Kadınları Sevmeyen Kadınlar
Öyle kadınlar var ki, "dünyaya bir daha gelseniz ne olarak gelmek
isterdiniz?" sorusuna, "tabii ki kadın olmak isterdim" diye cevap verecek
kadar cinsiyetleriyle barışık görünürler, ama gene de bir türlü
hemcinslerini sevemezler. Kadınları sevmeyen kadınlardır bunlar.
Tanırız onları. Ömrü hayatımız boyunca defalarca karşılaşırız. Okulda,
sokakta, işte, evde, alışverişte, her yerde... Kimi zaman latif bir dantelli
tülle saklarlar bu eğilimlerini; kimi zamansa saklamaya gerek duymaz,
aşikâr ederler. Hatta zaman zaman bir salgın hastalık gibi yaygınlaşır
kadınları-sevmeyen-kadınlık hali; gribe yakalanır gibi bizler de
yakalanırız. Bir bakmışız kadınları sevmeyen kallavi laflar ediyor,
kendimizi hemcinslerimizden ayrı tutuyoruz. Farkına varmazsak alır
başını ilerler bu eğilim, iyileşemeyiz. Hayatımız boyunca üzerimize
yapışıp kalır bu sevgisizlik; hastalık kronikleşir. Durumun ayırdına varıp
ruhumuzu tedaviye alırsak geçer. Geçer ve geride kalır.
Kadınları sevmeyen kadınlık hallerinin ilk ipuçları aslında
çocuklukta yatar. Biyolojik sebeplerden ya da genlerden ötürü değil,
yetiştirilme ve sosyalleşme biçimlerimizden ötürü. Hani hep prenses
olmak üzere yetiştiriliyoruz ya, her masalın da malum on değil, yüz
değil, bir tek prensesi vardır. Kız çocukları masallardan sadece "güzel"
ve "prenses" olmaları gerektiğini değil, rekabeti de öğrenir. Külkedisi ve
ablaları, Pamuk Prenses ve üvey annesi... Kadınlar masallarda hep
hemcinsleriyle uğraşır.
Kendi aralarında oynayan çocuklara bakın. Aniden bir kız çocuk
çıkar, bir başka kız çocuğuna durup dururken kötü davranmaya başlar.
Onu "oyun dışı" ilan eder, cezalı gibi köşede beklemesini ister. Sırf o da
downloaded from KitabYurdu.org
104
kız olduğu için. Sırf varlığı sinirine dokunduğundan. Çocuklukta fazla
göze batmayan bu hırçın eğilim ergenlikte tavana vurur. Genç kızların
kendi aralarından birini ya da birkaçını düpedüz "öteki" ilan edip,
dışlama hevesleri gencecik yüreklerde sızım sızım hikâyeler bırakır.
Öteki genç kızın kıyafetleri, tavırları, konuşması, bizzat varlığı
alay ve eleştiri konusu olur. Dünya edebiyatının ünlü kadın
yazarlarından Margaret Atwood bir romanını sırf bu tema üzerine
kurmuştur. En yakın kız arkadaşları tarafından dışlanan, onlara
yaranmak için çabalayan, çabalarken hırpalanan ve yaralanan bir genç
kızın ağzından yazmıştır.
Ama bazen kadın yazarlar da hemcinslerini sevmeme hallerine
tutulurlar. Ve o zaman bu eğilim yazılarına sızar, kalemlerini
şekillendirir.
Çok sevdiğim ve gerek hayatıyla, gerekse kaleminin kıvraklığıyla
beni hep etkileyen Halide Edib Adıvar'ın kadınlardan çok
hoşlanmadığını düşünmeden edemiyorum bazen.
Hani kız kardeşlik bilinci, kadın dayanışması bir kenara, zamanının
kimi kadınlarının varlıklarına bile tahammül edemiyordu sanki. Mor
Salkımlı Ev, bu önemli yazarımızın dünyaya ve kendine nasıl baktığına
dair önemli ipuçlarıyla dolu bir eser. Nedense Adıvar burada dönemin
erkek entelektüellerini andığı halde, kadın yazarlarını görmezden gelir.
Mesela Fatma Aliye Hanım ya da Emine Semiye Hanım'a yeterli atıfta
bulunmaz. Halbuki aynı dönemde ve aynı topraklarda yaşayan gerek
Müslüman gerekse gayrimüslim kadın yazar ve şairlerle nice ortak nokta
vardı arasında. Bunları es geçmesi, hemcinslerinden uzak duruşu bence
düşündürücü.
*
Zihnimizin bir yerinde ne yazık ki hep "iyi kadın" ve "kötü kadın"
ikilemi duruyor. Bir sarkaç gibi tepemizde. Böyle öğrendik
annelerimizden, çevremizden, filmlerden ve kitaplardan. Daha
entelektüel olanlarımız bunu biraz daha sofistike bir dille "ideal kadın"
downloaded from KitabYurdu.org
105
ve "öteki kadın" yapıveriyor, ama ikilem değişmiyor. Halide Edib'in
henüz otuz yaşında yazdığı Handan romanı tam da bu ikilemi açığa
çıkarır. Orada yazar iki farklı kadın tipi çıkarır okurun karşısına. Bir
yanda Neriman, bir yanda Handan.
Tatlı huylu, isyan nedir bilmeyen, evcimen, son derece sıradan ve
sıradanlığıyla yüceltilen kadın tiplemesidir Neriman. Alabildiğine
edilgendir. Her türlü hırstan, arzudan, kavgadan arındırılmıştır. Kocası
onu şöyle anlatır: "Hayatı bir işkence, bir burgu, bir ateş yapan
kadınlardan sonsuz olarak kendisini uzaklaştıran sade ve samimi bir
kız..."
Romandaki zıt kadın karakter ise Handan'dır. İlk bakışta dişi
canavar gibi gelir okura. Ne var ki Handan'ı çekici kılan bir özellik
vardır: Beyni. Hatun akıllıdır, kültürlüdür. Bilim, felsefe, sanat, edebiyat
gibi konularda, üstelik erkek meclislerinde rahatlıkla konuşabilecek
kadar birikimlidir. Erkeklerin tekelinde olan bilgi ambarını delebilmiş
nadir kadınlardandır. Halide Edib Adıvar'ın pek çok romanında olduğu
gibi burada da bir "ideal kadın" tiplemesi öne çıkar, bir de "cariyelik
geleneğini sürdüren kadın." İdeal kadınlar ne kadar dirayetli,
vatanperver, akıllı, azimli, cinsiyetsiz ve kadınlıktan uzak ise, cariyeliği
sürdüren kadınlar da o kadar edilgen, kadınsı ve sınırlıdırlar. Mesele şu
ki erkeğin hayatında her iki kadın tipine de yer vardır. Birine karısı,
çocuklarının annesi, evinin hanımı olarak. Berikine arkadaş, fikirdaş,
yoldaş olarak. Birinin bedenine ihtiyacı vardır. Ötekinin beynine.
Margaret Atwood'un, Halide Edib Adıvar'ın zihinlerini ve
kalemlerini meşgul eden "Kadınları Sevmeyen Kadınlık Hikâyeleri"
bugün bizlerin karşılaştığı ikilemlerden o kadar farklı değil. Ama bir
nokta açık. Biz kadınlar birbirimizi kategorilere böldüğümüz,
hemcinslerimize hırçınca eleştirel bir nazarla baktığımız ve "kız
kardeşlik" kavramı yerine suni bir Prenses Rekabeti'yle hareket ettiğimiz
müddetçe değişmeyecek bu köhne kalıplar, değişemeyecek...
downloaded from KitabYurdu.org
106
downloaded from KitabYurdu.org
107
downloaded from KitabYurdu.org
108
Yazarlığın İki Altın Formülü
Yaptığım her imza gününde, gittiğim her edebiyat etkinliğinde
karşıma çıkan ilginç bir durum var: Saklı edebiyatçılar ülkesi Türkiye.
Potansiyel yazarlar ve potansiyel şairler ülkesi burası. O kadar çok
insandan benzer sözler duyuyorum ki: "Benim kızım da öykü yazıyor",
"Eşim senelerdir şiir yazar, hiç bırakmadı" ya da "Ben de gençliğimden
beri bir şeyler karalıyorum." Öğrenciler, ev hanımları, serbest meslek
sahipleri, doktorlar, memurlar... İlk bakışta edebiyatla ilgisi yok
zannettiğiniz bir insan pat diye aynı şeyleri söyleyiveriyor: "Ben de
yazıyorum." Ne tür şeyler yazdıklarını sorduğumda yarı mahcup
açıklıyorlar, bir sırrı paylaşırcasına. "Denemeler, öyküler, şiirler...
Defterler dolusu!"
"Ne güzel" diyorum. "Kaleminize kuvvet. Peki neden edebiyat
dergilerinde yahut sitelerinde yayınlatmaya çalışmıyor, dosya yapıp
yayınevlerine
yollamıyorsunuz?
Niçin
yazılarınızı
kendinize
saklıyorsunuz?" Tuhaf bir sessizlik oluyor. Yazmak tamam da,
yazdıklarını paylaşmak zor. Bir genç kız büyük bir açıklıkla itiraf
ediyor: "Reddedilirim diye korkuyorum."
"Reddedilebilirsiniz, doğru. Kimse bunun garantisini veremez.
Ama reddedile reddedile başarılı olan o kadar çok yazar ve şair var ki
dünyada."
"Evet ama yayımlansa daha mı iyi olur, yoksa daha mı kötü?"
diyor kısık bir sesle. "Denemelerim yayımlansa beni tanıyan herkes
okur, o zaman da herkes eleştirir."
Eleştirirler ama sen gene de kapatma kendini. Eğer hayallerini ve
hikâyelerini hep kapalı bir kutuda tutarsan, inan ki o kutunun havası
downloaded from KitabYurdu.org
109
yetmez kelimelerine. Harf özgürlük sever. Harf sonsuzluk sever.
Kapılar, pencereler açık olsun ister. Püfür püfür essin yel. Dört bucak
yedi iklim sonsuzluk ister kelimeler. Ne kutu, ne çekmece, ne sandık
yeter. İnan ki havasız kalır ilham perisi kapatıldığı yerde. Kanatları
solar, benzi atar. Sen aç ruhunun kapılarını. Paylaş yazdıklarını cümle
mahlukatla. Aç kendini kâinata. "Eleştirilirim, yerilirim, aman yanlış
anlaşılırım" diye korkma. Eleştirilirsin, yerilirsin ve dahi yanlış
anlaşılırsın, doğru. Ama başka türlü nasıl büyür ki insan, nasıl eğitilir
nefs dediğin, nasıl mürekkebine kavuşur kalem?
Gelebilecek eleştirilerden çekindiğimizden yazmaya dair en temel,
en insani heves ve hayallerimizi bile bastırıyoruz. Ertelenen kitap
projeleriyle dolu zihinlerimiz. Halbuki pek çoğumuzun gönlünde bir
kitap yazmak var. Günün birinde, işler biraz daha rayına oturunca, bir
kenara üç beş kuruş para koyup çalışmak zorunda kalınmadığında oturup
yazılacak bir kitap... Kimisi hayat hikâyesini yazmak istiyor, kimi bir
tanıdığının başından geçenleri. Kimi geçmişin intikamını kitapla almak
istiyor, kimi kalıcı bir eser bırakmak. Kimi bir kurgu peşinde, öyle bir
kurgu ki sürekli yeniden yazılıyor zihinde. Fikirler güzel, ama
erteleniyor nedense. Halbuki kitap yazmanın gelecekle ilgisi yok.
Yazmanın tek bir zamanı var: "Şu anda, şimdi."
Yazarlığın kalıbı yok. Genelgeçer reçetesi yok. Her insanın hayatı,
kişiliği, mayası ve kimyası nasıl farklıysa, yazı serüveni de farklı olmak
durumunda. Kimi kırkından sonra yazmaya başlar, kimi en güzel
eserlerini gençliğinde verir. Kimi bir kitabı beş senede tamamlar, kimi
beş ayda. Hiçbir yol diğerine üstün değildir. Aslolan ortaya çıkan eserin
derinliğidir. Başkalarına bakarak değil, ancak kendi içimizi görerek
yazabiliriz. Her işte olduğu gibi burada da temel itki içeriden gelir
insana, dışarıdan değil. Ama gene de formül arayanlara
söyleyebileceğim tek şey şu: İki temel kaynaktan beslenir yazı. Birbirine
zıt, ama ikisi de kudretli iki ana akıntı eşlik eder edebiyatçıya.
downloaded from KitabYurdu.org
110
Formül bir: (Hınç/Hırs çarpı Emek artı Disiplin) bölü (Yal-nızlık).
Yazmanın ilk formülü kişisel hınçlar ve hırslarla bağlantılıdır. Kimi
yazarlar ve şairler kızgınlıktan, kırgınlıktan, hakkının yenildiği ya da
kıymetinin yeterince bilinmediği saplantısından, bir konuda kimsenin
kendileri kadar uzman olmadığı inancından yahut birilerine bir şeyler
anlatma arzusundan, bazen de kavgadan, kavgacılıktan beslenir. Hınç,
hırs ve öfke... Üçü de kudretli çarklardır. İnsanı üretken kılabilirler. Yanı
sıra muhakkak emek ve disiplin gereklidir, bir de tabii yalnız kalmak.
Yalnızlık olmadan yazarlık olmaz. Bu formül kısa vadede başarılı gibi
görünse de uzun vadede tavsar. Öfke keskin sirkedir, kabına zarar.
Hınçtan beslenen insan sonunda kendi bindiği dalı kesmeye başlar.
Formül iki: (Aşk/Tutku çarpı Emek artı Delilik) bölü (Yal-nızlık).
Burada temel etmen aşktır. Yaptığın işi sevdiğin için ve severek
yapmak. Akıl mantıkla açıklanamayan bir öte boyutta gezinmek. İnsan
niye âşık olduğunu bilebilir mi? Tek bildiği âşık olduğudur. Niyesi
değil. Yazıya da âşık olunur. Kişi severek ve tutkuyla yazar. Yaptığı işi
o kadar benimser ki yazmadan yaşamayı düşünemez bile. Disiplinin
yerini delilik almıştır. Yazmaya koyuldu mu durmadan, duramadan,
gece gündüz yazar. İçinden cin çıkartırcasına. Saatler, günler, aylar ve
senelerce gıdım gıdım biriken emek. Ve tabii bir de yazarlığın olmazsa
olmazı: Yalnızlık. Yazarlığın iki altın formülü var. Bu ikisinden
hangisinin seçileceği tamamen kişiye kalmış, kişinin ruhunun rengine.
downloaded from KitabYurdu.org
111
Balondan Görünen Dünya
Kapadokya'da bir bayram sabahı. Gün ağarmak üzere. Uzaklardan
gelen yabani ot ve çiçek kokuları, rüzgârın serin nefesine karışıyor.
Havada bir iyimserlik, bir beklenti, bir macera heyecanı. Vadide
yüzlerce insan toplanmış. Her milletten, her yaştan, her dili konuşan...
Yerde, göz alabildiğine sağlı sollu uzanacak şekilde balonlar yatıyor.
Uzaktan bakıldığında rengârenk kumaş toplarını andırıyorlar. Sanki
çılgın bir kumaşçı uğramış vadiye. Çılgın ve cömert. Dükkânındaki
bütün kumaş toplarını taşımış buraya, saça saça açmış. Rüzgârda her şey
renkli, her şey sürreel, her şey ve her yer yarı rüya yarı gerçek.
Bizler bir kenarda beklerken, devasa tüplerle balonların içlerine
hava dolduruluyor. Aynı anda elliden fazla balonun şişmesine,
şekillenmesine, büyümesine ve derken yükselişine tanık oluyoruz. Her
şey tamam olduğunda yolcular onar yirmişer sepetlere doluşuyor. Az
sonra gökyüzü benek benek balonlarla kaplandığında, o sepetlerden
birinin içinde bizler de varız. Bakıyoruz aşağıya, oradan bakınca
bambaşka görünen dünyaya.
Kapadokya'da bir bayram sabahı. Yerden metrelerce yükseklikte
bir balonun içindeyiz yakın dostlarla beraber. Sadece daha yukarı
çıkabiliyor ya da alçalabiliyoruz, hareket kabiliyetimiz bundan ibaret.
Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Direksiyon yok. Vites yok. Ne sağa
dönebiliriz, ne sola. Rotamız, bizden daha kudretli bir etmene, rüzgârın
iradesine kalmış. Biz ne yaparsak yapalım gidişata yön veremiyoruz.
Esen yelle beraber hareket etmek, diğer balonlar arasında kendimize
barışçıl bir yer açarak, kimseye çarpmadan ve çatmadan özgün bir yol
izlemek durumundayız. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Bundan ibaret
downloaded from KitabYurdu.org
112
balonun çabası... Mücadelesiz, rekabetsiz, gerilimsiz bir varoluş.
Aramızdaki arkadaşlardan en titiz, en mükemmeliyetçi ve her şeyi
kontrol etmeye en meraklı olanlarımız bile bu durumdan rahatsız
olmuyor. Balonun yönünü bizim değil, rüzgârın tayin ettiğini kabul
etmekte, ne tuhaftır ki, kimse zorlanmıyor. Halbuki İstanbul'da halimiz
ne kadar farklı. Şehir hayatında her şeyi planlamaya veya planladığımızı
sanmaya, kendimizi "Düşünen ve Kotaran Özne" olarak algılamaya o
kadar alışkınız ki. Halbuki balonun içindeyken, normal şartlar altında
unuttuğumuz bir teslimiyet ve hafiflik hissi geliyor üstümüze. Biraz da
çocuksu bir merakla dikiliyoruz sepette. O an herkes kendi kendisiyle
baş başa kalıyor. Kendi içine bir göz atıyor. Bir an için de olsa herkes
kendi bildiği dilde ve şekilde selam veriyor özüne, derununa.
Şafak söküyor Kapadokya'da. Gökyüzü eflatun ve pembe tonlarda.
Aşağıda dünya yepyeni bir güne hazırlanıyor. Olanca telaş, heves ve
hayhuyuyla. Arabalar, telefonlar, randevular, konuşmalar, vaatler,
kırgınlıklar, yanlış anlamalar... Balondaki bizler ise tüyden hafif, Sağır
Sultan'dan sağır olmuşuz. Dünyanın ürettiği hiçbir gürültüyü işitmeden,
hiçbir yükü sırtlanmadan öylesine duruyoruz semada. Seyrediyoruz
âlemi. Seyrediyoruz âlemdeki kendimizi.
Elbette bu, yüzyıllardır mutasavvıfların, öyle balonlara veya
tayyarelere binmeye gerek görmeden gayet yakından tecrübe ettikleri bir
halin kıyısı. "Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, kâh inerim
yeryüzüne seyreyler âlem beni" dememişler boşuna. Balondan bakınca
dünyanın orantıları değişiveriyor. Küçülüyor sıkıntılar. Aşağıdayken
devasa görünen şeyler buradan bakınca karınca boyutunda kalıyor. Düz
mantık, yerçekimine yenik düşüyor. Tasalar, hırslar, gayeler, didinmeler
hepten önemini yitiriyor. Zaman uzun, ince, ilerlemeci bir çizgi
olmaktan çıkıyor; ufacık ve rengârenk sarmallara dönüşüyor. Her şey
geçici. Aslolan şu an ve şimdi.
Ara sıra yapmak lazım bunu. Balondan bakmak lazım dünyaya.
downloaded from KitabYurdu.org
113
Bilhassa şu anda depresyonda olanlara ya da monotonluktan sıkılanlara,
aşktan ve muhabbetten uzak kalanlara ufacık bir tavsiye bu. Gidin
Kapadokya'ya. Gün ağarmadan çıkın bir balona. Açıları değiştirin. Bir
de o yükseklikten ve dinginlikten bakın hem içinize hem cümle kâinata.
Beklemediğiniz kadar iyi gelebilir.
downloaded from KitabYurdu.org
114
Neler Oluyor Bize?
Bir okurum Adana'dan bir mektup yollamış. İçten, duygusal,
samimi. Bugünlerde bir öğretmen olarak, bir kadın olarak, bir anne
olarak, bir insan olarak gazeteleri okumakta zorlandığını söylüyor. "Bize
neler oluyor?" diye sormuş ardından. "Böyle değildi bu toplum. Nasıl bu
hale geldik? Utanç duyuyorum. İnsanlık adına."
Peş peşe gelen taciz ve cinayet haberleri tüm ülkeyi derinden
sarsıyor. Ama bu tür insanlık dışı hadiselerin bu toplumda daha evvel
yaşanmadığı, bugünlerde arttığı iddiası doğru değil. Benzer olaylar
eskiden de oluyordu, ama çoğunlukla duymuyor, konuşmuyorduk.
Gazeteler yazmıyor, kamuoyu tartışmıyor, politikacılar "görmüyor"du.
Yerel yetkililer bu konuda bir açıklama yapma ya da toplumu
bilgilendirme ihtiyacı hissetmiyordu. Kalın bir sessizlik perdesi
çekiliyordu, o kadar. Tıpkı "töre" cinayetlerinde olduğu gibi. Öteden
beri oluyordu bunlar. Tek farkla: Fazla duyulmadan kapanıyordu
hadiselerin üstü. Toplumun geri kalanı durumdan bihaber devam
ediyordu yoluna; bilmeden, görmeden, düşünmeden...
Bir toplum ne kadar feodal ve içine kapanık ise orada insanların
–özellikle kadınların– hayatı o kadar önemsizleşir. Kolektivite ve otorite
karşısında birey adeta çaresizdir. Sistem demokratlaştıkça ve kitle
iletişim araçları daha iyi bir şekilde işledikçe tek tek bireylerin varlığı
önem kazanır. O zaman sadece nüfus sayımında birer "rakam"dan ibaret
olmaz insanlar. Başlı başına eşit ve bağımsız bir birey olarak algılanırlar.
Öyleyse, bugün ensest, töre cinayetleri ve cinsel taciz hadiselerini geniş
downloaded from KitabYurdu.org
115
düzeyde konuşuyor olabilmemiz, aslında bugün dünden daha
demokratik ve açık bir toplum oluşumuzla ilintilidir. Bu bir paradoks
gibi görünse de, konuşabilen bir toplum, yazabilen bir toplum, yani
meseleleriyle yüzleşebilen bir toplum, "ortada hiç sorun yokmuş gibi
yapan" bir toplumdan daha ileridedir.
Bir kadın kurultayında bir konuşmacının çıkıp şöyle dediğini
hatırlıyorum: "Ensest ve yakın çevre içinde taciz gibi meseleler bizden
çok bireyci Batı toplumlarının sorunudur. Bizdeki aile yapısı o kadar
sağlam ve köklü ki böyle şeylere milyonda bir bile rastlanmaz. Bizim
aile yapımızda büyükler küçükleri korur, küçükler otoriteye saygı
gösterir."
Artık bu yüzeysel zannımız kırıldı. Ve kırılmasına ihtiyacımız
vardı. Gerçeklerle yüzleşmek için. Hakikatleri görmeden ve
kabullenmeden, kendimizi geliştiremez, güzelleştiremeyiz. Bir toplum
her meseleyi özgürce konuşabildiği ve yazabildiği ölçüde zenginleşir.
Konuşmak, konuşamamaktan çok daha iyidir. Bundan dolayı, olayların
üzerini kapatmaya çalışmak, "Aileler kendi aralarında anlaştı, siz
karışmayın" demek doğru değildir.
Siirt'teki gibi bir olay ortaya çıktığında yetkililerin basına çatmak
yerine şunu demesini tercih ederdim: "Bizler yaşananlardan dolayı
büyük bir üzüntü duyuyoruz. Kadın olsun erkek olsun, çocuk olsun
yetişkin olsun, tek tek her vatandaşımızın daha iyi, daha eşit, daha
özgürce yaşaması için ve bir daha bu tür karanlık hadiselerin olmaması
için elimizden geleni yapacağız, yapıyoruz. Siz de bize destek olun.
Beraber adım atalım."
Öte yandan inanıyorum ki nice Siirtli durumdan derin bir keder
duymakta. Onlar da bu tür hadiselerin her yerde olabileceğini, bu şekilde
damgalanmaktan üzüntü duyduklarını belirtiyorlar. Haklılar. Görsel ve
yazılı basında bu konuyu konuşurken meseleyi Siirt'e has bir günah
haline getirmemeliyiz. Siirt'i ve Siirtlileri dışlamadan, ötelemeden,
downloaded from KitabYurdu.org
116
ötekileştirmeden konuşmak ve yazmak durumundayız. Peki ne yapmalı?
Evvela kolektif bir bilinç oluşturmalı. Ortak duyarlılık, adap ve
vicdanımızdan feyzalarak. Bu bizim ortak meselemiz. Hepimizin!
Türkiye'deki kadınlar, eşler, anneler, anneanneler, kız kardeşler,
ablalar, gelin beraber adım atalım. Milyonlarca seçmeniz aslında biz. Ne
kadar güçlüyüz, ama farkında bile değiliz. Bugünden itibaren, siyasi
partilerin ve siyasetçilerin, kadınlar ve çocuklar için ne yaptıklarına
dikkat edelim. Daha çok kadın vekilin Meclis'e girebilmesi için
uğraşalım. Oyumuzu, desteğimizi bu konulara duyarlı olanlara verelim.
Zorda olan, darda kalan kız kardeşlerimize destek vermek için tek tek
neler yapabileceğimize kafa yoralım.
Birbirimizin kederine kayıtsız, birbirimizin hikâyesine bigâne
kalmayalım.
downloaded from KitabYurdu.org
117
downloaded from KitabYurdu.org
|