Kadife Dostluklar, Dikenli Aşklar
"Dost", Türkçenin en güzel kelimelerinden. Yalın, şeffaf ve tatlı;
insanın ağzında akide şekeri gibi eriyen. "Dost" başka, "arkadaş" başka.
Keza "yoldaş", "kardaş", "ruhdaş", "rüyadaş" başka. Öyle güzel
ayrıntılar var ki dilimizde, başka dillerde karşılığını arasanız, kolay
kolay bulamazsınız. "Sevgi" başka, "aşk" başka. Arkadaş bir esinti ise,
ferah ve latif; dost kuvvetli bir rüzgâr demek, bir deli-güzel yel, saçıp
dağıtan, tutup silkeleyen. Arkadaş çiseleyen bir yağmur ise, dost bir
fırtına demek. Parçaları yerinden söken, tozu dumana katan, insanı
sarsıp kendine getiren. O yüzden bu kadar azdır gerçek dostlar. Doğası
gereği. O yüzden sarılmak gerek sıkı sıkı dostluğun kadife ipine. Ve
kulak vermek nabzına, ritmine.
Dostların arasında olmak çöl ortasında kendini yemyeşil bir vahada
bulmak gibidir. Kuruyan dilin suya doyar, daralan yüreğin ferahlar,
içindeki karamsarlık sisi perde perde kalkar. Dost umut demektir.
Faniliğinle, eksikliğinle, kusurlarınla, takıntılarınla çok daha barışık hale
getirir seni. Dostun seni seviyordur ya, aynen bu halinle seviyordur ya,
sen de kendini daha çok sevmeye başlarsın. Onun gözünden kendine
bakarsın. Bir damla içersin dostluğun iksirinden, dünyaya bakışın
değişir. Bir yudum daha, sırtın dikleşir, özgüvenin pekişir. Dost
hekimdir, lokmandır, şifacıdır. Herkese karşı billur bir köşk yahut
camdan bir parça olan kalbin, dostunun elinde lastik bir top oluverir.
Dost atar topu yere, vurur duvardan duvara, gene de bir şey olmaz.
Lastik top seker, zıplar, ama kırılmaz. Dost yalakalık yapmaz, lafı
dolandırmaz, diplomasi falan bilmez, çat diye söyler meramını, sözünü
sakınmaz. Onun yergisinde iltifat, siteminde sevgi saklıdır. Dost ne dese
downloaded from KitabYurdu.org
70
kızılmaz. Ona kırılmak olmaz. Dosta açılan kredi, yürek kredisidir.
Faizsiz. Peşinatsız. Ve yürek kredisinin ne dibi vardır, ne bitimi.
Hayatı boyunca dostları sayesinde ayakta durmuş yalnız bir
adamın hikâyesidir anlatacağım hikâye. Öyle bir adam ki, hep yakın
dostlarından güç almış ve hep ama hep kadınlardan dert yanmış. Öyle
bir adam ki, seneler boyunca benzer hataları benzer bir tutkuyla
tekrarlamış. Kadınların kanattığı yaralarını dostlarının yanında sarmış
ünlü bir yazar.
1930'lu yıllar. Mekânlardan Avrupa. Nazizmin yükselen ayak
sesleri. Dört bir yanda Naziler ve Nazi sempatizanları çoğalmakta. Böyle
bir ortamda bir adam düşünün. Yaratıcı ruhlu, bakışları insanı delip
geçen bir sanatçı. Nice siyasi ve ekonomik badireler atlatmış, hapisler
yatmış, kaçak olmuş, sürgünde kalmış, yazmaktan bir an bile geri
durmamış ve zaman içinde dünyanın en ünlü yazarlarından biri haline
gelmiş. Günlükler tutmuş, Kafka'yla bir tutulmuş, Kierkegaard ve
Heidegger'e hayranlık beslemiş, edebiyat kadar felsefenin de içinde
olmuş. Öyle bir yazar ki romancılığının yanı sıra şairlik, kısa öykücülük,
çevirmenlik, edebiyat eleştirmenliği ve yayın yönetmenliği yapmış.
"Edebiyat, yaşamın saldırılarına karşı bir savunmadır" diyecek kadar
inanmış yazmaya. Her konuda söyleyecek derin lafları, sürüyle bilgisi
var. Böyle bir adam. Bir entelektüel. Ve bu adamı bir fiskede dağıtıveren
şey ne Naziler, ne sürgün, ne yaşadığı sıkıntılar. Onu bir oğlan çocuğu
kadar narin yapan tek bir konu var: Kadınlar.
Dostları onu bir kenara çekip kadınları bu kadar ciddiye
almamasını öğütlediğinde, şöyle yazacaktı günlüklerine. "Kadınları
düşünmemek mümkündür tabii ki... Tıpkı ölümü düşünmemenin
mümkün olduğu gibi."
Pavese'nin gözünden bakınca, tıpkı ölüm gibi kadınlar da insanın
düşünmekten kurtulamadığı, ama düşündükçe huzursuz ve mutsuz
olduğu, kendine ve hayata olan güvenini yitirmesine sebep bir konuydu.
downloaded from KitabYurdu.org
71
O da tüm yaşamı boyunca tedirginlik ve karamsarlıkla baktı kadınlara.
Peşinden koşamayacağı, koşsa bile tutamayacağı imkânsız bir hayale
bakar gibi uzaktan, yılgınlıkla... Sevdiği de oldu, sevildiği de. Ama
hiçbir zaman bitmedi kadınlara olan güvensizliği. Kapanmayan bir gedik
gibi kaldı ruhunun orta yerinde.
"Aşk, dinlerin en bayağısıdır" diye yazdı günlüklerine. Bir yanı
Doğuluydu. Kendi bunu bilmese de. Aşka bakışı, Doğu geleneklerinde
"kavuşmamayı esas alan" şiir ve masallardan devşirilmiş gibiydi bazen.
Sevilen kadın hep uzakta duracak, uzak olacaktı. Aslolan kavuşmamaktı.
Kendine eziyet eden adamlardandı. Hep onu sevmeyecek kadınlara âşık
oldu, sevenlerden ise köşe bucak kaçtı. "Bize tam bir kayıtsızlıkla
davranan kişiye delicesine âşık olmamızın nedeni budur belki de..." diye
yazdı. "O zaman kadın mükemmellik duygusunu temsil eder
gözümüzde."
Pavese'nin yazılarını okurken düşünmeden edemem. Bu kadar
derin ve duyarlı bir adam, böyle bilgili ve yaratıcı bir yazar, nasıl olur da
mesele aşka gelince bu kadar toy kalır, böyle kırılgan ve küsmeye hazır?
Ve merak ederim, her yürek sızısında, her gönül faciasında koşa koşa
yanlarına sığındığı dostlarını. Onu teselli eden, kırık kanatlarını onarıp
yeniden semaya uçuran dostluklarını...
downloaded from KitabYurdu.org
72
downloaded from KitabYurdu.org
73
Gerilim Hikâyelerinin Sakin Ustaları
Romanlar ve romancılar bir toplumun ruh haline yakından ayna
tutar. Rus edebiyatı Rus toplumunun, İngiliz edebiyatı İngiliz
toplumunun karakteristik özelliklerini yansıtır. Ama işte bazen de
edebiyat, içinden çıktığı kültüre ayna tutmaz. Kendi başına apayrı bir
yansıma, suda bir başka suret yaratıverir.
Öyleyse bir ülkede yazılan romanlar ya da çekilen filmler o
ülkenin dokusunu mu yansıtır? Yoksa bambaşka bir gerçeklik mi kurar
uzayda bir yerde, uçsuz bucaksız bir hayal âleminde? Mesela aşk
romanları ya da aşk filmleri, kadın erkek ilişkilerinin en rahat yaşandığı
yerlerde mi yapılır daha çok? Yoksa en zor yaşandığı yerlerde mi?
Soruyu tersinden soralım: Bir yazar ya da yönetmen yaşadığı ve
bildiği şeyleri mi anlatır? Yoksa hiç bilmediklerini mi?
Peki ya gerilim romanlarının en çok yazıldığı ülke hangisidir
dersiniz?
Afganistan mı? Irak mı? Ya da İran mı? Çin mi? Kore mi?
Bünyesinde köklü çelişkiler barındıran Rusya mı? Meksika mı? Güney
Amerika ülkeleri mi? Gerilim, korku ve cinayet edebiyatı, acaba dünya
üzerinde çatışmaların ya da gerginliklerin en yoğun olduğu yerlerde mi
yazılır? Yoksa...
Son senelerde tüm dünyada bir furyadır esmekte. Peş peşe gerilim
romanları basılıyor. Bu tür kitapları kaleme alan yazarların önemli bir
kısmı Amerika'dan ve Japonya'dan çıkıyor. Nedenleri hakkında
düşünmeye değer. Ama işte bir bölge daha var ki, buradan bu kadar çok
cinayet romanı çıkması hayli şaşırtıcı: İskandinav ülkeleri!
İskandinav ülkeleri, dünya üzerinde mutluluk, konfor ve refah
downloaded from KitabYurdu.org
74
ölçümlerinde hep ilk sıralarda çıkar. Dünya Barış Endeks'i (Global
Peace Index) Danimarka'yı yeryüzündeki en barışçıl ikinci ülke,
Norveç'i de gene aynı kategoride üçüncü ülke ilan etti. Listenin hemen
altında tabii ki İsveç vardı. Böylece İskandinav ülkeleri "dünyadaki en
barış ve huzur dolu yerler" olma sıfatını gene elden bırakmadı. Hayatın
medeni, sistemin demokratik, insanların nazik olduğu yerler buraları. En
azından, yeryüzündeki başka yerlerle kıyaslandığında. Keza Cambridge
Üniversitesi'nin yaptığı bir başka ilginç araştırmaya göre, İskandinav
ülkeleri, vatandaşların devletle en barışık ve hayatlarından en memnun
olduğu ülkeler sayılıyor. 1'den 10'a kadar bir cetvel üzerinde,
Danimarkalıların ortalama mutluluk oranları 8,3, Finlandiyalıların ise
8,1.
Peki öyleyse bu ülkelerde bu kadar çok sayıda cinayet romanı
yazılmasını nasıl açıklayacağız? Ne oluyor da bu kadar sakin, barışçıl,
demokratik topraklardan böyle gerilim, entrika, kan ve şiddet dolu
kitaplar çıkıyor? Ve niye?
Bu konuda üç farklı teorim var.
1. Rahat Batar Teorisi:
Hayatın kolay, sakin ve dingin olduğu yerlerde insanlar bir süre
sonra sıkılmaya başlar. Düşünsenize, ne trafik derdi, ne geçim sıkıntısı,
ne çarpık bürokrasi, ne fırsat eşitsizliği... Sokakta yabancılar birbirine
gülümsüyor, arabalar birbirine yol veriyor; her gün bir öncekinin benzeri
bitimsiz bir kolaylık ve rahatlık içinde akıyor. Gündelik yaşamın ritmini
tekdüze bulan yazarlar ise hayal âlemlerinde gezinmeye, uçuk kaçık
kurgular yapmaya daha yatkın oluyor. Bu teoriye göre bir yerde hayat ne
kadar renksiz ve bilmecesiz ise oranın sanatı da tam tersine o kadar
renkli, gerilimli olabiliyor.
2. Komşunun Tavuğu Komşuya Kaz Görünür Teorisi:
Her türlü nimetin ve fırsatın altın bir tepsi içinde önünüze
konduğunu düşünün. Bir süre sonra tepsinin içindekiler gözünüzde
downloaded from KitabYurdu.org
75
vasatlaşır. Aklınız tepside olmayan şeylerde kalır. Yani komşularınızın
bahçesindeki tavuklarda. Ortalama bir İskandinav vatandaşı doğuştan
birtakım temel hak ve özgürlüklerle donanmakta. Sağlık sigortasından
işsizlik yardımına, kaliteli bir eğitimden iş imkânlarına... Tepside bunları
hazır vaziyette bulan yazarlar ve sanatçılar ise gözlerini kapayıp
komşularının tepsilerinde olan hikâyelere öykünürler. Böylece
İskandinav bir yazar gibi değil, Rus ya da Çinli bir yazar gibi yazmaya
başlarlar. Ortaya o toplumla ilgisi olmayan, ama aslında o toplumdan
beslenen tuhaf bir sanat ve edebiyat türü çıkar.
3. Güneş Girmeyen Eve Cinayet Romanı Girer Teorisi:
İskandinav ülkeleri her ne kadar müreffeh, barışçıl ve sakin yerler
olsalar da, havanın devamlı kapanık, gökyüzünün kurşuni ve kasvetli
olduğu topraklardır aynı zamanda. Hava şartlarının ise, malum, insanlar
üzerinde doğrudan etkisi var. (Bütün bunları 600 sene evvel yazan
Tunuslu sosyolog ve siyaset bilimci İbn Haldun'un ruhu şad olsun!)
Hava kasvetengiz, geceler bu kadar uzun ve esrarengiz olunca, yazarlar
da romantik romanlar değil, gerilim romanları yazıyor.
Bazen düşünmeden edemiyorum. Bugün İskandinav ülkelerinde
son derece başarılı gerilim romanları yazan genç kuşak yazarları bir
aylığına İstanbul'a getirsek... Bu koskoca gayya kuyusunda, patırtı ve
hengâme çıkınında; 12 milyon tıp tıp atan yürek ve üst üste dizili yapılar
arasında; dolmuş-taksi-otobüs-köprü trafiği derken harala gürele her gün
bir telaş ve koşturmaca içinde bir ay yaşasalar...
Sonra döndüklerinde nasıl romanlar kaleme alırlar acaba?
Hayatlarında daimi bir gerilim olsa bir daha gerilim kurgusu yapabilirler
mi?
downloaded from KitabYurdu.org
76
Cinnet
Eski kelimedir "cinnet." Cinlerle ilişkilendirir; sebebini
bilemediğimiz, önüne geçemediğimiz ani ve tehlikeli kişilik
değişimlerine bu ismi veririz. Eski kelimedir, ama biz eskiden "cinnet"i
değil, "mecnun"u bilirdik. Mecnun hayali bir karakter değil, adeta bir
"hal" idi. Semboldü. Öyle bir delilik hali ki, kimseye zarar vermez,
karıncayı incitmezdi; zararı varsa şayet bir tek kendine, kendi sırça
yüreğine. Deliliklerimiz aşktandı o zamanlar, kavuşamamaktandı tüm
kendini bilmeyişlerimiz, kaybedişlerimiz, serzenişlerimiz. Şimdilerde
değişti bu hal, mecnunluğu unutur olduk. Onun yerini "cinnet" aldı,
gündelik hayatımızın neredeyse parçası oldu bu kavram. "Trafik" gibi,
"zam" gibi bir kelime, istemesek de modern hayatın içinde. Ne kadar
çok erkek ve kadın var cinnetin eşiğinde. Her yaştan, her kesimden, her
şehirden...
Rize'den gelen bir haber hepimizi sarstı. Gencecik bir kadın, bir
polis eşi, özverili bir anne, on bir senelik kocasını ve çocuklarını
vurduktan sonra intihar etti; bir aile söndü. Haber son derece üzücü, ama
ne yazık ki ne ilk ne de son. Hemen her hafta benzer hadiseler okuyor,
duyuyoruz. Kıskançlık krizine yakalanıp eşini vuran kocalar, geçimsizlik
canına tak edince kocasını vuran kadınlar, çocuklarını öldürüp intihar
eden anneler, nişanlısını öldüren erkekler... Sorunlar birikiyor, üst üste
yığılıyor: geçim sıkıntısı, sevgisizlik, sözlü veya fiziksel şiddet,
duygusal esaret... Bu toplumda en büyük acılar aile içinde çekiliyor belki
de, yakınlar arasında. İnsan en büyük zararı sevdiklerine veriyor.
Bilhassa kadınlar, bilhassa biz. Kadınlar en çok sevdiklerini
incitiyor ve gene en çok sevdikleri tarafından incitiliyor. Yüreklerinin
downloaded from KitabYurdu.org
77
kapısını açtıkları insanlardan alıyorlar en ağır darbeleri. "Kamusal alan"
diye tanımlanan ve daha çok erkeklere has olan alan tüm gerilimleri,
rekabetleri ve çekişmeleriyle ortada. Gözler önünde. Peki ama ya özel
alan? Ya gözlerden uzak olan ve daha ziyade kadınların alanı olarak
tanımlanan "özel alan"da kopan fırtınalar, yaşanan iniş çıkışlar?
Hakkında en az konuşabildiğimiz meseleler orada düğümlenmiyor mu?
Aile yapılarımız. Yetişme biçimlerimiz. Ev içi ilişkilerimiz. Akşamları
perdeler çekildiğinde, "dışarısı" ile "içerisi" arasındaki hudut
pekiştiğinde geçen konuşmalar, yaşananlar, içimizde birikenler. Mahrem
olan. Ailevi olan. Konuşması, görmesi ve değiştirmesi en zor olan.
Cinnet biriken bir volkan, patlamaya hazır, anını kolluyor. İçten içe
demlenen, dışarıya bazen hiçbir belirti vermeyen, sessizce, aylarca, belki
senelerce biriken bir yorucu enerji. Bir anda gelen, geldiğinde yakıp
geçen bir afet. Bu haliyle cinnet kimseye uzak değil. En
"okumuş"umuzdan en "sakin tabiatlı"mıza kadar hepimizi bulabilir. Her
an herkesi pençesine alabilir. Kimse demesin ki, "Ben asla cinnet
getirmem." Kimse demesin ki, "Bana olmaz, ben dengemi kaybetmem."
Belli olmaz. "Karıkoca kavgası başka, cinnet başka" demeyin. Belki de
aralarındaki mesafe sandığımızdan daha azdır. Belki hepimiz, her
birimiz, kabullenmek istediğimizden çok daha yakın duruyoruz irili
ufaklı cinnet noktalarına.
Cinnet hem bireysel hem toplumsal bir yara. Ve bizler, hepimiz,
eğitim sistemimizi, televizyon dizilerimizi, ev içi hallerimizi, birbirimize
karşı davranışlarımızı, gündelik hayattaki ilişkilerimizi, sevgimizi ifade
edişlerimizi ve edemeyişlerimizi yeniden titizlikle gözden geçirmek
durumundayız. Birbirinden üzücü cinnet vakalarını azaltmak istiyorsak,
meseleye "bazı insanların başına gelen bir talihsizlik" olarak bakmak
yerine hepimizi ilgilendiren bir yara olarak bakmak ve en önemlisi
üsluplarımızı ve kalplerimizi yumuşatmak durumundayız.
downloaded from KitabYurdu.org
78
Kamusal Alan ve Kadınlar
Dünyanın bir ucunda sessiz sedasız, ama sistematik bir şekilde
kadınlar ölüyor; hem de daha doğmadan. Ne eşit şans veriliyor onlara,
ne de içinde huzurla yaşayabilecekleri bir dünya. Ne sayıları biliniyor,
ne hikâyeleri anlatılıyor. Haklarında büyük çapta bir kampanya
yürütülmüyor mesela; zaman zaman yazılar çıksa da, insanlık henüz bu
konuda yeterince duyarlılık ve ortak bir vicdan geliştirebilmiş durumda
değil. Sırf erkek olmadıkları için yaşama şansları ellerinden alınan
kadınlar... Yüzlerce, binlerce... Hindistan'da, Çin'de... ve aslında daha
kim bilir kaç ülkede.
Hamile kadınların taşıdıkları bebeğin cinsiyetini oldukça erkenden
saptayabiliyoruz artık. İnsanlık o kadar ilerledi. Teknolojik olarak tabii
ki. Maddeten ve tıbben gelişiyoruz da, manen neredeyiz tartışılır.
iPhone'lar, iPad'ler ve yepyeni bir sanal gerçeklik oluşturacak, akıllara
ziyan bilgisayar oyunları icat edebilecek yerdeyiz artık, ama
yüreklerimiz ne kadar zenginleşti ve derinleşti, işte o apayrı mesele.
İnsanlık bir yandan muazzam ilerlemeler kaydederken, bir yandan da
kendi bindiği dalı kesmeye devam ediyor. Şimdilerde, bebeklerin
cinsiyetlerini önceden görmeye yarayan sistem, tamamen kız bebeklerin
aleyhine kullanılıyor. İlla da erkek çocuk sahibi olma saplantısı o kadar
yaygın ve öylesine vahim ki, aileler kız çocuklarını kürtajla hamileliğin
erken safhalarında aldırıp, sırf erkek çocuklarını dünyaya getirmeyi
seçiyor. Böylece sofrada besleyecek boğaz azalıyor. Böylece sadece
oğlan çocuklar dünyaya getiriliyor.
Şu anda dünya üzerinde öyle bölgeler var ki, gelecek nesillerde kız
ve erkek çocukların oranlarında radikal bir dönüşüm yaşamaları
downloaded from KitabYurdu.org
79
bekleniyor. Sırf bu yüzden Hindistan'da nüfus ciddi ölçüde etkilenebilir.
Bilim adamları ve bilim kadınları, erkek ve kadın oranlarında
önümüzdeki elli yıl içinde büyük bir orantısızlık olmasından endişe
ediyor. Kız çocuklarını erkek çocuklarla eşit görmeyen, bir tutmayan,
gelen her bebeği aynı nazarla sevemeyen toplumlarda kadınların oranı
hızla azalacak bu yüzyılda.
Peki ne olacak o zaman? Bir an için gözünüzü kapayıp tasavvur
edin. Sokaklarında hep erkeklerin yürüdüğü, binalarında hep erkeklerin
çalıştığı, otobüslerinde ve vapurlarında sadece erkeklerin olduğu ve
toplam erkek nüfusun toplam kadın nüfusa oranla en az iki, belki de üç
dört misli fazla olduğu bir toplumda her şey daha da zor olmayacak mı?
Bugün Hindistan'da, Çin'de kız çocuklarına karşı uygulanan ayrımcılık,
sadece bu ülkelerde değil, tüm dünyada vahim sonuçlara yol açabilecek
bir boyutta.
Uluslararası bir konferans için Oxford Üniversitesi'ne geldim.
Konferans boyunca buradaki öğrencilerin hayatlarını gözlemlemeden
edemedim. Ve burada en çok dikkatimi çeken şeylerden biri kampustaki
huzurlu, sakin ve neşeli ortam oldu. İkinci gün etrafa daha dikkatlice
bakmaya başladım. Başka üniversite şehirlerinde gündelik hayatın bu
kadar uyumlu aktığına rastlamamıştım. Merak bu ya, kampusun en
kalabalık kavşağında yol kenarına oturdum ve uzun bir süre yerimden
kalkmadan gelip geçenlerin beden dillerine, yüz ifadelerine baktım,
insanları inceledim. Aklımı kurcaladı. Bir defter çıkarıp, kadınlar ve
erkekler diye iki kutu yaptım. Gelip geçen kadın ve erkekleri tek tek
saydım. 82 erkek, 125 kadın geçti önümden.
Burası dünya üzerinde, sokaklarında kadınların erkeklerden sayıca
daha fazla olduğu nadir yerlerden biri. Her tarafta kadınlar var.
İşyerlerinde, üniversitede, sokaklarda, lokantalarda... Otobüsleri onlar
downloaded from KitabYurdu.org
80
kullanıyor. Mağazaları onlar işletiyor. Üniversite öğrencilerinin belki de
yarıdan çoğu kadın. Keza hocaların da öyle.
Ve inanır mısınız, kadınların oranının bu kadar fazla olması (ve
kadınların kamusal alanda böyle rahat ve özgür dolaşabilmesi) bir şehrin
sosyal dokusunda öylesine büyük bir fark yaratıyor ki. Havadaki enerji
bile değişiyor, yumuşuyor. Sokaklarında kadınların rahatsız edilmeden
yürüyebildikleri yerlerde daha fazla huzur var, bireye ve bireyselliğe
daha fazla saygı ve özen var, daha fazla demokrasi var.
Önümüzdeki yüz sene içinde dünya her iki eğilimi de doludizgin
sürdüreceğe benziyor. Bir yanda kız çocuklarına yaşama şansı
vermeyen, sadece erkek çocuk isteyen ayrımcı, kapalı ve kaskatı bir
yaşlı zihniyet duruyor; bir yanda, herkese eşit bireyler olarak bakan pırıl,
yepyeni bir kuşak geliyor...
Peki sizce biz bu tablonun neresindeyiz?
downloaded from KitabYurdu.org
81
downloaded from KitabYurdu.org
82
40 Metrekare Dünya
Gazetelerde iç burkan, yürek karartan bir haber: Almanya'da
gencecik bir Türk anne dördüncü kattan ölüme atladı. Biri üç aylık,
diğeri dört yaşında iki çocuğunu da yanına alarak. Bebek Esma Nur
oracıkta vefat etti. Küçük oğlan ise hayatta kalma mücadelesi vermekte.
Öyle bir yaşam hikâyesi ki onlarınki, yazmaya kıyamıyor insan. Olur da
yanlış bir kelime yazarım, narin ruhlarını incitirim diye çekiniyor,
ürküyor yazıya uzanan parmaklarım. Ama bir yandan da şefkatle
düşünmek istiyorum Kırşehirli Züleyha Hanım'ın öyküsünü. Yazılması
gerektiğine inanıyorum, bilinmesi gerektiğine. Çünkü nice kadın var
benzer tecrübelerin eşiğinden dönen. Çünkü kadınların kapıldığı nice
karanlık haller var; bir türlü konuşamadığımız, anlamaya dahi
çalışmadığımız haller...
İnsanın göğüs kafesine gece çöker bazen. Gece öyle bir çöker ki
ruhuna olanca ağırlığı, bütün katmanlarıyla, bir türlü gelmez sabah, gün
ağarmaz. Kalbinin atışı değişir. Ritim bozuluverir ta derinden bir yerden.
Kalbin tekler. İncecik bir pamuk ipliğine tutunarak yaşarsın hayatla
ölüm arasında. Kimse bilmez. Bilmek istemez. Gece bir yılan gibi
kıvrılır çörekleniverir bazen kadınların üzerine. Ve buna en "eğitimli",
en "Batılı", en "modern" gibi görünen kadınlar da dahil; en "geleneksel",
en "kırsal", en "Doğulu" görünenler de. Post-natal depresyonun sınıfı
yok. Milleti, dini, dili, bölgesi, eğitim seviyesi yok. Ne tuhaf ki
depresyonun insanları eşitleyen bir özelliği var. Herkesin depresyona
girme sebebi farklı olabilir, ama her depresyonun özü bir ve aynı.
Kabuğu kaldırdın mı ince ince kanar. İnsan hep aynı yerden kanar. Hep
yüreğinden.
downloaded from KitabYurdu.org
83
Merak ediyorum tıp ve eczacılık fakültelerinde, üniversitelerin
psikoloji bölümlerinde "post-natal depresyonun boyutları" üzerinde
yeterince duruluyor mu? Ya peki bürokrat ya da "aydın" erkeklerimiz bu
meseleyi yeterince anlamaya çalışıyor mu? Annelik şüphesiz dünyanın
en güzel hediyelerinden. Ama bu demek değil ki her yeni anne
kolaylıkla yaşıyor geçiş dönemlerini. Hayatın kimi virajları öyle sert ve
hızlı alınıyor ki, toparlanamıyor ruhumuzun direksiyonu. Bir de
bakmışız ki çıkmışız yoldan, uçuruma doğru gidiyoruz tam gaz
bodosloma. Züleyha Hanım'ın iç dünyasının derinliğini oturduğumuz
yerden ahkâm keserek anlayamayız elbette. Ama hiç olmazsa şunları
anlamaya gayret edebiliriz. Başka Züleyha'lar olmasın diye.
1. Gurbette kadın olmak ne demek?
Gurbette erkek olmak da çileli şüphesiz, ama gurbetteki kadınların
yaşadıkları içsel yalnızlık bambaşka. İster doğma büyüme "oralı" olsun,
ister sonradan göç etmiş. İster Almanya'da yetişmiş bir genç kız olsun,
ister oraya gelin gitmiş... Camdan bir getto içinde; kapalı bir ev, kapalı
bir mahalle, kapalı bir kültürde; kutular içinde 40 metrekare bir
kutucukta; iki arada sıkışmışlık duygusuyla yaşamak ve her daim
üzerinde hissetmek abinin, babanın, konu komşunun gözlerini...
Türkiye'de köyünden ya da kasabasından kalkıp Fransa'ya, Almanya'ya,
Avusturya'ya sıfırdan bir yaşam kurmak üzere giden gencecik kadınların
gözünden bakınca ne görüyorsunuz? Hayatın tüm renklerini mi
görüyorsunuz, yoksa sadece griler, bejler, kahverengiler mi?
2. Gurbette yeni anne olmak ne demek?
Her yeni annenin yardıma ihtiyacı var. Kocadan, akrabalardan,
dostlardan, komşulardan ve kimi zaman sosyal yardım kurumlarından
downloaded from KitabYurdu.org
84
yardım ve destek şart. Loğusa ne kadar çok yardım alabilirse etrafından,
o kadar iyi. Türkiye'de geleneksel birçok ailede kadınlar bu boşluğu
akrabalarının desteğiyle dolduruyor. Daha "modern" bir hayat tarzı
sürenler ise dadılar, bakıcılarla idare ediyor. Ama gurbette kendi başına
kalan genç Türk anneleri tüm bu mekanizmalardan yoksun. Bir başına.
3. Annelikle gelen bunalım ne demek?
"Hamilelik bir nehirdi" diye yazmışımSiyah Süt'te. "Lo- ğusalık ise
bir denizmiş. Loğusalık öyle engin bir denizmiş ki, kıyının ne tarafta
olduğunu anlayamıyorsun. Uyandığında okyanusun ortasında bir salda
tek başına buluveriyorsun kendini. Suların mavisi öylesine ele geçirmiş
ki ruhunu, bir daha karaya dönebileceğini, bundan böyle eskisi gibi
olabileceğini sanmıyorsun."
Eskiler boş yere sıkı sıkı tembihlemiyor. "Loğusayı yalnız
bırakmamak lazım" diye. "Yoksa cinler dadanır." Bilhassa bir cin var ki
beter. Adı Alkarısı. Anadolu'da kuşaklardır gayet iyi bilinen bu cin yeni
doğum yapan kadınların odasına gelemesin diye yatak örtülerine
çengelliiğneler takılıyor, kırmızı kuşaklar sarkıtılıyor, çörekotları
serpiliyor. Hurafe deyip geçmeyin. Her hurafenin altında yüzyılların
bilgi ve sezgi birikimi var. Çünkü eskiler biliyor ki yeni anne olan
kadınların derileri zar gibi inceliyor, zırhları kalmıyor. Neye dokunsalar,
parmak uçları sızım sızım sızlıyor. Neye dokunsalar iki kat güçlü ve
keskin hissediyorlar. Buz her zamankinden daha soğuk, ateş her
zamankinden daha sıcak, hüzün her zamankinden daha ağır loğusalık
boyunca.
İlk doğumdan sonra on ay boyunca post-natal depresyon yaşamış
bir kadın olarak bunları biliyor ve unutmuyorum. Anneliğin güzellikleri
kadar zorluklarını da konuşabilmemiz gerektiğine inanıyorum. Aksi
takdirde bir şeyler hep yapay kalacak. Annelik parlatıla parlatıla
downloaded from KitabYurdu.org
85
doğallığını yitirmiş kıpkırmızı, ışıltılı, plastik bir elma gibi raflarda
duracak. O kadar kutsal ki hakkında konuşamıyoruz bile tüm
boyutlarıyla. Margarin ya da sosis reklamlarının çizdiği mutlu aile
tablolarının, reklamlarda seyrettiğimiz mutfakta yemek pişirip ha bire
tebessüm eden annelik hallerinin dışında gerçeklikler var
hayatlarımızda. Yeni anne olan her kadın sevinçten havaya uçmuyor
hemen. Kimisi de bocalıyor, panikliyor, yardıma ihtiyaç duyuyor. Bu bir
rüzgârlı, fırtınalı mevsim. Her mevsim gibi geçecektir elbet. Ama
geçebilmesi için evvela varlığını tanımamız ve anlamamız şart.
downloaded from KitabYurdu.org
|