Yazın Doğup Hep
Sonbaharda Yaşayanlar
Pek çoklarının "kasvetli sonbahar çocuğu" sandığı Ernest
Hemingway aslında tam bir "güneşli yaz çocuğu." Dünyaca ünlü sıradışı
yazar temmuzda doğdu, gene temmuzda öldü. Ama zaman zaman
hayatının ayrıntılarıyla değil, sarsıcı intiharıyla değil, ölümünden sonra
kitaplarının başına gelenlerle gündeme geliyor. Zira vârisleri kendi
aralarında fena halde çatışmaktalar.
Bir işadamının vârisleri, onun fabrikaları ya da malları için kapışır.
Bir emlak zengininin vârisleri, merhumun arsası veya evleri için
birbirine girebilir. Peki ya bir yazarın vârisleri ne yapar? Onlar da bazen
kelimeler için kapışırlar. Kiminin çıkardığı bölümleri, kimi akrabalar
geri koymak ister. Vârislerin ellerinde yazarın kitapları değişim üstüne
değişim geçirir. Yeni baskılar eskileri tutmaz bazen. Araya editörler,
yayıncılar, eleştirmenler girer. Okurlar da tartışmaya dahil olur. Ve tüm
bu kelime savaşları yaşanırken yazarın kemikleri çürümeye, namı ise
yürümeye devam eder.
Yeni basılan Ernest Hemingway kitaplarından bazı kısımlar
çıkartıldı. Aile üyeleri hangi bölümlerin, hangi kelimelerin yeni
baskılara konacağı konusunda mahkemelik durumda. Mesela A
Moveable Feast kitabının yeni kopyası, eskisinden farklı. Zira bu kitabın
editörlüğünü Hemingway'in torunu yaptı. Ve kitapta kendi anneannesi
(Hemingway'in ikinci eşi olan kadın) hakkında yapılan yorumları
beğenmediği ve bunların kitabın aslında olmadığına inandığı için bu
downloaded from KitabYurdu.org
36
kısımları çıkardı, sansürledi. Bunu yapan torun bu haliyle kitabın şimdi
daha doğru olduğunu, zaten dedesinin anneannesi hakkında o olumsuz
bölümleri yayımlamayı asla düşünmediğini söylüyor.
İddiasına göre Hemingway'in dördüncü eşi olan kadın, bu kitabı
yazarın ölümünden sonra bölük pörçük notlarından derledi. O esnada
yazarın eski eşine dair olumsuz notlarını da metne ekledi ve öyle yayına
verdi. Böylece iki ayrı eşten olan çocuklar ve iki farklı yayınevi,
Hemingway kitaplarının nasıl basılması gerektiği konusunda ciddi bir
fikir ayrılığı içindeler. Yazarın kendisi hayatta olsa ne derdi kimse
bilemiyor. Kim bilir belki de bu tuhaf kavgaya hiç karışmaz, sessizce ve
muzipçe izlerdi bir köşeden.
Düşünün, hayatınızı yazıya adıyorsunuz. Yazıya ve aşka. Zeki,
yaratıcı, dik kafalı, maceracı, çalışkan, gözlemci, dirençli, biraz da hırçın
bir tabiatınız var. Kadınları seviyor, ama onlara tahammül
edemiyorsunuz. Sık sık âşık oluyor, aşksız ve sevgisiz yaşayamıyor,
yalnız kalmaya dayanamıyor, buna rağmen ha bire sevgililerinizi terk
ediyorsunuz. Sevdiklerinizi hem çok mutlu hem kahrediyorsunuz.
Acıtmakta da, aşkta da, kavuşmakta da, ayrılıkta da biriciksiniz.
Zaman zaman herkesten ve her şeyden kaçmak istiyor; yok olmak,
toz olmak, hiç olmak istiyor; toplumdan bunaldıkça yazıya
sığınıyorsunuz. Kelimeler en değerli varlığınız. Harfler inci topları gibi
ışıldıyor parmaklarınızın arasında. Harflere mücevher muamelesi
yapıyorsunuz. Sevdiğiniz kadınlar sizden elmas, yakut, pırlanta
beklerken, siz onlara harflerden yüzükler, kolyeler, bilezikler
takıyorsunuz. Dili "kullanmıyor", adeta dille dans ediyorsunuz. Her bir
kelime için ayrı ayrı uğraşıyor, yazmayı delice seviyorsunuz.
Ve siz bu dünyadan çekip gittikten sonra kelimelerinize
akrabalarınız tarafından el konuluyor. Hiç görmediğiniz torunlarınızın
torunları, kitaplarınız hakkında söz sahibi oluyor. Vârisleriniz gruplara
ayrılıp, veryansın tartışıyorlar. Kitaplarınız iki grubun elinde uzun, ince
downloaded from KitabYurdu.org
37
bir ip gibi iki tarafından sündüre sündüre çekiştiriliyor. Kapanın elinde
kalıyor.
Hemingway yaşasaydı bir öykü çıkartırdı bunlardan. Kısa
cümlelerle. Yazarlık formülü, gazetecilik mesleğinin etkilerini taşıyan
bir formüldü. "Lafı uzatmadan kullan. Kısa paragraflar kur. Hep canlı
bir dili tercih et. Olumsuz değil, olumlu ifadeler seç."
Buna inandı ve hep böyle yazdı. Ölümü de böyle kurguladı. Kısa,
net, dolaysız. Hayatına son verecek tüfeği kendisi gidip seçti, dükkânda
denedi, satın aldı. Kimseye bir şey hissettirmeden. Edebiyat tarihinde
intihar eden epeyce yazar vardır, ama genellikle kimse tüfekle intiharı
seçmez. Hemingway bu anlamda da bir ayrıkotu olarak kaldı.
Yaz çocuğuydu. Ama hayat boyu sonbaharda yaşadı. Amerika'da,
Idaho'daki mezar taşında şu kelimelerin yazması tesadüf değil: "O en
çok sonbaharı sevdi..."
downloaded from KitabYurdu.org
38
downloaded from KitabYurdu.org
39
Yazarları Sevmeyen Yazarlar
"Ne zaman bir başka yazarın başarısına tanık olsam, ben biraz daha
öldüm" demişti Gore Vidal, müthiş bir dürüstlükle. Çok az kişi bunu
böyle samimiyetle dillendirse de, her yazar kıskançtır. Her yazar kendi
dışındaki pek çok yazara öyle ya da böyle gıcık olur. Ama herkes bunu
belli etmez. Kimileri duygularını saklar, ipeksi, pastel renkli tüller
ardında; kimileri ise dayanamaz, ateş püskürür gibi kelime püskürür
orda burda. Bu bir "derece meselesi"dir aslında. Kimimizde ayyuka varır
kıskançlık, kimimizde minimumda kalır. Ama hiçbir yazarın
kıskançlıktan yüzde yüz arındığını sanmam. Kıskançlık skalasında
yüzde 1 ile yüzde 99 arasında bir yerlerdeyiz hepimiz. Bu yüzden işte
edebiyat dünyasında ne kavga eksik olur, ne dedikodu. Tesadüf değil
yazarların birbirlerini bırakın sevmeyi, okumaya bile tenezzül
etmemeleri. Bir yazar kıskandığı bir başka yazarı katiyen okumaz. Öyle
biri yokmuş gibi davranır. Romancılar birbirlerinin romanlarını, şairler
birbirlerinin şiirlerini, kısa öykücüler birbirlerinin öykülerini
okumamakta ısrar ve sebat ediyorlarsa, dikkat buyurun, oralarda sinsi
sinsi dolaşmaktadır kıskançlık kedisi. Patilerinde siyah mürekkep!
Belki diyeceksiniz ki bu her meslekte böyle. Ama yazarların
kıskançlığı başka bir şeye benzemez. Zira yazarlık, pek çok mesleğin
aksine tek başına yürütülen bir uğraş. Ne bir ofis var ortada, ne mesai
saatleri, ne çalışma arkadaşları. Yazının insanı asosyalleştiren bir mayası
var. Fazla çekilirsen içine, yabani bir rüzgâra kapılır gibi kapılırsın
hayallere. Kâğıt, sudan bir aynaya dönüşüverir o zaman. İnsan yazdıkça
yolculuk yapar kendi ruhuna, bireyin hallerine. "Biz" duygusuyla değil,
"ben" dürtüsüyle yazar edebiyatçı. Kendini Tanrı zanneder. Tüm bunlar,
downloaded from KitabYurdu.org
40
genel olarak edebiyatçıların "şişkin ego" sahibi olma riskini artırır.
Örnekler o kadar çok ki... Mark Twain ile William Faulkner
arasındaki atışmalar unutulmazdır. Koskoca iki yazar ne demeye
birbirleriyle bu kadar uğraşmışlar bilinmez, ama aralarındaki kelime
savaşı feci boyutlarda yaşanmıştı. Faulkner, Mark Twain'i pespaye bir
yazar olarak değerlenip, onun Amerika'da değil de Avrupa'da yaşasaydı
asla bu kadar ünlenemeyecek dördüncü sınıf bir yazar olduğunu
söylemişti. Sevgili Virginia Woolf kıskançlığın erkeklere has bir
rahatsızlık olmadığının iyi bir örneğidir. Pek çok yazar hakkında dikenli
sözler sarf ettiği gibi, Somerset Maugham'ı "cani kılıklı, fare suratlı,
sokakta görsem korkacağım türden bir adam" olarak nitelendirmişti.
J. K. Rowling'in tüm dünyada yankılar uyandıran Harry Potter
serisi çıktığında onu en çok diğer yazarlar yerden yere vurdu. Harold
Bloom bu kitapların insanları aptallaştırdığını (ve bir anlamda gene
aptallar tarafından okunduğunu) ima eden ağır bir yazı kaleme aldı. Tom
Wolfe, edebiyatın iki ünlü ismi John Irving ve John Updike'ı "yaşlı
bunaklar" diye eleştirip, bir kalemde harcadı. Norman Mailer, Tom
Wolfe'un 700 sayfalık romanının 500 sayfasının gereksiz olduğunu
söyledi. Atsan da olur...
Bir başka meşhur kapışma Paul Theroux ile Nobel ödüllü V. S.
Naipaul arasında yaşandı. Üstelik ikili vaktiyle arkadaştı. Ama 1996'da
dananın kuyruğu koptu. O sene ikisi de aynı festivalde konuşmacıydı.
Beraber sahneye çıktıklarında birbirlerinin yüzüne dahi bakmadılar.
Naipaul, Theroux'yu kendi sırtından şöhret kazanmaya çalışmakla
suçladı. Theroux da ağır bir yazı yazıp, Naipaul'u, ırkçı, ukala, bencil,
kendisinden başka kimseyi sevmeyen, insanları kullanıp kenara atan biri
olarak tanıttı.
Türk edebiyatının divası Halide Edib Adıvar hemcinsi yazarlara
karşı önyargılıydı. Bırakın onlarla beraber üretmeyi, ortak işler yapmayı,
dayanışmayı, varlıklarını dahi görmezden geldi. İlginçtir, başta Mor
downloaded from KitabYurdu.org
41
Salkımlı Ev olmak üzere yazılarında dönemin erkek entelektüellerini ve
kimlerden nasıl etkilediğini anlattığı halde, kadın yazarları hep es geçti.
Başta Fatma Aliye Hanım ve Emine Semiye Hanım gibi kıymetli
kalemleri atlayıverdi. Oysa bu kadın yazarlarla aynı gazetede yazdığı,
aynı şehirde yaşadığı ve aynı sorunlarla baş ettiği düşünülürse, o kadar
çok ortak noktaları vardı ki... Görmek bile istemedi.
Geçenlerde bir müzisyen arkadaşım aradı, şöyle bir laf etti: "Yahu
bu hafta bir şiir gecesine katıldım, kendimi edebiyatçıların arasında
buldum. Başka yazarların aleyhine durup durup bir sürü laf ettiler. Sen
de bolca aldın nasibini bu sözlerden. İnanamadım. Gereksiz yere ha bire
laf geçirmeler... Orada olmayan insanlar hakkında atıp tutmalar..."
Gülümsedim. Bir şey demedim. Ne söyleyebilirim ki? Bizim âlemler
öteden beri böyledir. Ben de dahil, o da dahil, hepimiz işte, hepimiz...
Ne zaman bir başka yazarın başarısına tanık olsak, biraz daha ölürüz biz.
Çok azımız bunu bu şekilde itiraf edebilsek de...
downloaded from KitabYurdu.org
42
downloaded from KitabYurdu.org
43
Gül Bahçesi Evlilik
İnsanlığın icat ettiği en zor kurumdur evlilik. Aksini söyleyenlere
sevecenlikle gülümse, ama sakın inanma. Kırmızı-pembe bir gül
bahçesidir ya evlilik, goncası kadar dikeni de boldur. Unutursan bunu,
anında hatırlatır; dikenlerini batırıverir parmağına. Ve sen bu kadar
uysal ve yumuşak, doğal ve parlak görünen bir bahçenin nasıl olup da
böyle sivri ve sert, gölgeli ve köşeli çıkabildiğine hayret edersin içten
içe. Öğrenirsin. Öyle ya da böyle, er ya da geç, kurallarını öğretir evlilik.
Gül bahçesini gördüğü halde ortada hiç diken yokmuş gibi
gülümseyenler,
bu
kurumu
gereğinden
fazla
cicileştirip
romantikleştirenler, ya "taze evliler"dir ya da "gönüllü gafiller."
Bir labirent şeklinde inşa edilmiştir gül bahçesi. İç içe dönemeçler,
çıkmaz sokaklar, beklenmedik sapaklar... bilmece içinde bilmece...
Saptığın her yol seni labirentin daha da içine sokar. Merkezine.
Göbeğine. Öyle bir hal alır ki en nihayetinde, bu labirente ne zaman ve
nasıl girdiğini bile hatırlamaz olur; geri dönüş yollarını hepten yitirip
kaybolursun. Bu arada "eski sen" en bekâr, en genç ve toy halinle
labirentin dışında bir duvar dibinde sessizce bekler. Elinde solmuş beyaz
çiçekler. Yüzünde mahzun bir ifade. Bekler ki hatırlayasın. Bekler ki
geri dönesin. Bekler ama nafile...
Zira "dış dünya" diye bir ihtimal artık kalmamıştır labirentin
içindekine.
İnsanlığın icat ettiği en karmaşık kurumdur evlilik. İpte
cambazlıktır. Elinde mavi kurdeleli sırık, ince bir ip üstünde dengede
durmaya gayret ederek yürürsün adım adım. Hem böyle boncuk boncuk
ter içinde dengede durmaya çalışmak hem de etrafa bir şey çaktırmamak
downloaded from KitabYurdu.org
44
zordur ki, hem de nasıl. İdare etmek sanatı üzerine kuruludur evlilik.
Kadın erkeği, erkek kadını, gelin kaynanayı, görümce görümceyi,
aktörler aktörleri... idare eder. Tavizler, dengeler, sessiz sitemler.
Birikmiş, ama dışa vurulmamış öfkeler. Kabuk tutmuş yaralar. Azıcık
kaldırsan kabuğun ucunu, tazeymiş gibi hemen kanar. İnce diplomasi,
hassas terazi...
Bir gram kadının kefesine koyunca, anında bir gram daha koymak
lazım erkeğin kefesine. Mutfakta yemek yapmak için kullanılan tüy gibi
teraziler bile evliliğin terazisi kadar hassas değildir. Orada
mikroorganizma günahlar tartılır.
Çoğu evli insanın zihninin çekmecesinde sakladığı bir defteri
vardır. Muhasebe ve muharebe defteri! Tüm hatalar ve ihmaller, kusurlar
ve eksikler satır satır oraya yazılır. Bakkal defterinden beterdir evli
çiftlerin gizli defterleri. Hırpalanmış, sararmış sayfalar. Bir gün açığa
çıkmayı bekleyen kargacık burgacık ve çapraşık notlar. Öyle zamanlar
vardır ki dişe diş, göze gözdür evlilik. Hamurabi Yasaları. "Madem sen
bana bunu dedin, ben de sana şunu derim..." Beş gram bu kefeye, beş
gram ötekine. "Sen benim annemi istemezsen, ben de seninkini
ötelerim..."
Evli olan bizler biliriz tüm bu ince ayarları. Bilir ama ne tuhaftır ki,
bilmezden geliriz. Etrafımızdaki her bekâr kadın ve her bekâr erkeğe
ısrarla evlilik propagandası yapar, illaki bir an evvel onların da başını
bağlamak isteriz. Zaman zaman işi iyice abartır; açık açık baskıda
bulunuruz. "Ee yetti ama, sana da birini bulalım artık..." Kaçınılmaz
sondur: Bekâr birinin varlığı etrafındaki evlilere dert olur. Hiçbir bekâr
insanın, böyle bir heyecan, azim ve tutkuyla kalkıp da, evli bir
arkadaşının evliliğini sonlandırmak için uğraştığı görülmemiştir.
Halbuki evli çiftler nedense bekâr arkadaşlarını bir an evvel evlilik
labirentine sokmayı üzerlerine vazife bilir. Adeta bekârlık denilen şey
toplum ve çevre tarafından sonlandırılması gereken bir çocukluk
downloaded from KitabYurdu.org
45
hastalığıdır. Kabakulak ya da kızamık gibi bir şey... Hani bir dönem
yakalanabilirsin. Normaldir. Ama bir an evvel iyileşsen iyi edersin...
Herkesin çiftler halinde dolaştığı, ilişkilerin kurumsallaştığı
ortamlarda bekâr biri mızıkçının teki, düpedüz oyunbozucudur. Bu
yüzdendir ki evli çiftler gönüllü çöpçatanlık büroları gibi çalışır.
Komisyonsuz, bedelsiz, haftada yedi gün, günde 24 saat etraflarına
hizmet verirler. Hele öyleleri vardır ki işi gücü bırakır, hangi bekâr
arkadaşını hangi bekâr arkadaşıyla tanıştıracağının çetelelerini tutar.
Çevreyi genişletmek, adayların sayısını artırır. Sırf bu yüzden kolay
kolay arkadaşlık etmeyeceği insanlarla canciğer kuzu sarması takılanlar
vardır. Beğenilen bir aday çıkarsa hemen bekâr dosta haber verilir:
"Biriyle tanıştık, harika, muhakkak tanımalısın..." Beriki yazık, "Gidin
işinize kimseyle tanışamam, hem ben hayatımdan memnunum" diye
bekârlığını savunmaya çalışır. Başaramaz. Mizansenler yapılır.
Yemekler ayarlanır. Yapay randevular. İte kaka. İte kaka. Yeter ki
bozulmasın gül bahçesinin itibarı. Kimse kalmasın duvarların dışında...
Oyundur ya, herkes bilir oyun olduğunu, gene de hevesle oynanır işte.
Bu toplumda bekârlar özenle ayıklanıp tek tek avlanır. Çocukluk
hastalıkları geçmek zorundadır. Suçiçeğinden geriye en fazla belli
belirsiz bir iz kalır.
Elimizde fenerler, yürüyoruz gül bahçesinin içinde. Her şeye
rağmen şikâyetçi değiliz. Artısı eksisinden fazla. Gül bahçesi ne de olsa.
Güzel manzara, hoş rayiha. Gene de bazen aklımıza esiveriyor. Efsanevi
aşklar yaşamak istiyoruz içten içe. Rapunzel'in saçlarından büyülü
kuleye tırmanmak ya da beyaz atlı prensin atının terkisine atlayıp
doludizgin gitmek istiyoruz belirsizliğe. Mutfakta tencere yemekleri
yaparken, gözlerimizi kapatıp hayaller kuruyoruz. Dolmalarımıza pirinç
ve tuz kadar içimizde ukde kalan aşkları da dolduruyoruz. Akşam
kocalarımız eve gelince "Eline sağlık hanım" diyor. "Ne var bunun
içinde?" Gülümsüyoruz. Hayallerimizi kurumasınlar diye buzdolabı
downloaded from KitabYurdu.org
46
poşetlerine koyuyor, ağızlarını sıkı sıkı kapatıyoruz. Taze taze
bekliyorlar buzluklarımızda... Donmuş donmuş bekliyorlar.
Çelişkiler yumağı insan... çelişkiler yumağı her evlilik...
Bilmem ki buralardan geçip de dikeni de, gülü de aynı anda
hissetmeyen var mıdır bu kırmızı-pembe bahçede?
downloaded from KitabYurdu.org
47
Leyla Hanım'ı Kim Alacak?
Sene 1926. Haftalık Mecmua o güne kadar duyulmamış bir anket
başlattı: "Leyla Hanım'ı Kim Alacak?" Kurguya göre saygın, nezih ve
varlıklı bir İstanbul ailesinin biricik kızları olan Leyla Hanım'ın evlenme
yaşı gelmişti.
Son derece güzel ve ahlak bakımından emsalsiz diye nitelenen
Leyla Hanım, bir türlü kiminle evleneceğine karar veremiyordu. On
dokuz yaşında olup, evde kalması an meselesi olduğundan, dergi,
okurlarına "yardım" çağrısı yapıyordu. Damat adaylarını okurlara uzun
uzun tanıttıktan sonra birini seçmelerini istiyordu. Anket 17 sayı sürdü.
Ve umulanın ötesinde bir ilgiyle karşılandı, 9 500'ün üzerinde cevap
geldi. O güne kadar hiçbir yayına bu kadar ilgi gösterilmemişti.
Anlaşılan yeni Cumhuriyet'in vatandaşları işi gücü bırakmış, hiç
tanımadıkları Leyla Hanım'a münasip bir koca aramaktaydı harıl harıl.
Ankette belirtilen koca adayları dönemin "erkeklik" kodlarını
göstermesi bakımından son derece ilginç. Değerli tarihçi Zafer Toprak'ın
belirttiği gibi "yarışmada erken Cumhuriyet'te revaç bulan mesleklerden,
her yaştan ve tabakadan talipler tanımlanmıştı." Toplam on adet aday
vardı. Bir: Yakışıklı doktor Necmettin Şükrü Bey. (Ankete göre tek
olumsuz yanı, zührevi hastalıklar doktoru olması ve gün boyu "kötü"
kadınları muayene etmesiydi.) İki: Dava vekili Talat Şevki Bey. Ailenin
hukuk işlerine bakıyordu. Dürüst ve güvenilirdi. (Falsosu: Henüz
yükselmemişti.) Üç: Genç diplomat Nusret Reşit Bey. Hali vakti iyi,
tahsili mükemmeldi. (Falsosu: Leyla Hanım'ı alıp uzaklara götürecekti.)
Dört: Türk ordusundan Selami Bey. Cihan Harbi'nde, nice cephede
kahramanlıkları görülmüştü. (Falsosu: Yaşça Leyla Hanım'dan epeyce
downloaded from KitabYurdu.org
48
büyüktü.) Beş: Tüccar Kürkçüzade Rıfat Bey. O günün şartlarında dahi
birkaç milyon lirası vardı. (Falsosu: Nasıl kazanıldığı belli olmayan bir
birikime sahipti. Eskiden ambar memuruyken birdenbire paralanmıştı.)
Altı: Ünlü yazar Şinasi Hikmet Bey. Güler yüzlü ve zekiydi. Çok
okunan bir yazardı. (Falsosu: Altı üstü gazeteciydi!) Yedi: Mebus
Muhtar Fevzi Bey. Avrupa'da eğitim görmüştü. Büyük ihtimalle yakında
vekil olacaktı. (Falsosu: Yok!) Sekiz: Profesör Fuad Hüsameddin Bey.
Darülfünunda bir kürsü sahibiydi. İnce ruhlu, kültürlü ve birikimli bir
insandı. (Falsosu: Kitapları fazla sevmesi.) Dokuz: Yakın akrabadan
Ekrem Bey. Leyla'nın annesinin dayısının oğluydu. Zaten gençler
beraber büyümüşlerdi. Çok iyi tenis oynar, ata binerdi. Robert Kolej
mezunu ve bankacıydı. (Falsosu: Yok!) On: Musikişinas Ercüment Baha
Bey. Milli operalar besteliyor, çok güzel keman çalıyordu. (Falsosu: Ne
de olsa "çalgıcı" idi!)
Yurdun dört bir köşesinden cevaplar yağdı. Peki genç ve dinamik
Türkiye Cumhuriyeti'nin okurları hangi adayı seçtiler dersiniz?
Kadın okurlardan en fazla oyu Kürkçüzade Rıfat Bey aldı.
Anlaşılan adam çalıp çırpmış da olsa, helali hoş olsun diye düşünüyordu
niceleri. Zaten tüccar olması başlı başına bir iltifattı. Cumhuriyet erken
dönemde ticaretin geleceği parlak, tüccar koca adaylarının şansı daha
fazlaydı. Ancak genele bakıldığında Ekrem Bey'i seçenlerin oranı da
hayli yüksekti. Ekrem Bey'in akrabadan olması kadar, bankacılığı da
bunda rol oynamıştı. Hem "eloğlu" değil, hem de yeni ulus-devletin en
geçer akçe mesleklerinden birini yürütüyordu: Banka yöneticiliği. Son
olarak, dönemin bir başka gözde mesleği: Mebusluk. Fevzi Bey de epey
oy toplamıştı.
Okurların gazeteci, sanatçı ve profesör koca adaylarını bir çırpıda
elemelerine bakılırsa o günden bugüne pek fazla şey değişmemiş
memlekette. Entelektüel birikim ve yazı ve sanat o zamanlarda da, tıpkı
bugün olduğu gibi hor görülüyormuş. Bu arada Gelibolu'dan yazan bir
downloaded from KitabYurdu.org
49
okur, soruya soruyla karşılık vermiş: "Bir kere de Leyla Hanım'a
sordunuz mu?"
downloaded from KitabYurdu.org
|