kim
defans oynar? Kurallar nasıl işler? Penaltı ne zaman verilir, sarı kart,
kırmızı kart... itiraf etmeliyim ki bunların hiçbirini tam olarak bilmem.
Bir spor dalı olarak futbol merak uyandırmazdı bende. Ama işte bu
taraftarlık bağı var ya, yani işin sosyal, kültürel, duygusal yanı, o ilgimi
çekerdi oldum olası. Çocukluğumdan beri koyu taraftar insanları izler,
merakla gözlemlerim. 1970'lerin Ankarası'nda mahalledeki çocukların
yarısı Fenerbahçeliydi, yarısı Cimbomlu; söyledikleri şarkılar, karşılıklı
atışmalar hâlâ kulaklarımda. Sonra on bir yaşında İspanya'da yaşamaya
başladığımda, bu sefer de sınıf arkadaşlarımın yarısı Real Madrid'i, diğer
yarısı Barcelona'yı tutuyordu, namı diğer Barça. Futbol ile siyasetin
nasıl içiçe geçebileceğini ilk defa o yıllarda gözlemledim. Franco'nun
takımı diye Real Madrid'e burun bükenleri gördükçe... Her birinden bir
iz kaldı zihnimde.
Futbolun teknik ayrıntılarına kendimi yakın hissedemedim, ama bu
dünyayı hiçbir zaman küçümsemedim. Futbolu, Fado ve Fiesta ile
beraber "kitleleri uyutan 3 büyük F"den biri kabul eden Avrupalı kimi
sol düşünürlere de katılamadım o yüzden. Elitist bir tepeye çekilip de
oradan bakmak istemedim.
Stadyumda dolaşan o muazzam ve devasa enerji dalgasına
hayranım. Nasıl bir birliktelik, nasıl bir "tekyürek" olma halidir? Üstelik
fanatik Fenerbahçeli bir insanla evliyim. Gün içinde son derece sakin,
sabırlı ve dengeli olan, olaylara hep yapıcı ve farklı bir açıdan bakabilen
Eyüp'ün futbol maçı seyrederken geçirdiği değişime uzun zaman
inanamadım. Hele bir de Fenerbahçe yenilmeyegörsün, sesi kısılır,
downloaded from KitabYurdu.org
138
dünyası kararır. Demek en sabırlı insanları bile çıldırtan bir yanı var
uzayan penaltıların. Demek en dingin insan bile havalara sıçrayıp, ağzını
bozup, gözü hiçbir şey görmez hale gelebiliyor. Nasıl bir sihirdir bu?
Nasıl bir efsun? Nasıl bir duygusal iklim ki milyonları sarmalıyor?
İnsanın eşi fanatik, dostları da beter futbolsever olunca, ilgisiz
kalamıyorsunuz bu kocaman, rengârenk ve dinamik dünyaya.
Ama son zamanlarda futbola kafayı fena halde takmış olmamın bir
başka sebebi var: Yeni romanımda bir futbol takımını "iyi günde kötü
günde" destekleyen, koyu mu koyu taraftar bir genç adam var. Onu daha
iyi anlayabilmek ve anlatabilmek için, ben de bugünlerde deli gibi futbol
üzerine okuyor, araştırma yapıyor ve inanır mısınız, hayatımda ilk defa
oturup maç seyrediyorum.
İşte tam bu ruh halindeyken, edebiyatla karışık bir futbol aşkıdır
yaşarken, gazetelere ve internete düşen bir haber, yüzlerce, binlerce
kadını irkilttiği gibi beni de üzdü. Ankaragücü taraftarları arasında bir
grup, Kanal D'nin yeni sezon dizisine atıfta bulunan bir slogan
hazırlamıştı. Ama öyle bir slogan ki, kaç kadının onurunu incitecek, hiç
düşünmeden. "Fatmagül'ün suçu yok, biz onu Bihter sandık!"
Ne olacak Bihter olunca? Ne değişecek? Tecavüz hafifleyecek mi?
İnsanlık suçu olmaktan çıkacak mı? Bugünkü genç nesil bunu
hatırlamayabilir, ama Türkiye bir dönem son derece üzücü ve kaygı
verici bir tartışma yaşadı. Vesikalı çalışan kadınlara tecavüz etmenin
cezası indirilsin mi indirilmesin mi tartışması. "Bana dokunmayan yılan
bin yaşasın" mı diyeceğiz? "Aman canım, nasıl olsa onlar ahlaksız
kadınlar, başlarına ne gelirse gelsin" diye omuz mu silkeceğiz? Böyle mi
vatandaş, böyle mi demokrat, böyle mi insan olacağız?
Bütün bunlarda temel problem tecavüz edene değil, tecavüze
uğrayana bakılması, ona yüklenilmesidir. Sarkıntılığa uğrayan kadın
acaba ne giyiyordu? Gece vakti dışarı mı çıkmıştı? Tahrik edecek
şekilde mi yürüyordu? Acaba adı çıkmış bir kadın mıydı? Uzun lafın
downloaded from KitabYurdu.org
139
kısası "hak etmiş" miydi? Öyle bir zihniyet var ki, sarkıntılık yapana
ceza vermek yerine adeta sarkıntılığa uğrayandan kendisini aklamasını
bekliyor. "Önce bir ispatla bakalım. Ahlaklı kadın mısın, ahlaksız mı?"
Ve biz kadınlar... ne yazık ki biz de bu haksız ikiliğin devam
etmesine katkıda bulunuyoruz. Sadece erkekler değil, kadınlar da
birbirlerini "iyi kadın-kötü kadın" diye damgalıyor, kategorilere ayırıyor.
Ona göre muamele yapıyor. Unutmayalım ki, biz anneler oğullarımızı
nasıl yetiştirirsek onlar da öyle öğreniyor. Biz oğullarımıza, kadınlardan
daha üstün olduklarını, her şeyin ellerinin kiri olduğunu, yıkasalar
geçeceğini öğretirsek, onların hatalarından bizler de mesuluz demektir.
Oğullarımızın günahları bize de yazar. Yok şayet biz oğullarımıza, kız
kardeşlerinden başlamak üzere, her kadına eşit ve saygılı davranmalarını
öğretirsek, işte o zaman bir fark yaratabiliriz. Daha insanca, daha
yumuşak, daha muhabbetli bir gelecek için...
Masallarla büyüdük, masallar anlatıyoruz birbirimize. "Cadı üvey
anne" diye bir şey nasıl yoksa, "kötü kadın" diye bir şey de yok!
Televizyon dizilerinin köhne bir masal kalıbını ısıtıp ısıtıp önümüze
sürmesinden yorulduk. Kötülük dediğin şey kalptedir; görünüşte,
giyinişte değil. Ve bir insanın kalbinde ne kadar fesat taşıdığını biz öyle
uzaktan bakarak bilemeyiz. Yargılayamayız.
Ankaragücü yöneticileri umarım bu yaşananları hafife almazlar.
Çünkü onlar, delikanlılıktan erkekliğe yürüyen, bugün oğul-yarın baba
olan nice genç insana örnek olmak durumundalar. Biz kadınları, eşleri,
anneleri futboldan soğutmayın. Kadını dışlayan, metalaştıran, agresif bir
enerji değil; dost ve ahlaklı, olgun ve centilmen bir ortam görmek
istiyoruz stadyumlarda. Ve ister Fatmagül olsun, ister Bihter, tüm
kadınların saygı ve eşit muamele gördüğü bir ülke olmak istiyoruz.
downloaded from KitabYurdu.org
140
Akıllı Kadın Nasıl Giyinir?
Kamusal alana adım atmak, imajlar dünyasına bodoslama dalmak
demektir. Ve bu dünyanın katı kuralları en çok kadınları ilgilendirir,
gene en çok onları şekillendirir. Erkekler için de imaj başlı başına bir
meseledir, ama hiçbir zaman kadınlar için olduğu kadar değil.
Kadınlar, kılık ve kıyafetlerine göre kategorilere konulur. Biçimsel
önyargılar öyle derindir ki, sarsması kolay değildir. Filmlere ya da TV
dizilerine bakın. "Akıllı kadın"a biçilen net bir imaj var: Saçlar toplu,
kılık kıyafet bildik bir tarz, mümkünse gözlüklü, mümkünse kumral...
"Ruju belirgin, elbisesi hafif dekolte, ayakkabıları topuklu, sarışınlık"
hali ise bir başka tür dişiliğe göndermedir. Beynin değil, bedenin öne
çıktığı bir kategori... Beden üzerinden tanımlanan kadın, hemcinslerince
kıskanılır, erkeklerce arzulanır, toplumda hem beğenilir hem aşağılanır;
yalnızdır aslında, yalnız bırakılır.
Bu şekilsel ayrımlar küçük yaştan beri içimize işler, beynimize
kazınır. Dolayısıyla kamusal alanda saygı görmek isteyen kadınlar,
bilerek ya da bilmeyerek, bazı giyim kuşam tarzlarından özenle sakınır.
Kadınlar durmadan kendilerini sansürler, hareketlerini kısıtlarlar. En
kadınsı hallerini bastırırlar. Ne kadar kapatırlarsa ruhlarını, bedenlerini,
o kadar korunaklı olacaklarını sanırlar. Bankalarda, bürokraside, özel
şirketlerde, sokakta, otobüste... Hayatın hemen her alanında kadınlar
bunu hep yapar, günbegün, senebesene.
1960 sonları ve 70'lerin çalkantılı dönemlerini yaşayan kadınlar
bilir ki, "en ilerici", "en liberal", "en açık fikirli" görünen ortamlar bile
kadınlar söz konusu olunca değişir, köhnemiş refleksler verir.
Ummadığın insanlar birden muhafazakârlaşır. Bir zamanlar "bacı" idi
downloaded from KitabYurdu.org
141
kadınlar! Bacılar makyaj yapmaz, kılık kıyafetine özen göstermez,
cinsiyet ve cinsellik çağrıştıran her türlü şeyden uzak dururlardı. Ciddiye
alınmak
isteyen
kadın
kendini
"bacılaştırmak",
yani
"kadınsı-sızlaştırmak" durumundaydı. Keza 1930'ların ikonografisini
analiz eden birbirinden değerli araştırmacıların (Şirin Tekeli, Ayşe
Saktanber, Ayşe Kadıoğlu...) belirttikleri gibi, reformlar sayesinde
kamusal alana giren ve büyük atılımlar gerçekleştiren Cumhuriyet kadını
da görsel açıdan bir defeminizasyon yaşamıştı. Kısa, küt saçlar, mümkün
mertebe koyu, düz kıyafetler, az makyaj.
O günden bu yana neler değişti? Neler aynı kaldı? Hâlâ kamusal
alanda, bilhassa akademide, medyada, bürokraside ve hele siyasette var
olabilmek için defeminizasyon gerekmiyor mu? Yani kadınlar "kadınsı"
görünmemeye dikkat etmiyor mu? Renkler, aksesuarlar ve makyaj söz
konusu olduğunda ya da etek boyu, elbise kesimi, sadelik-kapalılık gibi
ayrımlar söz konusu olduğunda hemen hepimiz benzer kıyafet kodlarıyla
hareket
ediyoruz.
Kamusal
alanda
kadın
olmak
demek,
"defeminizasyon" demek.
Mesleğinde saygı görmek isteyen kadınlar, kıyafet kodları
aracılığıyla kendilerini zırhlandırmaya çalışıyor. Hepimizin içine sinmiş
bu kültürel kalıplar. Bakmayın böyle yazdığıma, hep koyu renkler giyen,
hep saçını toplayan ben de farklı bir şey yapmıyorum aslında. Bir tek
gün bile cıvıl cıvıl pembe, iddialı bir yeşil ya da eflatun elbiseyle, rahat
ve şen şakrak "edebiyat söyleşisi" yapmadım ki. Hep bir kapanma, hep
bir ciddiyet, hep bir mesafe, hep bir "erkeksilik", hep bir
"kabuklanma"... Nedendir kadınlıktan bu kadar korkmamız? Nedendir
bir türlü kendimiz olamayışımız? Sizi bilmem ama, ben bedenini
rahatlıkla, kendiyle barışık bir edayla taşıyan kadınlara öyle saygı
duyuyorum ki...
Eğitimi artan kadın kadınsılığıyla daha kolay barışır
zannediyorsunuz, halbuki öyle olmuyor. Belki de eğitim seviyesi
downloaded from KitabYurdu.org
142
yükseldikçe, çalışma hayatının çarkları içine girildikçe, kadınlar,
kadınlıklarını daha büyük bir yük gibi algılıyor. "Ciddiye alınmak" ve
"kişiliğimiz ve işimizle öne çıkmak" için ha bire kapatıyoruz kendimizi.
Sansürlüyoruz beden dilimizi. Türbanlı ya da türbansız fark etmez, biz
kadınlar zihnen hep "tesettürlü" geziyoruz ya.
downloaded from KitabYurdu.org
143
downloaded from KitabYurdu.org
144
Mütereddit Olmanın
Dayanılmaz Hafifliği
"Bulanlar"dan mısınız, yoksa "arayanlar"dan mı? "Bilenler"den
misiniz, yoksa "öğrenenler"den mi?
Katı mı zihninizin halleri, yoksa sıvı mı?
Daim öğretmen misiniz şu hayatta, yoksa daim öğrenci mi?
Öğretmeyi mi seviyorsunuz, öğrenmeyi mi?
Doksan yaşına geldiğinizde de yeni bir şeyler öğrenmekten
heyecan duyabilir misiniz, yoksa ununu eleyip eleğini çoktan duvara
asanlardan mısınız?
Vaktinden evvel yaşlananlardan mısınız, yoksa asla yaşlanmamak
için uğraşanlardan mı? Ya da yaşını doğallıkla taşıyanlardan mısınız?
Varmayı mı tercih ediyorsunuz, gitmeyi mi?
Sahip olmayı mı seviyorsunuz, yoksa var olmayı mı?
Bir yere ulaşmadan, ulaşmayı dahi amaçlamadan, sırf gidebilmenin
güzelliği için yollara düşebilir misiniz? İllaki bir paye, bir derece, bir
rütbe ya da zaferler için değil, hatta bir "şey" olmak için bile değil...
Yaşamı sırf yaşanılası olduğu için, baldan âlâ, sudan aziz bir iksir gibi
yudum yudum içebilir misiniz? Sevebilir misiniz? Karşılıksız,
beklentisiz, hesapsız, çıkarsız, özgür bırakarak... Sırf bir başkasının
iyiliğini, mutluluğunu isteyerek.
Aşk dışı süslü, içi boş bir kelime mi size göre? Yoksa kâinatın özü,
cevheri, yaradılışın gayesi mi? Hiç tanımadığınız ve muhtemelen
tanışmayacağınız bir insan için dua eder misiniz? Öyle yüzeysel,
geçiştirerek ya da lafın gelişi değil, derinden hissederek. Ağlaya
ağlaya...
downloaded from KitabYurdu.org
145
Yoksa bütün dualarınız sadece kendiniz ve sizin tanıdıklarınız için
mi saklı?
Sizden daha kıdemli, daha başarılı, daha zengin, daha güzel ya da
yakışıklı... Velhasıl "daha ve daha" gibi görünen bir insanın iyiliğini en
az kendi iyiliğinizi istediğiniz gibi isteyebilir misiniz? Samimiyetle,
yürekten... Nefsinizi bir tüy gibi avucunuza yerleştirip uzaklara
üfleyebilir misiniz? Şu yeryüzünde insanın insana hayrı dokunması
gerektiğine inanır mısınız? Yoksa insanın insanın kurdu olduğuna
inanmayı mı tercih edersiniz? Sizce insan denilen mahluk fıtrat itibariyle
iyi midir, yoksa kötü mü?
Her Âdemoğlu, Havvakızı doğuştan iyi mi gelir bu dünyaya ve
sonradan bozulur? Şartlardan, sistemden, toplumdan dolayı... Yoksa
doğuştan fesattır da insan, yasalar ve kurallar aracılığıyla mı biraz olsun
durulur? Dikey mi bakarsınız hayata ve dünyaya? Hiyerarşik, tepeden,
yukarıdan... Sırça köşkünüzden? Yoksa yatay mı bakarsınız? Herkesi
eşit bir düzlemde konumlandırarak... En sevdiğiniz şekil kare midir;
köşeli, kapalı? Yoksa çember mi tercihiniz? Durmadan dönen ve
yenilenen, her noktanın her noktaya aynı mesafede kaldığı?
Sizin gibi düşünmeyenleri de kucaklayabilir misiniz? Sevebilir
misiniz? Yoksa sadece size benzeyenlerle mi yaşamak isterdiniz?
Demokrasiyi sadece kendiniz için mi istersiniz? Yoksa herkes için mi?
Ekmeğinizi, suyunuzu, hayallerinizi, fikirlerinizi paylaşır mısınız
başkalarıyla? Yoksa sadece kendinize mi saklamak istersiniz?
Eleştirilmekten korkar mısınız başkalarını ha bire eleştirdiğiniz halde?
Sahi katı mı zihniniz taş gibi, kaya gibi, duvar gibi, yoksa su gibi
akmakta mı yüreğiniz çağıl çağıl, öylesine taşkın?
Damı akmayan, gemisi su almayan insan yok ki şu hayatta. Varsa
da rol yapıyor demektir. Kahramanlar yok aramızda. Kahramanlara
ihtiyacımız da yok aslında. Bir zamanlar Bertold Brecht'in dediği gibi
"ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyaç
downloaded from KitabYurdu.org
146
duymayan bir toplum olmalı." Kimse mükemmel değil. Kimse sandığı
kadar diğerlerine üstün değil. Bunu bir anlasak, mantıkla değil yürekle
anlasak, ne kibir kalır dilimizde, ne önyargılar zihnimizde.
Mütereddit güzel kelime. Tereddüt besleyen, şüphe eden...
Maddenin nasıl katı, gaz ve sıvı halleri varsa, insan zihninin de
aynen öyle halleri var. Maddenin katı hali: İnsanın mutlakıyetçi hali.
Maddenin sıvı hali: İnsanın yaratıcı hali. Maddenin gaz hali: İnsanın
mütereddit hali.
Mutlakıyetçi zihniyet, köşeli, katı ve keskindir. Kelimeleri
kurumuş çimento gibi rap rap dizer üst üste. Dili ustura gibi kullanır.
Keser, biçer, kategorilere sokar. "Onlar" ve "bunlar" diye ayrılmıştır
dünyası. Ara tonları görmez, göremez. Mutlakıyetçilik bir nevi renk
körlüğüdür. Sadece siyah-beyaz bir dünyada yaşar kişi. Nüansları
bilmeden.
Yaratıcı zihin, tam tersine, ayrıntıları sever. Fikirlerle doludur.
Nobran genellemelerle düşünmez. Nüanslara dikkat eder, ara tonlara.
Yepyeni sentezler yaratır. Renkleri karıştırır. Su gibidir yaratıcı insan.
Kabında duramaz. Dursa bile sığamaz. Akması lazım illaki. Uzaklara,
öteye, daha evvel denenmemiş işlere, varılmamış yerlere...
Mütereddit zihin ise mütevazıdır. Öğrenmeye açıktır, kâinatı kitap
gibi okumak ister, daima merakla sorgular. Sadece başkalarını değil,
kendini de, kendi doğrularını da tartar. Kibirden arınmıştır.
Derviştir içi. Dıştan her zaman belli olmasa da.
Zihnin katı hallerinden sıvı ve gaz hallerine geçebilmek dileğiyle...
Daha çok yaratıcılık, daha çok hoşgörü için...
downloaded from KitabYurdu.org
147
downloaded from KitabYurdu.org
148
Ben-merkezci Aşk & Sen-merkezci Aşk
Anlatacağım hikâye iki kız kardeşin yaşamından ufacık bir kesittir.
Hayattan bir izlek... Kardeşlerden biri otuzlu yaşların başında, diğeri ise
ortalarında. İkisi de gençler henüz, her ne kadar zaman zaman
kendilerini yaşadıkları senelerden daha yaşlı ve yorgun hissettikleri olsa
da. İkisi de güzel giyiniyor, görünüşlerine dikkat ediyor. Bakımlı, alımlı
ve gayet hoşlar. Belki ahım şahım bir güzellikleri yok, ama kendilerine
iyi bakıyorlar.
İkisi de evliler. İkisi de çoluk çocuk sahibi. İkisinin de önem
verdikleri bir kariyeri var. Alanları hayli farklı. Biri diş hekimi, diğeri
bankacı. İkisinin de amaçları, hırsları, hayalleri ve yüreklerinin
mahzeninde titrek alevli bir mum gibi yanan saklı sırları var.
Muazzam bir sevgi mevcut kız kardeşlerin aralarında. Her gün
telefonda uzun uzun konuşuyor, birbirlerine her şeylerini anlatıyorlar.
Ya da anlatılabilecek her şeyi... Belli aralıklarla birbirlerine ziyarete
gidiyor; ailecek görüşüyor, tatillere çıkıyorlar.
Yüzeyde deniz mavi. Aşağılara indikçe koyulaşıyor renkler. Alttan
alta bambaşka akıntılar akmakta. Derinden geçen bir çekişme, gıpta ve
sürekli kıyaslama. Sahip oldukları her şeyi zihinlerinde durmadan
karşılaştırıyorlar. Kimin evi daha güzel ve büyük, kimin kocası daha çok
kazanıyor, kimin çocuğu okulda daha başarılı... Birbirlerinin her şeyini
bildikleri için gene birbirlerinin her şeyini karşılaştırmaktan da geri
durmuyorlar.
Kötü bir niyetle yapmıyorlar bu karşılaştırmaları... Ne bir art niyet
var ortada, ne bir kasıt. Adeta düşünmeden, kendiliğinden oluyor
kıyaslama. Çocukluklarından kalma bir alışkanlık. Bunca zaman sonra
downloaded from KitabYurdu.org
149
bile ebeveynlerinin sevgisini kazanmak için birbirleriyle yarışan iki kız
çocuğu gibi davranıyorlar.
Bu arada onları tanıyan herkes ağız birliği etmişçesine birbirlerine
ne kadar benzediklerini söylüyor. İlk bakışta çok ortak fiziksel
özellikleri. Aynı boyda, aşağı yukarı aynı kilodalar. Aynı ruh haline
demir atmış gibi duruyorlar. Ne var ki alabildiğine farklı yaşadıkları
hayat modelleri. Zira temel bir noktada ayrışıyorlar.
Kardeşlerden küçük olanı tipik bir sen-merkezci. Abla ise bir o
kadar tipik bir ben-merkezci. Biliyorlar da bunu içten içe, biliyor ve
gülüyorlar hallerine. Ama değiştirmek için bir şey yapmadan,
yapamadan.
Sen-merkezci kadın genç kızlığından beri tapacak bir adam arar
kendine. Güçlü, kalıplı, toplumca saygı gören, ayakları üzerine sağlam
basan birini ister. Ve böylesini bulduğunda kendini pervane eder
etrafında. Hayatını, benliğini ve her şeyini ona göre kurgular, sil baştan
ayarlar. Yaşamın merkezi kocasıdır artık. Onun tercihleri etrafında
şekillenir hayat. Sen-merkezci kadın, farkında bile olmadan, önce bir sen
arar, bulunca da hayatını ve kendini ona adar. Adadıkça kendi gözündeki
değeri damla damla azalır. Güneş altında kar gibi erir özgüveni. Taptığı
erkeği gözünde büyüttükçe kendiyle olan diyaloğu azalır. Sonunda derin
bir sessizlik hâkim olur yüreğinin kuytularına.
Ben-merkezci kadın, tam tersine, kendi ihtiyaç ve arzularını öne
çıkarır. İstedikleri olmayınca mutsuzlaşır, hırçınlaşır. Hayattaki tüm
gezegenler onun yörüngesinde dönsün ister. Ben-merkezci kadınların
evliliklerinin yürümesi, ancak eşlerinin esnek davranmasıyla
mümkündür. Çünkü bu tür kadınlar esnek değildir. Fedakârlık hep karşı
taraftan gelir. Gelmezse şayet tam orta yerinden kırılır çıta.
Sen-merkezci kız kardeş sürekli çocuklarının istediklerini yapıyor,
gözlerinin içine bakıyor. Etraftakiler onun çocuklarını fazlaca şımarık
büyüttüğüne, pohpohladığına inanıyor, ama fikirlerini kendilerine
downloaded from KitabYurdu.org
150
saklıyorlar.
Ben-merkezci kadın ise gece-gündüz kontrolü elinde tutmayı
seviyor. Çizelgeler, planlar, tablolar... Kimin hangi saatte ne yapacağına
hep o karar veriyor. Uzaktan bakanlar fazla disiplin ve kontrol
uyguladığını düşünüyor, ama fikirlerini kendilerine saklıyorlar.
Bense roman karakteri olarak görüyorum onları, öyle seviyorum.
Tüm zaafları, zıtlıkları, evhamları ve arzularıyla. Bazen hayallerimde
ikisini de birer renk paleti gibi algılıyorum. Ve her birinden bir katre
boya alıp ötekinin renklerine katıyorum. Onlar iki kız kardeş. Biri
sen-merkezci, diğeri ben-merkezci.
Birbirlerini seviyor, ama aslında pek anlamıyorlar.
downloaded from KitabYurdu.org
|