Bir Genç Kızın İntiharı
Sabahın erken saatleri. Trafik henüz yoğun. İstanbul'da bir gün
daha başlıyor, milyonlarca yürek, milyonlarca hasret. O kadar derin
yarası var ki herkesin, o kadar çok sızı göğüs kafesimizde. Buna rağmen
şefkatle, anlayışla davranamıyoruz birbirimize. Bir hırçınlık, bir
kızgınlık var üzerimizde. Halbuki kırgın olduğumuz her kim varsa, o da
en az bizim kadar yaralı... Bunu bir anlayabilsek keşke.
Saat 10.30. Yer Haliç Köprüsü. Bir yakadan bir yakaya akan araba
ve kamyonet zincirinde bir yavaşlama oluyor nedense. Önlerde bir
koşuşturma. Yüzlerde çaresizlik. "Atladı" diyor birileri bağırarak.
Heyecandan kelimeler karışıyor. Anlaşılmıyor ne dedikleri. Sonra
yeniden o meşum sözler duyuluyor: "Atladı abi, atladı!"
Bir genç kız. Yüreği körpe, adımları narin. Ömrü uzundu belki,
uzun ve renkli, halbuki kader çizgisi yarım. Üzerinde öğrenci kıyafeti.
Lisedeydi. Henüz 17 yaşında. Öyle bir yaş ki zor, hem de ne zor. Ne
çocuksun, ne kadın. Ne küçük diye severler, ne büyük diye dinlerler.
Yalnızlığın en yoğun hissedildiği yıllar bunlar. Halbuki herkes yalnız
aslında. Onu bilmezsin. Bir tek senin başına gelmiş zannedersin.
Halbuki herkesin kalbi sırça. Onu da bilmezsin. Bir tek seninki bu kadar
acır zannedersin. Ne bu dünyanın içinde, ne ötesindesin.
Lise öğrencisiydi. Anne babasının gelir durumu yüksek değildi.
Polisin verdiği bilgilere göre web sitesinde bıraktığı son mesajda
intiharın işaretlerini vermişti: "Gün gelir gidersin elbet, zaten alıştı
gönlüm uzaktan sevmeye. Sen de git şimdi ardına bile bakmadan. Eğer
dönersen bil ki ben orda olmam, ÇÜNKÜ yoruldum artık..."
Üst üste okuyorum bu mesajı. Belki bir romancı merakıyla
downloaded from KitabYurdu.org
51
okuyorum, belki sadece insan olmanın sorumluluğuyla. Aklımın
kancaları takılıyor bu kelimelere. Düşünmeden edemiyorum, nasıl olur
da yorulur 17 yaşında bir insan. Henüz baharında ömrünün. Düşleri
terütaze. Enerji deposu olmalı o şimdi, moral, ilham ve yaratıcılık
deposu olmalı. Mesajındaki başka hiçbir söz bu kadar üzmüyor beni.
Beslediği kırık aşk bu kadar şaşırtmıyor. 17 yaşında bir insanın
"yoruldum artık..." demesinde insanı derin kasvetlere düşüren bir şeyler
var.
Pek çok Avrupa ülkesinin aksine, Türkiye nüfusunun büyük bir
kısmı gençlerden oluşuyor. 14-18 yaş arası kesime yönelik çalışmaların
artmasına acil ihtiyacımız var. Onların sorunlarını dinleyen,
yaratıcılıklarını geliştiren ve en önemlisi her birine "birey" olarak
davranan bir yaklaşımı ne kadar geniş bir tabana yayarsak, toplum
olarak bundan o kadar yarar görürüz. Halbuki özel olarak bu yaş
kesimine yönelik faaliyet gösteren gönüllü kuruluşlar ne yazık ki çok az.
Bu kuruluşların önde gelenlerinden biri Genç Hayat Vakfı.
İstanbul'un beş ayrı ilçesinde büyük bir özveriyle çalışan vakıf, 11 ila 18
yaş arasındaki gençlerimizin daha mutlu ve olgun yetişkinler
olabilmelerini,
sivil
toplum
ve
sosyal
sorumluluk
bilincinin
geliştirilmesini amaçlamakta.
Ortaokul ve lise öğrencileri, yaşadıkları şehrin hayatına aktif
olarak katılmakta, kendi bireysel seslerini duyurmakta, saha
araştırmaları ve izlenimlerini birbirleriyle paylaşabilmekteler. Buluğ
çağındaki gençlere yönelik buna benzer çalışmaların artması, daha fazla
gencimize kendilerini ifade etme alanı açacak. Şayet biz yetişkinler
birbirimizi didiklemekten ve ötelemekten fırsat ve zaman bulabilirsek
gençler için yapmamız gereken çok iş var önümüzde.
Haliç Köprüsü'nden 17 yaşında bir genç kız atladı. Görgü
tanıklarının dediğine göre saat tam 10.30'du.
İsmi Cennet'ti. Dilerim ebedi mekânı da öyle olur.
downloaded from KitabYurdu.org
52
downloaded from KitabYurdu.org
53
downloaded from KitabYurdu.org
54
Düz Mantık İnsanları
Burçlara inanmanın yaşı yok. Bir bakmışsınız, genç insanları da
çekiyor bu kadim merak, orta yaşlıları da. Fal baktırmanın da yaş haddi
yok. Bu öyle bir konu ki her yaştan, her kafadan insanı cezbedebiliyor.
17 yaşında bir genç kızın da, 80'lerinde bir anneannenin de kahve yahut
el falına baktırmak için her zaman bir sebebi var. Burçlara ve fallara ilgi
göstermenin yaş sınırlaması yok, ama cinsiyet sınırlaması var galiba.
Batıl inançların dünyası öyle bir dünya ki orada kadınlarla erkeklerin
yolları aniden ayrılıveriyor.
Burçlara neden daha çok kadınlar inanır dersiniz? Falcılara niçin
en çok kadınlar gider ve nasıl olur da birbirlerine doktor tavsiye eder
gibi falcı tavsiye ederler? Hiçbir erkeğin yeni tanıştığı bir erkeğe
"Pardon, acaba burcunuz Başak ya da Aslan olabilir mi?" diye
sorduğuna tanık oldunuz mu? Ya da diğer erkeğin aynı muhabbeti
sürdürerek "Aa, yükselen burçlarımız uyuşuyormuş, demek ki iyi
anlaşacağız" sonucunu çıkarttığını düşünebiliyor musunuz? Peki kendi
çocuklarının burçlarını bilen bir baba tanıyor musunuz? Soruyu bir de
tersinden soralım: Kendi çocuklarının burçlarını bilmeyen bir anne
tanıyor musunuz? Her iki sorunun cevabı da (yüzde yüz olmasa da,
yüzde doksan dokuzlarda): "Hayır."
Öyleyse nedir bu derin farkın sebebi? Nereden kaynaklanmakta
kadınlarla erkekler arasındaki "akılcılık" uçurumu? Nasıl oluyor da
erkekler hep mantıklı görünmek, akılcı konuşmak, düz mantık çizgisinde
demir atmak durumundayken kadınlar rasyonalite-dışı alanlara
diledikleri gibi kanat takıp uçabiliyorlar? Fala, burçlara ve batıl
inançlara inanmak acaba bir zayıflık ve hayat karşısında çaresizlik
downloaded from KitabYurdu.org
55
belirtisi mi, yoksa tam tersine bir bilgelik göstergesi mi? Zayıf insanlar
mı inanır falcılığa, yoksa hayatın kuru mantıktan ibaret olmadığını
bilecek kadar bilge olanlar mı?
Kadınların akıldışı bilgi kaynaklarına, erkeklerinse hep akıl ve
mantık çizgisine yakın durdukları bir dünyadır yaşadığımız. Ama
genellemelere hiç uymayanlar da var muhakkak. Aklı ve düz mantığı
şiar edinen kadınlar var mesela. Ve sizlere bahsetmek istediğim kadın,
bunların en tanınmışlarından: Ayn Rand.
Öyle bir yazar ki Ayn Rand, dünya üzerinde bugün hangi ülkeye
giderseniz gidin sayısız hayranına rastlarsınız. Romancı, deneme yazarı,
oyun yazarı ve bir filozof. Dünya edebiyatının hakkında en çok
konuşulan, en çok takipçisi bulunan ve en çok nefret edilen ilk beş
yazarı arasına rahatlıkla girer.
1905'te Sen Petersburg, Rusya'da doğdu. 1926'da ABD'ye geldi.
Cebinde az biraz para ve yüreğinde derin bir "kendini yeniden var etme"
arzusuyla. Ve bir daha anavatanına dönmedi, ailesini görmedi. Geçmişi
ile geleceğini keskin hatlarla ayırdı. Ateşli bir komünizm karşıtı ve bir o
kadar ateşli bir kapitalizm yanlısıydı. Oyuncu Charles Francis O'Connor
ile evlendi. Bir süre Holywood'da düşük bütçeli metin yazarlığı yaptı. Ta
ki 1943'te Hayatın Kaynağı adlı yapıtıyla büyük bir çıkış yakalayana
kadar. Ardından en önemli eseri olan Atlas Vazgeçti geldi. İnsanın,
hayatındaki tüm değerleri kendi düz mantığını kullanarak seçmesi
gerektiğine inandı. Bireyin devlet ve toplum karşısındaki haklarını
savunup, hükümetlerin bireylerin hayatına müdahale etmesine karşı
çıktı. "Hiç kimse kendi beynini, bir başkasının yerine düşünmek için
kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir.
Paylaşılamaz ve devredilemezler" diyordu. Ayn Rand öyle bir kadındı ki
sadece toplumların değil, sadece bireylerin değil, sevginin ve hatta aşkın
temelini de mantık ve akıl olarak görüyordu. "İyi bir evliliğin sırrı
nedir?" diye sorsanız, "Mantıklı seçim yapmak" diye cevap verirdi.
downloaded from KitabYurdu.org
56
Hayatı boyunca kolay kolay falcıya gitmeyecek bir kadın
görüntüsü sergiledi. Ayn Rand ile oturup birçok şey konuşabilirdiniz:
politika, sosyoloji, ekonomi, siyaset felsefesi, Batı medeniyetleri tarihi...
Ama burçlar ya da batıl inançlar üzerine konuşabileceğini, böyle bir
konuya itibar edeceğini düşünmek zor.
Pek çok romancının aksine sadece kurgusal kitaplar değil, bir
düşünce ekolü bıraktı geride. Bugün sevenlerinin de, sevmeyenlerinin de
bu kadar çok olması tesadüf değil. Çelişkilerle doluydu. Liberal
düşüncenin savunuculuğunu yaparken, bireysel hayatında totaliterdi.
Kendi gibi düşünmeyen herkesi dışlayıp aşağılayabilirdi. Teoride
bireysel özgürlükten ve eleştirel düşünceden yana oldu. Ama işin aslı,
eleştirilmekten hiç hoşlanmazdı. Köşeli bir kadındı. Kansere
yakalandığında kimsenin bunu duymasını istemedi. Her zaman güçlü
görünmek istediğinden ve her şeyin beyin tarafından yönlendirildiğine
inandığından, hastalığını bir "düşünsel zaaf" gibi algıladı. Aklı ve
mantığıyla kanseri yenebileceğine inandı. İşin ilginç yanı yendi de.
Ölümü çok sonra kalp krizinden olacaktı. Sıradışı bir insandı... Sıradışı
bir kadın.
Hayatın bir görünen yüzü var; dokunulan, maddeden ve mantıktan
ibaret olan. Bir de görünmeyen yüzü var; alametlerle ve "tesadüfler"le
örülü, gizemli boyutu. Kadınlarla erkekler arasında, işte bu ikinci boyutu
kavrama hususunda büyük fark var. Ama kadınların kendi aralarında da
bir bölünmüşlük söz konusu. Ayn Rand gibi hatunları unutmayın. Onlar
her yerde; siyasette, akademide, bürokraside... Her kadınla burç
muhabbeti yapamazsınız.
downloaded from KitabYurdu.org
57
downloaded from KitabYurdu.org
58
Bir Hayaleti Kıskanmak
Kimi sanatçılar kalabalık metropollere benzer. Uzaktan bakınca
güzel ve heybetli, dinamik ve renkli, yakından görünce durum
bambaşka. Aslında belki de sanatçıların pek çoğu böyledir ya. O yüzden
bir sanatçıyı yakından görmek ekseriya "büyü bozumu" demektir. Sihir
dağılır. Efsun kaybolur. Bir de bakarsınız fotoğraflarında alımlı ve akıllı
görünen insan boş boş konuşan biridir gündelik hayatında. Sesi bile
farklıdır. Bir de bakarsınız, "sıradışı" sandığınız o varlık "sıradan"dır
fazlasıyla. En iyisi belli bir mesafeden bakmaktır sanatçılara, şairlere,
yazarlara. Fazla yaklaşmamaktır. Sanatçıların en güzel halleri bin metre
öteden görünen siluet halleridir. Yarı karanlıkta...
Öte yandan hemen her kadın kocasının hayran olduğu sanatçılarla
gizliden gizliye anlamsız ve mantıkdışı bir rekabet halindedir. Kadın
şöyle bir bakar eşinin o pek beğendiği sanatçıya. Onun o boyalı, alımlı,
süslü püslü ihtişamlı fotoğraf karelerine. Kendini beğenmiş hallerine.
Resimlerini süzer, söyleşilerini okur. İllaki bir yerini beğenmez. Bir kulp
bulur. Bir falso. Bir cevabını cımbızlar, bir kelimesine takılır, veryansın
eleştirir. Bir lafını yanlış anlar. Beğenmemeye koşullanmıştır ne de olsa.
Sonra yapıverir yorumunu: "Beğenecek başkasını bulamadın mı Allah
aşkına?"
Kadının kendisi de sanatçı olabilir bu arada; fark etmez, durum
değişmez. O gene kocasının beğendiği sanatçıyı beğenmez. İllaki burun
kıvırır.
Benim de senelerdir uzaktan uzağa kıskandığım böyle bir sanatçı
var. Eyüp onu bu kadar sevmese, beğenmese, ben de kendisine karşı
daha tarafsız ve sıcak duygular beslerdim herhalde. Ama elde değil.
downloaded from KitabYurdu.org
59
Durum böyle.
Ne zaman aramızda tartışsak, evde limoni bir hava esse, gidip o
sanatçının bir CD'sini koyuyor CD çalara. Adeta "Sen beni anlamadın,
ama bak o anlıyor" dercesine. Keyfi iyi olduğunda da onu dinliyor,
keyifsiz olduğunda da. Kimi akşamlar bakıyorum hanfendi CD çalardan
söylüyor, Eyüp mırıldanıyor, mutlu mesut beraberler koskoca bir sanal
âlemde. İnsanın kocası bir şarkıcıyı bu kadar sevince siz de ister istemez
o şarkıcıyla yakından ilgilenmeye başlıyorsunuz. İster hayatta olsun o
kişi, ister ölmüş olsun durum değişmiyor. Bir hayaleti kıskanmak
mümkün. Hem de ne mümkün!
Nicedir bir hayaleti kıskanırım. Sesini, enerjisini, derinliğini... O
aksi hallerini, o çatal çatal sesini, isyankârlığını... Şarkılarından taşan
coşkusunu, tutkusunu, ruhunu. Ama en çok da Eyüp'ün üzerindeki
tılsımını kıskanırım. O yüzden kendisi hakkında bir biyografi çıkınca
piyasaya, ilk işim okumak oldu tabii ki. Görelim bakalım nasıl biriymiş
bu hanımefendi...
Bahsettiğim şarkıcı Nina Simone. Namı diğer Siyah Prenses.
Hayatını okudukça ona hem hayran hem gıcık oluyorsunuz, ikisi
de aynı anda. Öyle bir kadın düşünün ki 1950'lerde, 1960'larda fırtına
gibi esmiş müzik dünyasında. Irkçılığın ve ataerkilliğin en yoğun olduğu
yerlerde başını dik tutmuş, yürüyüp gitmiş. Arkasına bakmamış,
hakkında söylenenleri umursamamış. Öyle bir kadın düşünün ki safi
yetenek, pür kabiliyet. Muazzam bir ses, yepyeni bir sentez, ayrıksı bir
tarz ve derin bir hüzün. Öyle bir kadın düşünün ki sesiyle âşık ediyor
sizi kendisine. Öyle bir kadın ki hayaleti bile etten ve kemikten...
Muhalif biri. 1967'de Detroit şehrinde siyahlar isyan ettiğinde, 43
kişinin ölümü ve ciddi maddi hasarla sonuçlanan bir ayaklanma
yaşandığında bunu ilk destekleyen sanatçılardan biri oluyor Nina
Simone. Bir sonraki konserinde aniden "Seni seviyorum Detroit" diye
bağırıyor. "Başardın işte. Başardın. Başkaldırdın."
downloaded from KitabYurdu.org
60
Nina Simone'un hayatını okuyunca çelişkili hislere kapılıyorsunuz.
Bir insanın sanatını bu kadar tutkuyla icra etmesi karşısında şapka
çıkarıyorsunuz. Cesaretine, yüreğine, kabiliyetine saygı duyuyorsunuz.
Ama aynı zamanda anlıyorsunuz ki kişiliği son derece sorunlu.
Karşınızdaki narsist biri. Tek derdi sudaki yansımasını görmek. Nina
Simone da uzaktan siluet halinde sevilecek sanatçılardan. O bir diva.
Uzaktan dev, yakından cüce. Uzaktan gökkuşağı, yakından kül rengi.
2003 senesinde vefat etti Nina Simone. Ömrünün son demlerinde
iyice huysuzlaştığı, kabalaştığı söyleniyor. Pek çok kalp kırdı.
Sevmediklerine karşı hoyrat ve acımasızdı. Seneler boyu "şizofrenik",
"manik depresif", "megaloman" gibi teşhisler kondu kendisine.
Defalarca. Yeteneği parıltısını kaybetse de hiçbir zaman kaybolmadı.
"Ne okuyorsun öyle dalmış vaziyette?" diye soruyor Eyüp akşam
eve geldiğinde.
"Senin o Siyah Prensesin var ya, tanısan iki dakika yanında
duramazdın belki de" demek istiyorum, ama son anda bir şey tutuyor
beni. "Nina Simone'un hayatını okuyorum" diyorum sadece.
"Hadi ya" diyor gözleri parlayarak. "Nasıl peki?"
"Kıskanılacak biri" diyorum.
Başını sallıyor, cevabımdan memnun. Ve ben biliyorum ki öyledir
kimi sanatçılar. Çoktan göçmüş olsalar da, geride hayaletlerini bırakmış
olsalar da, kişilikleri gayet arızalı, hatta çekilmez olsa da onlar hep
"kıskanılacak biri" olarak gezinirler aramızda...
downloaded from KitabYurdu.org
61
downloaded from KitabYurdu.org
62
Zamanla Yarışan Kadınlar
Sabahın bir saati evden çıkmışım. Yapacak o kadar çok iş var ki,
nereden başlayacağımı kestiremiyorum. Gün yirmi dört saat değil, otuz
altı saat olsa keşke. Sakız gibi sündürebilsek ellerimizde. Evin işleri,
seyahatler, çocukların koşturmacası, biriken e-mail'ler, edilecek
telefonlar, imza günleri, okuma etkinlikleri, önceden verilmiş sözler,
sorumluluklar, randevular ve özgürce yazı yazmak arasında
bölünmüşüm gene. Kendimden en az altı adet klonlamak istiyorum.
Sonra her birimizi bir başka yöne gönderirim. Birimiz çocuklara
bakarken, birimiz roman yazar; birimiz yurtdışında edebiyat
festivallerine katılırken, birimiz süpermarkette domates, portakal seçer.
En "sıradan" gibi görünen işleri de, en "sanatsal" gibi görünenleri de yan
yana yürütürüz böylelikle. Anneme sitem dolu bir mesaj yolluyorum cep
telefonundan: "Altız doğursaydın ya beni!" Kadıncağızdan gelen mesaj
şöyle: "Senden altız doğursaydım, altı kat hızlı yaşlanırdım." Ardından
bir mesaj da Eyüp'e yolluyorum: "Gene yetişemiyorum hiçbir işe. Altız
olsaydım fena mı olurdu?" Eyüp'ten gelen cevap iki kelime: "Allah
korusun."
Yapboz, "puzzle" gibi bazı kadınların hayatı. Parçalar bir bütüne
tamamlanıyor elbet, ama parçalı kalma hali hiç değişmiyor. Bazen
kendimi aynı anda havada sekiz top çevirmeye çalışan bir akrobat gibi
hissediyorum. Öyle zamanlar oluyor ki, toplar uyum içinde dönüyor,
muazzam bir dengede, ahenkle. "Vay be" diyorum kendi kendime, "aynı
anda ne çok iş yapabiliyorum." Öyle zamanlar oluyor ki, bütün toplar
sözleşmiş gibi çıkıyor yörüngeden, hepsi paldır küldür kafama iniyor.
Hiçbir şey beceremiyorum. Hiçbir şeyi tam yapamıyorum.
downloaded from KitabYurdu.org
63
Aynı anda birden fazla yere yetişme, birden fazla insan olma
hallerini erkekler tam olarak bilmiyor. Kadınlara has bir meziyet bu.
Hem meziyet hem eziyet. En çok kadınlar bölünüyor. İş, ev, aile, birey,
toplum... arasında. Kadın, çok kazanan bir iş kadını da olsa, daha
mütevazı şartlarda yaşayan bir memur da olsa aynı bölünmüşlük
duygusunu taşıyor içinde. İşteyken aklımız evde, evdeyken aklımız işte.
Sofraya konan yemeğin kalitesinden, dolapta diyet kola olup
olmamasından kendimizi sorumlu tutuyoruz. Kadınlık karnelerimiz
ellerimizde, ha bire kendimize not veriyoruz. Üstelik notumuz da kıt.
"Evi çekip çevirme: Orta. Temizlik ve titizlik: Orta. Düzenli ve planlı
olma: Kırık."
Bütün gün dışarda çalışsak da bu "evcimen sorumluluk duygusu"
değişmiyor nedense. Üstelik ev işleri o kadar "görünmez" faaliyetler ki,
siz saatlerce çalışıp didinebilirsiniz, her şeye yetişmek için ter
dökebilirsiniz, gene de akşam eşinizin gözüne bütün gün hiçbir şey
yapmamış gibi görünebilirsiniz. Ne ikramiyesi var ev işlerinin, ne fazla
mesaisi. Ne bonus biriktiriyorsunuz, ne bir yere işleniyor fazla
puanlarınız. Miles & Miles kartı yok ev kadınlığının. Senelerce
durmadan çalışsanız bile, hiçbir yere bedava uçurmuyorlar ödül olsun
diye.
Zaman yetmiyor bize. Adeta koşarcasına, bir yangından kendimizi
kaçırırcasına, telaşla yaşıyoruz bazen. Aynı anda birden fazla kimliğe
bürünüyoruz. Kadınların bir günü erkeklerin üç gününe denk belki de.
Biz bir güne üç günün işini sıkıştırıyoruz. Bu yüzden onlardan daha
çabuk yaşlanıyoruz. Hiçbir kırışıklık kremi, hiçbir botoks yetmiyor
kadınların bölünmüşlüğünü düzeltmeye...
Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde Doğu ile
Batı'nın "eşyaya ve zamana tasarruf etme" tarzlarının farklı olduğunu
söyler. Belki de bu hususta sadece Şark ile Garp arasında değil, erkek ile
kadın arasında da derin farklar var. Zaman tek bir kelime, ama tek bir
downloaded from KitabYurdu.org
64
şekilde yaşanmıyor işte. "Zaman" başka, "vakit" başka, "an" başka,
"dem" başka, "dehr" başka. Halbuki biz unutuyoruz bu ayrımları.
Zamana odaklanmaktan "an"ı yaşamaya fırsat bulamıyoruz ki.
Hayatımız ya geleceği planlamakla geçiyor ya geçmişi hatırlamakla. En
az yaşadığımız hakikat, "şu an"ın hakikatidir aslında. Bir kapısı geçmişe,
bir kapısı geleceğe açılan "an"ın ismi ise "dem." İçinde önceki ve
sonraki zamanın olasılıklarını taşıyor. Bu yüzden dervişler tekrar eder
durmadan, "dem bu demdir dem bu dem... " Peki ya dehr? Kesintisiz bir
şekilde uzayıp giden, dolayısıyla dilim dilim ayrılmayan o sonsuz
bütünün adıdır dehr. Kimi âlimler der ki: "İnsanın zamanına 'zaman'
deriz, Tanrı'nın zamanına ise 'dehr'."
Peki ya biz kadınların zamansal bölünmüşlüğüne ne ad vereceğiz?
"Dantel Zaman." Çünkü el emeği göz nuru dantel dantel örüyoruz
zamanı, arada bazı ilmikleri kaçırsak bile...
downloaded from KitabYurdu.org
65
Ünlü Olmanın
Konuşulmayan Ağırlığı
Hani ha bire yeni şeyler "öğrenmek" istiyoruz ya. Birileri hakkında
araştırmalar yapıyor, eski bilgilerimizin üzerine yenilerini ekliyor,
kallavi teoriler inşa ediyor, varsayımlarda bulunuyoruz ya... Halbuki
keşke öğrendiklerimizin çoğunu unutabilsek. Hani her bahar sadece
evlerimizde değil, hafızamızda da temizlik yapabilsek. Sık sık
sıfırlanabilsek. Zihnimizin perdelerini açabilsek. Dışarıda uzanan sonsuz
semayı görebilsek. Bir gün de bize birisi hakkında fikrimiz
sorulduğunda "bilmiyorum ki" diyebilsek. "Bilgi" insanı daha olgun,
daha âlim, daha uzman yapmaz her zaman. Bilgi bazen de perdeler çeker
insanın gözüne ve gönlüne. Bilgi zor bir emanettir taşımasını bilmeyene.
Dünyanın her yerinde ünlü insanların kaderidir bu: Onlar hakkında
herkes bir şeyler "bilir." Ya da bildiğini zanneder. Ünlülerin ne zaman,
kimin tarafından ve ne kadar tanınmak istediklerini ayarlama şansları
yoktur. Çok sayıda insan onlar hakkında ileri geri konuşur.
Yakıştırmalar yapar, hem de büyük bir kesinlikle. Ünlü insanlar hiçbir
zaman kendilerini tam olarak anlatamazlar.
Başkalarının gözündeki imajları ile yalnız kaldıklarında ortaya
çıkan kişi arasında kapanmaz gedikler vardır hep. Bazen en yakınları
bile anlayamaz bu bölünmüşlüğün derinliğini. Bunu en güzel Rita
Hayworth ifade etmiştir bugüne kadar. Dünya sinema tarihinin en
unutulmaz filmlerinden Gilda sayesinde muazzam bir başarı ve şöhret
yakalamış, ama özel hayatında mutsuzluk üstüne mutsuzluk tatmıştır.
"Sevdiğim bütün erkekler Gilda ile evlendi. Ama sabah benimle
uyandılar..." Ünlüleri uzaktan sevmek daha kolaydır bu yüzden. Bir
downloaded from KitabYurdu.org
66
serabı seyreder gibi...
Ve öldüklerinde geride efsaneleri kalır. Bazen o efsane o kadar
büyük ve bulanıktır ki içindeki hakikati kimse bilmez, bilemez. Tıpkı
Michael Jackson örneğinde olduğu gibi... Muazzam bir roman karakteri
olabilirdi Jackson. Hem de başrolünü oynadığı romanda hiç yer
almadan. Farklı insanların gözünden anlatılabilirdi.
Kardeşlerinin, çocuklarının, hayranlarının ve sevmeyenlerinin
gözünden ayrı ayrı. Parçaları birleştirdiğinizde bile tamamlanmayan bir
puzzle olarak kalırdı. Hep bir bilinmeyen olurdu formülünde. Bir esrar
kuyusu resmin orta yerinde. Sanatçının cenaze töreninde konuşulanları
izliyorum. Hakkında yazılanları okuyorum. İnternetteki atışmaları takip
ediyorum. Sevenleri kadar belli ki sevmeyenleri de var. Herkes bir
noktadan bakıyor. Herkes kendi gözündeki perdelerden mesul bu
dünyada.
Ünlülerin hakkındaki efsaneler eksiklerle, yanlışlarla örülü.
Bugüne değin Vincent van Gogh'un deliliğin eşiğinde bir sanatçı
olduğuna inandık hep.
Ünlü ressamın ruhsal bir buhran anında kendi kulağını kestiğini,
sonra da acısına rağmen oturup otoportresini yaptığını sanırdık. Halbuki
yeni çıkan bir kitaba göre tüm bunlar sadece safsata. Vincent van Gogh
tutup kendi kulağını kesmedi. Hakikat bambaşka. Ve çok daha az
"romantik" aslında.
İddiaya göre Vincent van Gogh'un kulağını bir başka ressam kesti:
Paul Gauguin. Usturayla filan değil, basbayağı kılıçla. Hem de kavga
ederlerken. Üstelik bir kadın meselesi yüzünden. Aynı kadına kapılan iki
koca adam, iki yetenekli ressam. Biri kılıcını çeker, berikinin kulağını
uçuruverir.
Gauguin kanı görünce panikler, yaptığından utanır ve kaçar. Van
Gogh ise kimseye bunu anlatmaz. Olayı örtbas etmeye çalışır. Zaten
herkes onun hafif kaçık olduğuna inanmaktadır. Bu hadiseden kısa bir
downloaded from KitabYurdu.org
67
süre sonra akıl hastanesine kaldırılır.
Eğer bu yeni iddia doğruysa, Vincent van Gogh hakkındaki nice
kanımız çürümüş olacak.
Deliliğe demir atmış, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir
adam yerine vefalı bir dost olarak göreceğiz ünlü ressamı. Tablo
tamamen değişecek. Ve bir şey daha var aklımı kurcalayan. Eğer
Gauguin, Van Gogh'un kulağını kesmeseydi (ya da eğer Van Gogh
kulağının nasıl kesildiğini anlatıp arkadaşından şikâyetçi olsaydı), kaderi
bambaşka olabilirdi. O zaman Vincent van Gogh bir sonbahar sabahı
akıl hastanesine yatırılmazdı. Oradaki akıl hastalarının durumunu görüp
depresyona girmezdi. İçine kapanmazdı. Ve kim bilir belki de sonu
böyle olmaz, hadiseden yedi ay sonra intihar etmezdi...
Ünlüler hakkında yazmak, aynalarla dolu bir salonda yürümek
gibi. Bilemiyorsunuz ki nerede başlıyor hakikat, neresi tamamen hayal
perdesi...
downloaded from KitabYurdu.org
68
downloaded from KitabYurdu.org
|