İncinin İmtihanı
Memleketim... Memleketim inci parçası. Saklasa da kendini zaman
zaman, kapansa da içine, güzel ki ne güzel, renkli ki ne renkli. Işıldar,
parlar, istiridye içindeki inci misali, Doğu ile Batı arasında bir nadide
cevher. Memleketim benzemez başka ülkelere, bir kendine benzer.
Batı'nın en Doğulu ülkesi, Doğu'nun en Batılı ülkesidir ya, araftadır nice
zaman. Zordur arafta olmak XXI. yüzyılda, böyle hoyrat
kutuplaşmaların olduğu bir ortamda. Zordur kalıplara uymamak,
klişelerden ve kalıplardan geçilmeyen bir dünyada. Memleketim zoru
başarır, sentezlerden yepyeni ve yaratıcı sentezler çıkarır. Renklerden bir
demet. Çoksesli bir demokrasi. Katmanlı ve kadim bir kültür. Gelenek
ile modernitenin dansı. Sanatçılar için sonsuz ilham kaynağıdır.
Bereketlidir. Kolay anlaşılmaz, kategorilere sığmaz, karmaşıktır.
Gizemlidir. Zengindir. Edepli insanların, gözlerinin içi gülen genç
kızların, duygusal delikanlıların, çok şey bilen anneannelerin diyarıdır.
Gergin günler bunlar. Gazeteleri korka korka açtığımız, televizyon
haberlerini tedirgin, keyifsiz dinlediğimiz günler. Kardeşin kardeşe
şüpheyle baktığı, sokaklarda gerilimlerin yaşandığı günler geçirdik. Bu
günlerde memlekete en fazla zarar verecek olan şey, basit gibi görünen
dört harfli bir kelime: ÖFKE.
Ta ezelden beri Âdemoğullarının ve Havvakızlarının en büyük iki
düşmanından biri kibirdir, diğeri ise öfke. İkisine de kapılmak o kadar
kolay ki. İkisi de zehirdir halbuki. Üstelik sinsi sinsi zehirlerler insanı,
çaktırmadan, kendini ele vermeden. Öfke evvela onu içinde taşıyanı
downloaded from KitabYurdu.org
87
zehirler. Hızla yaşlandırır, yüzünün rengini soldurur, gözünün ferini.
Bulaşıcıdır. Bir insandan bir insana, bir gruptan bir gruba hızla yayılır.
İnsanlık öfkeye karşı aşı icat edemedi henüz.
Bugünkü ortamda en kolayı kızmak, köpürmek. Yangına körükle
gitmek. "Öteki" hakkında suçlayıcı laflar etmek. Bugün en kolayı
birilerine hakaret etmek, küfretmek, söylenmek. Bağırıp çağırmak,
"onlar"ı suçlamak, dışlamak, itelemek, ötelemek, ötekileştirmek...
Kürt-Türk kutuplaşması yaşanmaması için şu öfkeli hallerimizi kontrol
altına almak durumundayız. Kim her ne sebepten dolayı her kime kızgın
ise, öfkeden kimseye hayır gelmediğini unutmamalı. Sakin olabilmek bir
erdemdir. Kızmamak, heyheylenmemek, galeyana gelmemek, kişisel ve
toplumsal olgunluk belirtisidir. Meclis'teki milletvekillerinden sokaktaki
vatandaşa kadar hepimiz sükûnet ve olgunlukla imtihan edilmekteyiz.
Bu sınavı geçebilecek miyiz?
Önümüzdeki iki kazan var dostlar, kazan ki önemli metafordur
Osmanlı'dan bu yana. Mutfağımızda iki kazan duruyor yan yana,
ikisinde de bir aş pişmekte. Birincisi Çözümsüzlük Kazanı. Fokur fokur
kaynıyor. Ağzımızdan çıkan her kem söz, her suçlama, her öfkeli ve
kibirli laf ve şiddete dayalı her uygulama o kazana "malzeme" olarak
giriyor. Öfke öyle bir aş ki, ağılı. Kimse el süremez. Kimsenin karnını
doyurmaz. Çözümsüzlük Kazanı'nın yemeğini ne biz yiyebiliriz, ne
gelecek kuşaklar.
Beriki kazan ise Barış Kazanı. Onda da bir aş pişmekte. Kürtler ile
Türklerin bu memlekette beraberce huzur içinde yaşamaları için atılan
her adım, ağızdan çıkan her yumuşak söz, geliştirilen her açılım,
şiddetten yana değil, huzur ve ahenkten yana her girişim bu kazana
"malzeme" olarak girmekte. Aş pişmekte.
Çözüm mü çıkacak kolektif mutfağımızdan yoksa çözümsüzlük
mü? Bize bağlı. Beraber ve demokrat yaşamanın kıymetini bilecek ve
koşullarını geliştirecek miyiz? Bize bağlı. Meclis'te, sokaklarda,
downloaded from KitabYurdu.org
88
meydanlarda, medyada, okullarda, üniversitelerde ve dahi evlerimizde
tek tek her birimizin öfkemizin ayarını sonuna kadar kısmamız gerek.
Yoksa öfkeli nefesimizin rüzgârı Barış Kazanı'nın altındaki ateşi
söndürür biz farkında olmadan.
downloaded from KitabYurdu.org
89
downloaded from KitabYurdu.org
90
Gelseydi Keşke
Evlenebilmek için ailelerine karşı çıkmak zorunda kalan gencecik
bir çiftin öyküsüdür bu. Tanıdık bir hikâye. Ve hayat kadar hakiki.
Kadın henüz yirmilerinde. Sesi billur, yüreği sırça. Hayallerini kilitli
çekmecelerde, naftalinli sandıklarda saklayarak büyümüş. Öylesine içine
kapanık ve suskun. Dört çocuklu bir ailenin en büyük kızı. Kendini bildi
bileli hep fedakârlık yapmış, kardeşlerine bakmış. Ağırbaşlı, sorumluluk
sahibi. Hayatta kendine ayırabildiği tek bir meşgale var. Üzerine titrediği
bir tanecik alan: Müzik. Türkü söylüyor bir halk korosunda. O solo
aldığında herkesin yüzü gülüyor. Dinleyenin içine işliyor kırılgan sesi.
Buğulu cam gibi.
Erkek kadınla hemen hemen aynı yaşta. O da müzisyen. Aynı
koroda bağlama çalıyor. Böyle tanışıyorlar. İlk günden başlayan
karşılıklı çekim, kısa sürede aşka dönüşüyor. Beraberken bile birbirlerini
özlüyorlar. Ayrı kaldıklarında birbirlerinin yolunu gözlüyorlar. Hasretin
bir katresi bile ağır geliyor, geçmiyor saatler. Aşk bir sihirli halı gibi
uzanıyor ayaklarının altında; haftalar, aylarca yere basmadan yaşıyorlar.
Akılları bulutlarda, yürekleri pır pır. Biri söyleyip biri çalarken
etraftakiler mest olmuş bir halde dinliyor. Herkes onların birbirleri için
yaratıldıklarını, bir elmanın iki yarısı gibi bir bütünü tamamladıklarını
söylüyor. Ne var ki biri Alevi, öteki Sünni. Gerçi genç kadın ile genç
erkeğin gözü bu tür ayrımları görmüyor. Ama aileler. Ama konu komşu.
Ama toplum. Hep bir ama var etrafta...
"Hangi çağda yaşıyoruz? Hepimiz aynı mayadan, aynı hamurdan
değil miyiz?" diyor genç adam. Kızgın. Kırgın. "Konuşuruz
ailelerimizle. Anlatırız. Güzellikle söylersek anlarlar."
downloaded from KitabYurdu.org
91
Kadın ise düşünceli, karamsar. Babasının asla Sünni biriyle
evlenmesine izin vermeyeceğinin bilincinde. Ne yapması, kime
danışması gerektiğini bilmiyor. Aşk bir cendere olmuş, burgu gibi
yüreğini sıkıyor. Nihayet cesaret edip annesine durumu çıtlattığında
gördüğü tepki korktuğundan da beter oluyor.
"Sakın" diyor annesi. "Zinhar. Etraf ne der sonra?"
"Elâlemin ne dediği, başkalarının oturup hakkımızda nasıl
dedikodu yaptığı, öz kızının mutluluğundan daha mı önemli?" Böyle
demek istiyor anasına. Kelimeler diziliyor boğazına. Yutkunamıyor.
Aynı gün, aynı saatlerde genç adam da babasına durumu açmaya karar
veriyor. Erkek erkeğe konuşacak onunla. Doğrudan, dürüstçe. Babası
sert bir adam. Çok içerdi eskiden, gerçi şimdilerde bıraktı. Herkes bir
parça çekinir gölgesinden. O da öyle olsun ister zaten. Çocukları
üzerinde otorite kurmuş ta başından beri. Sevilmekten ziyade korkulmak
isteyen babalardan. Sevgi zaten kendiliğinden gelir, aile fertleri
korkacaklar ki aile reisinden, hata yapmayacaklar...
Genç adam bir gün çocukları olduğunda, babasından çok farklı bir
baba olmaya kararlı. O "korkulan baba"lardan değil, "sevilen
baba"lardan olmak istiyor. Yemekten evvel birdenbire, babasına bir kıza
âşık olduğunu söylüyor. Sesi titriyor konuşurken, ama çabuk toparlıyor
kendini. Utanmayacak bu durumdan. İnsan aşktan utanır mı? Bir suç
işlemiş gibi davranmayacak. Kabahat değil ya sevmek, sevilmek. Başını
dik tutuyor.
"Baba müsaadenle biz evlenmek istiyoruz."
"Dur hele, acelen ne? Kimin nesiymiş bir bakalım" diyor babası.
O zaman söylüyor genç adam. Pat diye, saklamadan. "Alevi bir
ailenin kızı."
"Unut" diyor babası. "Bize yaramaz. Bu kızı bize gelin diye
getirmeye kalkarsan seni evlatlıktan atarım."
Nasıl bir şey evlatlıktan atmak? İnsan bir kalemde siler mi öz
downloaded from KitabYurdu.org
92
evladını, kanını canını, sırf kendine ait bir hayatı ve hayali var diye?
"Baba..."
"O kızla evlenmeye kalkarsan bu evden bavulunla çıkarsın. Bir
daha annenin yüzünü göremezsin."
Genç adam kalıyor öyle. Ellerini yumruk yapmış farkında bile
olmadan. Gidecek bir yeri yok. Ama şu anda hiçbir şey umurunda değil.
Senelerce tehditle sağlanan bir otoriteyle büyüdü. Otorite, sevgi demek
değil. Babası bu ikisi arasındaki ayrımı göremiyorsa beyhude yaşamış
bunca seneyi. "Cenazeme de gelmeyesin" diyor babası o kapıdan
çıkarken.
Genç adam ve genç kadın evlendiklerinde nikâhlarında bir avuç
insan var. Bu halde İstanbul'dan ayrılıp sakin bir kasabaya yerleşiyorlar.
Bir kızları oluyor. Ona hem Aleviliği hem Sünniliği öğretiyorlar. Ona
insanın insana değer verdiği bir muhabbet felsefesi veriyorlar. Genç
adam kendi kendisine verdiği sözü tutuyor. Babası gibi bir baba
olmuyor. Sevmekten de, sevdiğini göstermekten de çekinmiyor.
Sekiz sene geçiyor aradan. Babasının fenalaştığı haberini alıyor.
Kızının elini tutup gidiyor İstanbul'a. Hastanın durumu ağır. Yaşlanmış
iyice. Çoktan azalmış gözünün feri. Ömrü hayatının sonlarına geldiğini
anlayan her insan gibi onun da bakışlarında bir başkalık var.
İlk defa gördüğü torununa bakıyor uzun uzun, sonra oğluna
dönüyor. "Karın nerede?" diye soruyor.
"Getirmedik" diyor oğlu. "Görmek istemezsin diye düşündüm."
"Olur mu, gelseydi keşke..."
Son sözleri bunlar. Bir ömrü noktalayan iki kelime...
downloaded from KitabYurdu.org
93
Dışarı Korkusu
Çocukluğumun bir kısmı İspanya'da geçti. 1970'lerin An-
karası'ndan sonra Madrid alabildiğine farklıydı, renkliydi. Zil, şal ve gül,
şendi. Sokaklarda ne kadar çok kadının yürüdüğünü gördükçe
şaşırdığımı hatırlıyorum. İspanyol kadınları ürkek değildi. Bedenlerini
ve kıyafetlerini bir yük gibi taşımıyorlardı. Kamusal alan sadece
erkeklere ait değildi, herkesindi.
Madrid'dekinden tamamen farklı bir kamusal alan düzenlemesini
seneler sonra Amman ve Şam gezisinde gördüm. Amman sokakları daha
farklı bir yazı konusu, ama Şam sokakları ağırlıklı olarak erkeklere aitti.
Etraftaki yayalar, görevliler, sürücüler, seyyar satıcılar, ekseriya erkekti.
Orada yabancı olmak, kadın olmak, farklı olmak anında dikkat çekiyor,
bireyi boğan bir hal alıyordu.
Bir an için iki hayali şehir düşünün. Birinin sokaklarında,
meydanlarında sadece erkekler olsun. Diğerinin kamusal alanında
kadınlar ve erkekler beraber ve özgürce dolaşsın. İki şehrin bireyler
üzerindeki etkisi aynı değil. Ritmi, enerjisi, havası aynı değil. Kamusal
alanların sadece erkeklere açık olduğu yerlerde hayat daha yekparedir.
Farklılıklara daha kapalı, daha tahammülsüzdür. Dolayısıyla daha
baskıcıdır.
On bir yaşında gittiğim İspanya'da seneler boyu kadınların
kamusal alandaki etkinliğini görmek bende derin izler bıraktı. En az
bunun kadar bana hayret veren bir başka şey daha vardı: Engellilerin
gündelik hayata yoğun katılımı. Madrid'de sokaklarda, mağazalarda,
sinemalarda, lokantalarda ve işyerlerinde ne kadar çok engelli insanın
olduğunu gördüm. Sadece fiziksel engelliler değil, aynı zamanda
downloaded from KitabYurdu.org
94
zihinsel engelliler de dışarıda, hayatın içindeydi. "Görünmez" değillerdi.
Kimse "utanmıyor", "saklamıyor", "yok saymıyordu."
Belki farkında değiliz ama bu kadar çok zihinsel ve fiziksel engelli
insanı hayatın her aşamasında, şehrin her noktasında görmeye alışkın
değil bizim gözlerimiz. Bu bizim kendi ayıbımız. Kendi kusurumuz.
Engelli insanların hayata dört dörtlük katılmalarının önünde doğuştan ya
da sonradan bir "mâni" varsa şayet, bizim önümüzde de daha büyük bir
"zihinsel mâni" var aşmamız gereken.
Türkiye'de binlerce zihinsel ve fiziksel engelli yaşıyor, kimi çocuk
kimi yetişkin, tıpkı başka ülkelerde olduğu gibi. Tek farkla: Bizde
"farklı" görünen insanlar o kadar kolay dışarı çıkmıyor, çıkamıyor.
Fiziksel olarak farklı görünen insanlar "dışarı korkusu" yaşıyor. Onları
gözlerimizle, sözlerimizle dışlıyoruz. Biz engelli insanlarımızı eve
kapatıyoruz. Bu kültürel ve toplumsal duvarı delebilenler ise çoğu
zaman dışarıda pes ediyor. Çünkü şehir hayatı onları düşünerek
planlanmamış.
Ne kadar çok sayıda birbirinden farklı insan, eşit ve özgür şartlar
altında, ezilmeden ve horlanmadan, aynı sokakları, aynı mekânları
kullanmayı başarırsa, demokrasi kültürümüz de o kadar pekişir.
Demokrasi masa başında ya da kürsüde değil, hayatın içinde test edilir.
Bir insanın ne kadar hoşgörülü olduğu lafla değil, gündelik hayatın
içinde belli olur. Daha renkli, daha çoğulcu, daha eşitlikçi ve daha
hoşgörülü bir kamusal alandır ihtiyacımız olan. Hepimizin.
downloaded from KitabYurdu.org
95
Rahattan Rahatsız Olanlar
Kopenhag'dayım. "Avrupa ve Avrupalılıklar" üzerine uluslararası
bir konferansta konuşmacı olarak geldim buraya. Akademisyenler ve
yazarlardan oluşan konuşmacılar arasında Avrupa'nın her köşesinden
gelmiş insan var. Dinleyiciler ise Danimarkalı akademisyenler,
bürokratlar, diplomatlar, öğrenciler… sakin bir topluluk (hoş,
Danimarka'da herkes ve her şey sakin).
Buradaki seyirci Avrupa'nın başka yerlerinde gördüğüm seyircilere
kıyasla daha durgun, hatta daha kayıtsız.
Sanki Danimarka'da gençler çoktan terk etmiş Avrupa idealini.
İnanmıyorlar artık ortak bir Avrupa'ya. Gelip dinliyorlar, ama fazla
heyecanlandırmıyor onları bu mesele. Elle tutulur gözle görülür bir
kayıtsızlık var. Ve bilgisizlik. Bilhassa Türkiye söz konusu olduğunda.
"Avrupa'nın hudutları nerede çizili? Avrupa'nın siyasi sınırları ile
kültürel sınırları aynı şey midir? Avrupalılık diye ortak bir kimlikten
bahsetmek mümkün mü? Global kriz bütün bu tartışmaları nasıl
etkileyecek?" Bu katmanlı sorular edebiyat, sanat ve felsefenin
penceresinden tartışılıyor konferans boyunca.
Konu sık sık Türkiye'ye geliyor. "Türk edebiyatı Avrupa
edebiyatının içinde sayılamaz" diyor Romanyalı bir konuşmacı. "Ayrı
bir kültür sizinki." Nazikçe Türk edebiyatını ve kültürünü ne kadar
tanıdığını soruyorum. Cevabı bir hayli zayıf.
Doğu Avrupalıların bize karşı önyargıları derin. Ne yazık ki
Danimarkalıların da. Elimden geldiğince, dilim döndüğünce
anlatıyorum: "Türkiye sizin sandığınız gibi durağan bir Asya ülkesi
değil. Nasıl dinamik, nasıl genç, nasıl açık değişime, gürül gürül. Ve
downloaded from KitabYurdu.org
96
bizim edebiyatımız ve kültürümüz öyle çok sesli, çok renkli. Batı
dillerine yeterince kitap çevrilmediği için tanımıyorsunuz bu çeşitliliği.
Gelin görün İstanbul'u, çıkın kabuğunuzdan sizler de."
Türkiye'ye sempatiyle yaklaşan iki konuşmacı var. Biri İsveçli,
diğeri Yunanlı. Bilhassa Yunanlı akademisyen laflarına hep Türkiye'yi
överek başlıyor. Kırk yıllık dost gibiyiz.
Konferanstan sonra bütün konuşmacılar liman boyunca yürüyüşe
çıkıyoruz. Ve o zaman Kopenhag'ın ılık ve sakin enerjisi altın bir top
gibi düşüyor avuçlarıma.
Şehri hissediyorum. Gençler yerlerde oturmuş, kadınlar şortlarla,
kısa elbiselerle dolaşıyor. Kimsenin kimseye baktığı yok. Bisikletlerin
üzerinde bebekli-çocuklu genç anneler. Daltonlar gibi ailecek bisiklete
binenler, boy boy dizilmişler anne, baba, çocuklar. Bir rahatlık var
insanlarda. Bir telaşsızlık hali ki bize yabancı.
İstanbul'un öyle deli bir ritmi, o kadar yoğun bir enerjisi var ki, bu
sarmalın içinde debelenirken yorgun düşüyoruz bazen, yorgun
düştüğümüzü anlamaya vakit bile bulamadan. Ha bire bir yerlere
yetişmeye çalışıyoruz.
Milyonlarca insan bu haldeyiz. Milyonlarca yürek. Belki de
yapmak istemediğimiz işlere, o anda görmek istemediğimiz insanlara,
varmak istemediğimiz yerlere doğru telaş içindeyiz.
Durup düşünmeye vaktimiz olmuyor. Bir de bu yetmezmiş gibi
devamlı birbirimizi didikliyoruz. Birbirimizin enerjisini azaltıyoruz. Bu
arada şehri şehir ellerimizin arasından sarı sıcak bir kum gibi akıyor.
Dokunuyoruz İstanbul'a, ama ruhunu kavrayamıyoruz. Bazen merak
ediyorum, biz İstanbul'da yaşayanlar İstanbul'u ne kadar yaşıyoruz?
Böyle zamanlarda Kopenhag gibi düzenli ve sakin yerlerin
enerjisiyle kıyaslıyorum bizdeki çılgın tempoyu.
Ve merak ediyorum hangisinde daha üretken olur acaba insan?
Burada mı, orada mı? Bizde hayat daha zengin ve derin, ama yıpratıcı.
downloaded from KitabYurdu.org
97
Burada daha düzenli ve yapıcı, ama sıkıcı. Ortası olsa keşke. Ortası
olabilir mi?
Kopenhag'da birkaç gün geçirdikten sonra başlıyorum İs- tanbul'u
özlemeye. Çılgın şehir. Bize rağmen hâlâ güzel olan, güzel kalan şehir.
Kalbi tıp tıp atan şehir. Sokakları mavi mor damarlar gibi incecik,
rengârenk ve bir ahenk. Karmaşık, çelişkili, her taşı altın olmasa bile
muhakkak birer hikâye olan İstanbul! Hiçbir şehir tutamıyor yerini.
downloaded from KitabYurdu.org
98
downloaded from KitabYurdu.org
99
Melankolik Sabahlar
Bayram sabahı uyandım. Neşe içinde olmalıyım, cıvıl cıvıl, kıpır
kıpır. Ama baktım, moralim limoni, nabzım tıp tıp melankolik atıyor.
Sebepsiz, mantıksız, öylesine, birdenbire. Hava parçalı bulutlu. Ha yağdı
ha yağacak. Battaniyeyi çekiverdim yüzüme. Kimseyi göresim yok, bir
günlüğüne görünmez olsam keşke. Hiçbir yerde durasım yok; gün
batana kadar göçebe olsam keşke. Hani kapıyı açıp yürümeye başlasam,
sanki hiç durmayacağım. Yürüye yürüye kendimi kutuplarda bulabilirim
ben bu ruh haliyle. Oradan, üzerinde kutup ayıları resmi olan bir
kartpostal satın alırım ve İstanbul'daki kendime postalarım. Derim ki:
"Sevgili Ben,
Merak ediyorum nereden kaynaklanıyor şu melankolik hallerin?
Nasıl oluyor da hem aileni, dostlarını, arkadaşlarını, okurlarını ve
ekseriya insanlığı bu kadar seviyor, sevebiliyor hem de zaman zaman
böylesine had safhada asosyal ve münzevi olabiliyorsun? Bir bulabilsem
dengeni... Bir anlayabilsem seni..."
Bayram sabahı uyandım. Kutuplara gitmek yerine, evde kaldım.
Kapı çaldı, açtım. Karşımda bir misafir. Tanıdık bir yüz, ta öteden.
Çocukluğumdan beri zaman zaman beni yoklayan o dipsiz ve
sebepsiz durgunluk ve kasvet, namı diğer Melankolianım (Melankoli
Hanım'ın hızla söylenmiş biçimi) bayram ziyaretine gelmiş. Elinde bir
kutu çikolata. Tabii ki bitter. Nasıl kışkışlarım? Nasıl "Git" derim?
Mecburen buyur ediyorum.
"Hoşgeldin Melankolianım..."
downloaded from KitabYurdu.org
100
Melankolianım siyah saçları sımsıkı topuz, ayağında ten rengi
çorabı, üzerinde şık bir nefti döpiyes, oturuyor salonda. İncecik, bir
gıdım fazlası yok, her zamanki gibi. Yanına ilişiveriyorum. "Söylesene"
diyorum, "neden insanlar, bilhassa kadınlar kimi zaman ansızın
melankoliye yakalanırlar? Biyolojik mi bunun sebebi? Kültürel mi?
Mistik mi? Ekonomik mi? Hormonlarımız mı bunu yapan, toplumsal
koşullanmışlıklarımız mı? Nedir ansızın kadınlara gelen hüzün
dalgalarının sebebi?"
Diyor ki bana: "Erkek genellikle güneş gibidir. Ya batar ya çıkar.
İktidar peşinde, ya kazanır ya tepetaklak yuvarlanır. Net, berrak, sade ve
yalın. Kadın ise ayın halleri gibidir. Parlarken bile bir yanı karanlıkta
kalır. En görünür olduğu zamanlarda bile bir parçası bulutların ardında...
Kadın muammadır."
"E ne yapacağız peki?" diyorum sabırsızlıkla. "Nasıl çıkacağız bu
hallerden?
"Çıkarız elbet, yeter ki kendimize ve etrafımıza dürüst olalım, rol
yapmayalım. Melankoliyi de benimseyip, seveceğiz. Ve onu bastırarak
yok etmek yerine, üretken enerjiye çevireceğiz" diyor. "Melankoliyi
görmezden gelmek çözüm değil. Onun yerine, alıp hamur gibi yoğurup
şekiller inşa edeceğiz. Hüzün dediğin yakışır insana, yakışır kadınlara.
Hüznü sanatın, edebiyatın ve yaratıcılığın emrine vereceğiz."
Hoşuma gidiyor söyledikleri. İlgiyle dinliyorum. "Sana tuhaf bir
yöntem önerebilirim" diye devam ediyor Melankolianım. "Derhal bir
kitabevine git, bir adet Cioran kitabı satın al. Hali hazırda bozuk akseden
moralin öyle bir hızla dibe vuracaktır ki, oradan sekip de su yüzüne
çıkman kaçınılmaz."
Cioran geçtiğimiz yüzyılın en bedbin, en karamsar, en ünlü
filozoflarından. Romanyalı. Tesadüf değil Romanya'dan çıkmış olması.
Onun gibi damardan kasvet bir ses Kanada'dan, Las Vegas'tan ya da
Kanarya Adaları'ndan çıkacak değildi ya. Doğu Avrupa'dan çıkacak
downloaded from KitabYurdu.org
101
haliyle. Öyle bir adam düşünün ki, daha üniversite yıllarında hayatı
didik didik ederek sorgulamaya başlasın. Öyle bir genç adam düşünün
ki, henüz 23 yaşında kaleme alıp yayımlattığı felsefe kitabının adı
"Ümitsizliğin Doruklarında" olsun. Bu yapıtında Bergsonculuğu,
yaşadığımız hayatın kaçınılmaz bir biçimde trajik olan boyutunu
anlayamamakla ve açıklayamamakla suçlar Cioran. Zor adamdır
vesselam! Bir başka başyapıtıÇürümenin Kitabı'nda şöyle der:
"Kökeninde yıkıma mahkûm olmayan hiçbir 'yeni hayat' görmedim
şimdiye kadar. Her insanın zaman içinde ilerleyip bunalımlı bir geviş
getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme niyetine de ümitlerini
soldurup kendi içine düştüğünü gördüm."
Sevgili kadınlar, bir sabah uyanır da Melankolianım'ı salonunuzda
bulursanız, kovmayın onu. İlginç kadındır, tanımaya değer. Cioran okur,
Leonard Cohen dinler, renklerden en çok griyi sever. Bir bardak çay için
karşılıklı. Tanışın kendisiyle. Hoşsohbettir, şöhretinin aksine. Ve ne
zaman ruh haliniz tökezlese, sizden daha bedbin birinin sesine kulak
verin. Belli olmaz iyi gelebilir. Çivinin çiviyi söktüğü olmuştur.
downloaded from KitabYurdu.org
102
downloaded from KitabYurdu.org
|