Bu Bir U2 Yazısıdır!
U2'nun müziği ile tanışmam üniversite yıllarıma uzanır. Gerçi The
Joshua Tree albümünden "With or Without You" ve "I Still Haven't
Found What I'm Looking For" şarkıları beni kalbimden fena halde
yakalamıştı. Ama benim için esas dönüm noktası 1991 senesi oldu.
Achtung Baby yeni çıkmış. Daha karanlık, damardan, cesur bir hava var
tüm albümde. Evde, yolda, kantinlerde sürekli "ONE" dinliyorum. Deli
gibi, döne döne. Sarmallar halinde kavrıyor ritmi ama en çok da lirikleri.
Araf romanında anlattığım Ömer karakteri, sevdiği her şarkıyı üst
üste onlarca, bazen yüzlerce kez dinleyebilen bir tuhaf adamdır. O
tipleme biraz da benim aslında. Öyle dinlerim sevdiğim müzikleri.
Takılmış plak gibi. Bir değil, bin kez defalarca çalabilirim, hiçbir
"tekrar" aynı değildir. Her yeni çalışta yeni bir şey yakalarsın. Sana bunu
yaptıran müzikle aranda bir sır vardır. Kimseye anlatamazsın.
İşte o dönem ben de aynen öyle dinliyorum "ONE" şarkısını. Bono
her ne kadar daha sonra sözleri yazarken iki Almanya'nın yeniden
birleşmesinden etkilendiğini söylese de, insanlığın pek çok haline uyan
bir parçadır bu. Grubun seyrüseferinde önemli bir kırılma noktasıdır.
Sanat ve siyasetin muazzam bir sentezidir. Hepimiz "Bir"iz, ama
hepimiz aynı değiliz. Birbirimizi taşıyoruz, taşıyoruz...
Zaman içinde U2'ya olan sevgim ve düşkünlüğüm zikzaklar çizdi.
Kimi albümlerini kimilerinden daha çok sevdim, daha fazla dinledim.
Kimi kampanyalarını isabetli, kimi tavırlarını gönlüme uzak buldum.
Ama seneler içinde U2'ya olan ilgim hiç azalmadı. Dakika başı yeni
grupların, her dem yeni sound'ların çıktığı bir ortamda onlar kalıcı
olmayı başarmakla kalmadılar. Aynı zamanda sosyal sorumluluk, insan
downloaded from KitabYurdu.org
152
hakları, eşitlik ve evrensel adalet gibi konularda tutarlı bir duyarlılık
gösterdiler. Bu yanlarını hep sevdim, önemsedim.
360 konserleri grubun seyir defterinde yepyeni bir sayfa açtı. Bu
sayfanın Londra konseri ayağını izledim. Ve o konserden ağzımda buruk
bir tat kaldı. Alıştığı suların rahatlığında yüzen bir U2 gördüm orada.
Kendini yenileme, hatta anlatma gereği dahi duymayan. Mesafeli.
Ne var ki İstanbul konserinde gördüğüm U2 çok daha başkaydı.
İstanbul konseri Londra konserinden bence on kat iyiydi. Bu sefer
seyirciyle diyalog kuran, anlamaya ve anlatmaya çalışan bir U2 vardı
karşımızda. Eski sevdam alevlendi.
Güzeldi konser. U2 İstanbul'a, İstanbul U2'ya pek yakıştı.
Peki biz onlara nasıl göründük acaba? Konser hakkında çok şey
yazıldı, ama bu soru nedense pek akıllara gelmedi. Bir an için devasa bir
göz olup sahnenin üzerine yerleştiğinizi farz edin. Kocaman, modern,
muazzam bir stat göreceksiniz. Ve on binlerce insan. Genci, orta yaşlısı,
kadını, erkeği, pırıl pırıl, heyecanlı. Burası Müslüman dünyanın incisi
Türkiye. Hiçbir yere benzemeyen. Nevi şahsına münhasır. Bir an için
kendinizi Bono'nun yerine koyun şimdi. O 360 derece kameradan bakın
etrafa. Ne göreceksiniz? Referandum öncesi gerilmiş bir ortam!
Birbirini kolayca yaftalayan, uzaktan damgalayan, kavramsal
kamplara bölen, kendine yakın bulmadığı isimleri anında çizen
reflekslerden uzak durmak zorundayız. Ben bu referandumda ne oy
vereceğimi
bilerek
açıklamadım.
Etraftaki
gerginliği
ve
tahammülsüzlüğü gördükçe doğrusu içimden oy kullanmak bile
gelmiyor bazen. İster "evet" deyin bu referandumda, ister "hayır" ama ne
olur bir tek şeyi unutmayın! Sadece "evet" diyenlerden müteşekkil bir
toplum da, sadece "hayır" diyenlerden müteşekkil bir toplum da benzer
biçimde tek renkli, tek sesli ve boğucudur. Aynılıktan beslenen her
sistem eninde sonunda tahakküme kayar. İnsanoğlu insan olabilmek için,
yani olgunlaşabilmek için, kendine benzemeyene muhtaçtır. Demokrasi,
downloaded from KitabYurdu.org
153
demokrasi olabilmek için çok sesliliğe muhtaçtır.
Öyleyse, bu referandumda "hayır" diyenlerin "evet" diyenlere,
"evet" diyenlerin de "hayır" diyenlere ihtiyacı var. Mademki insanız.
Mademki bu bir demokrasidir. Mademki hepimiz "Bir"iz ama hepimiz
aynı değiliz. Birbirimizi taşıyoruz, taşıyoruz...
downloaded from KitabYurdu.org
154
downloaded from KitabYurdu.org
155
Kendine Rağmen Sanat
Sağlığına dikkat etmemek bir sanatçı hastalığıdır. Üstelik
bulaşıcıdır. Bu hastalığa yakalananlar kendilerini lime lime edip
hırpalayarak yaşar. Doğu, Batı, Kuzey, Güney... Geçmişte ve bugün
hangi yöne giderseniz gidin, bedenine eziyet etmeyi vazife bilen
birtakım sanatçılara rastlarsınız muhakkak. Ressamlar, şairler,
müzisyenler, yazarlar, karikatüristler, film yönetmenleri... Bakar bakmaz
tanıyabilirsiniz onları. Yaşları genç bile olsa yaşlı bakar, yaşlı
konuşurlar. Mutlu bile olsalar mutsuz bakar, mutsuz konuşurlar.
İşin tuhafı bu hastalığa yakalanıp da durumundan şikâyetçi olan
pek yoktur. Tam tersine, kendini yıprattıkça daha çok, daha hızlı, daha
delice yıpratmak ister insan. "Kendine rağmen yaşamak" bir sanattır.
Bilen bilir. Yıkıcı, yakıcı, hoyrat ve haşin bir enerji topudur ki ellerinin
arasında topaç gibi çevrilir. Böyle yaşar kimileri. Zımpara kâğıdı gibi
kullanırlar yüreklerini. Sırf incitmek için sevdiklerini. En çok da
kendilerini. Dillerinin altında buzdan bir hançer taşıyan insanlar vardır.
Sinek gördü mü kaçırmayan kurbağa gibi, onlar da bir fırsat
çıkmayagörsün hızla çıkarır dillerini; yanlarındaki insanı durduk yerde
iğneler, sevgililerini acıtırlar. Boş zamanlarında ya da yalnız
kaldıklarında kendilerini kanatan insanlar vardır. Elleri, dizleri, yürekleri
görünmez yara bantlarıyla, sargılarla kaplıdır. O görünmez yaraları
görebilmek için onlardan biri olmak gerekir.
Fransa'nın gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından Jean Paul Sartre
günde iki paket sigara içer, aralarda boş kaldıkça bir pipo yakmayı ihmal
etmezdi. Konuşmayı seven bir adamdı; kelimelerini dumanla taçlandırıp
öyle havaya salıveren... Sık sık içki içer, hızını alamadığı günlerde
downloaded from KitabYurdu.org
156
amfetamin ve benzeri kimyasallar tüketirdi. Beyniyle deneyler yapmaya
kalkar, beynini bir deney hayvanı gibi incelemeye alırdı. Uçuktu. Zordu.
Kadınları anladığı, hatta sevdiği şüpheliydi ama kadınlar tarafından çok
sevildi. Bedenini hep hor kullandı. Birçok yazar gibi o da bedenini
beynine amade yaptı. Tüm ömrü boyunca sarhoş kalmaya çalıştı; bu
dünyaya ayık gözlerle bakmaya tahammül edemiyormuşçasına.
Şimdilerde ise Fransa'da yazarın posterleri basılırken elindeki sigara
bilgisayarda siliniyor. Gençler ondan etkilenip sigaraya özenmesin diye
Sartre'ın elinden düşmeyen sigarası resimlerinden kaldırılıyor.
Balzac ve kahvesi, Camus ve sigarası... KRSK, yani "Kendine
Rağmen Sanat Kulübü"nün müdavimleri durmayı bilmezler ve bilseler
bile zaten durmak istemezler; sigarayı, kahveyi ve aşkı bağımlılıkla talep
ederler. Bağımlılıkla ve bencillikle. Ve bir de sık sık hayal ile hakikat,
ölüm ile yaşam, dünyevi ile uhrevi arasındaki o incecik sınırda gezinmek
isterler. Daha da zorlamak için kalıpları, gözlerini bir ipek eşarpla
bağlayıp, ellerini iki yana açarak, ipte cambaz gibi yürürler hayatın
kıyısında... ha düştü ha düşecek....
"Nereden biliyorsun bunları?" diye sorarsanız bir sürü teorik cevap
verebilirim size. Kitaplardan, filmlerden, romanlardan örnekler... Ama
hepsinin ayağı azıcık havada kalır. Hepsi tüyden bir bulut gibi süzülür
eğer bir şeyi daha eklemezsem: "Kendimden." Kendimden biliyorum.
Kendi hallerimden.
Senelerce her kitabımı kendimi yıpratarak yazdığım ve bedenimi
ihmal etmeyi marifet saydığım ve etrafımda buna benzer daha nice
sanatçı vakası gördüğüm ve onların da serüvenlerine tanıklık ettiğim için
aşinayım bu yaşam tarzına. Sigara, kahve, sigara, kahve... eşliğinde
günler, haftalar, aylar, mevsimlerce kapanarak yazmak ve bedenini,
değil sağlıklı ya da dinç kılmak, neredeyse "öteki" belleyerek itmek,
ötelemek... "Beyni" tahta oturturken, "bedeni" küçümsemek... Pinhan'ı
yazarken ana gıdam kahve ve sigaraydı. Mahrem'i yazarken çubuk
downloaded from KitabYurdu.org
157
kraker ve sigara. Araf ı yazarken yeşil elma ve sigara... Böyle böyle
yazıldı romanlar. Şimdi sigarayı seneler evvel bırakmış, kahveyi çoktan
azaltmış vaziyette mutfakta çocuklarıma havuçlu brokoli çorbası ya da
vitaminli portakal suları hazırlarken o eski halim geliyor gözümün
önüne. Uzaktan el sallıyoruz birbirimize....
"N'aber görüşmeyeli?" diyor eski halim gözlerini kısarak.
"Bakıyorum artık sigarasız yazıyorsun. Sen de mi uydun yoksa toplu
yasağa? Sen de mi uydun bu sağlıklı beslenme-yoga-detoks modalarına?
Kereviz suyu içerek roman yazılır mı?"
Cevap vermiyorum. Çünkü biliyorum ki, ne desem yanlış
anlayacak, ne söylesem kızacak. Çünkü biliyorum ki, hırçın olmayı
sevdiği için hırçın kalacak.
Doğru, aylarca ekşi elmayla beslenerek roman yazmıyorum artık.
Üstelik sigarasız da yazmanın mümkün olduğunu öğrendiğimden beri
sayfalar daha kolay akıyor. Gene de ne zaman dumanlı hayat tarzına
sahip ve "kendine rağmen yaşayan bir sanatçı" görsem, yanına yaklaşıp
avuçlarımın içinde saklamak istiyorum güm güm atan yüreğini. Eflatun
bir mücevher gibi. O hırçın enerjinin nasıl da kıymetli ve sahici, ama bir
o kadar deli ve kişiyi yok edici olduğunu bildiğimden şefkatle
bakıyorum. Ama bunları anlatamıyor, hislerimi kendime saklıyorum.
Çünkü biliyorum ki, şefkat "Kendine Rağmen Sanat Kulübü"nün
üyelerinin en sevmediği şeydir. Ve sen ne dersen de, onlar kendi
yakıtlarını tüketinceye kadar bu şekilde yaşamaya devam edecektir.
downloaded from KitabYurdu.org
158
Öteki Kadın
Öteki kadın? Peki ya onu ne yapacağız?
Soru önemli. Soru aslında hepimizin hayatında yer etmiş, içimize
sinmiş. Bir kadının evliliği aksıyorsa, bir şeyler fena halde tökezlemeye
başlamışsa, üçüncü bir insan değildir bundan sorumlu olan. "Bir başka
kadın", varsa şayet, sadece bir sonuçtur, sebep değil.
Aslında öteki kadın meselesi sadece çatırdayan evliliklerde değil,
hayatımızın her anında, her adımında çıkıyor karşımıza. Erkeklerin belki
de kolay kolay anlayamayacakları bir zihinsel bölünmeyle bakıyor
kadınlar birbirlerine. Nedense hep kıyaslıyoruz kendimizi başkalarıyla.
Araya mesafeler koyarak. Kategoriler üzerinden. Ben bu halimize "Öteki
Kadın Fobisi" diyorum.
Bu fobi her sınıftan, her kesimden kadını yakalıyor. Eğitimli
olanımızı da etkiliyor, eğitimsizi de. Kentliyi de, köylüyü de. Türbanlıyı
da, türbansızı da. Gün içinde, sokakta, işte, lokantalarda, başka kadınlara
dikkatli dikkatli bakıyor, ayrıntılara takılıyoruz nedense. Merak ediyoruz
acaba "o kadın" bizden daha mı mutlu, daha mı şanslı, daha mı güzel,
daha mı "daha"?
Amerika'da ders verdiğim yıllarda, son derece başarılı, yaratıcı bir
akademisyen olan ve o günlerde bir bebek dünyaya getiren bir
arkadaşımı ziyarete gitmiştim. O zamanlar ben kendimi ömür boyu
bekâr kalmaya namzet biri olarak görmekteydim. Arkadaşım ise benden
farklı bir şekilde düzenli bir hayat, bir yuva kurmuştu.
O gece onu rüyamda gördüm. Evinde, tül perdeler arasında
geziniyordu mütebessim, güzel mi güzel. Ertesi sabah ben daha
kendisine rüyayı anlatmadan ondan bana bir mesaj geldi. "Biliyor
downloaded from KitabYurdu.org
159
musun, dün gece seni rüyamda gördüm. Kitaplar ve kütüphaneler
arasında oturuyordun. Bağımsız, başına buyruk..."
Birbirimize rüyalarımızı anlatınca gördük ki, kafamızda kategoriler
çıkarmışız. Ben onu "evli, barklı, çocuklu, düzen sahibi kadın"
yapmışım. O beni "ayakları üzerinde duran, bekâr, özgür kız" yapmış.
Halbuki bugün geldiğimiz yere bakıyorum, ikimiz de ne annelikten ne
kariyerden vazgeçtik. Ne kadar yakın duruyoruz. Belki ta o zaman da
öyleydi, ama biz göremedik. Dayanamadık, adeta bir refleks halinde,
tamamen iyi niyetlerle, "öteki kadın" yaptık birbirimizi.
Çocuk yapan kadının aklı kariyer yapanda, kariyer yapan kadının
aklı çoluk çocuğa karışanda. Hangi yolu seçersek seçelim, aklımız daima
beriki yolda kalacak galiba. Rüyalarımıza giriyor, hemcinslerimizle
ilişkilerimizi etkiliyor, kendi kendimize bakışımızı biçimlendiriyor öteki
kadın.
Ne yaparsak yapalım hep kıyaslıyor, kıyaslayınca eksiklik
duyuyoruz. Aslında her birimiz, kim olursak olalım, sürekli öteki
kadının yerinde olmayı istiyoruz.
downloaded from KitabYurdu.org
160
Biraz Sadi, Biraz Sontag
Tarihçi Alberto Manguel'in aktardığı bir hikâye var. Diyor ki:
XI. yüzyıl başında İran'da kitaplara son derece düşkün bir şah
yaşardı. Günün birinde uzun ve uzak bir sefere çıkması icap etti. Başka
şahlar ya da sultanlar olsa, muhtemelen böyle durumlarda saraylarından,
rahatlarından ya da cariyelerinden ayrılacaklarına üzülürlerdi, ama bu
şah kitaplarından ayrılacağına üzülüyordu. Kütüphanesinden ve çok
sevdiği elyazmalarından kopmak istemiyordu. Toplam 117 bin kitabı
vardı.
Sonunda kitaplarını da beraberinde götürmeye karar verdi ve daha
evvel duyulmamış bir şey yaptı. Dört yüz deveyi arka arkaya dizerek
hepsine çuvallarla kitap yükledi. Develer, harf sırasına göre sırtlarına
konulan kitapları taşıyarak şahla beraber sefere çıktı. Dağları, ovaları
onunla beraber kat ettiler. Böylece şah yol boyunca ne zaman bir kitaba
ulaşmak istese, o harfi taşıyan deveyi bulup eseri kolaylıkla çekip
alabiliyordu.
Kitapları bu kadar tutkuyla seven kaç yönetici var acaba şimdi tüm
dünyada?
Şark klasikleri geliyor aklıma. Sürekli seyahat eden, okumak kadar
yolculuklara da önem veren, velhasıl "çok gezen mi bilir, çok okuyan
mı" ikilemine inanmayan ünlü şair, âlim ve filozof Sadi'yi düşünüyorum.
Diyor ki Bostan'da:
Şairin biri mecliste olmayan biri hakkında dedikodu etmeye
başlamıştı. Orada bulunan bir âlim dönüp sözünü kesti. "Benim
downloaded from KitabYurdu.org
161
yanımda" dedi, "onun bunun kötülüklerini sayıp beni de onun hakkında
fena fikirlere sevk etme. Farz edelim ki bahsettiğin adamın itibarı
eksilmiş olsun. Farz edelim ki senin lafların ondan bir şeyler alıp
götürmüş olsun. Fakat bu eksilen şey senin mertebene eklenecek değil
ki... Bir başkasının gözden düşmesi sana ne kazandıracak? Hiç kimse
için fena söyleme. Yoksa fenayı kendine düşman edersin."
Sadi'den kulaklarımıza küpe olması gereken altın bir nasihat. Hem
de The Secret'tan yüzyıllar önce söylenmiş.
Gene Sadi'den sevdiğim bir nasihat var. Diyor ki:
Hayatta bir an evvel başarmak istemek iyi bir şey değildir aslında.
Zira "Kolay elde edilen şeyler uzun sürmez.Bağdat'ta bir fırından günde
yüz kâse çıkarken, Çin'de tek bir seramik kâse üretmek kırk yıl alır.
Hangisi daha değerlidir? Yumurtasından yeni çıkmış bir civciv kendi
gıdasını bulup yerken, bir bebek yıllar boyu bakıma muhtaç kalır.
Birincisi bakışlarını asla yerden ayırmazken, ikincisi içeride yıldızlar ve
galaksiler barındırabilir."
Emek, emek, emek... Yaptığımız her işte ve her zaman ortaya
çıkan sonucun kalitesini belirleyen en büyük kriter, ona verdiğimiz
emek. Çalışmak ve emek kısmı tamam da, peki insan yaratıcılığını nasıl
besler? Fikirlerini ve beynini nasıl zinde tutar? Proust açısından bunun
iki ayrı cevabı var. Dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli
kalemlerinden Proust'a göre fikirler iki ayrı biçimde mayalanırdı: "Acı
veren fikirler" ve "acısız fikirler."
Acısız fikirler entelektüel ve akademik gelişme için önemlidir.
Ama mesele sanat ve edebiyat ise işte o zaman acılı fikirlere ihtiyaç var.
Bir yerlerde bir yaran olacak, canını yakan bir kıymık, hani işlemiş
etine, sızlar derinde ince ince. Çıkarsan çıkaramazsın, atsan atamazsın.
Bir yerlerde bir yara izin olacak, ara ara nükseden eski bir sancı,
kanayan bir yara. İllaki bir hoşnutsuzluk, bir huzursuzluk, bir
hazmedememe halin olacak. İllaki bir uyumsuzluk olacak seninle
downloaded from KitabYurdu.org
162
yaşadığın dünya arasında. Mutluluk beden için iyidir, sağlıklıdır, ama
mesele bedeni değil de beyni geliştirmekse eğer, o zaman mutluluktan
değil, ancak hüzünden hayır gelir!
Ve işte bir yorum da Susan Sontag'dan. Dünyanın en önemli
entelektüellerinden biri olarak gösterilen rahmetli Sontag bir
makalesinde yaratıcı insanların melankoliye olan eğilimlerini deşmişti.
Üstelik aşk üzerinden. Sadece onların mı? Herkesin. "Modern aşk
kültürü işte tam da bu noktada giriyor devreye. Kendimizi, duyguları
yaşama gücümüz açısından sınadığımız ve yetersiz bulduğumuz başlıca
alandır bu."
Öyleyse gelin yaratıcı işler yapmanın formülünü Doğu'dan ve
Batı'dan bir sentezle yazalım. Biraz Sadi, biraz Sontag, biraz Proust
katınca beynimizdeki kazanın içine, şöyle bir şey çıkıyor ortaya:
Yüreğimizin çıktığı her sefere –yol ne kadar uzun ve çetin olursa olsun–
kitaplarla gitmek, okuyarak kendimizi geliştirmek; kimse hakkında kötü
laf etmemek ve mümkün mertebe kendi işimize, kendi içimize bakmak;
hüzünden, fikirlerden ve aşktan daima ilham almak; ve her işe
muhakkak emek vermek. Her resme, her filme, her kitaba, ürettiğimiz
her işe...
downloaded from KitabYurdu.org
163
downloaded from KitabYurdu.org
164
İçinde Yaşadığın Şehri Görememek
Hızlı ve hırçın bir koşuşturma içindeyiz çoğu zaman.
Yapılacak işler, bitirilecek ödevler, gidilecek yerler, edinilecek
payeler, tırmanılacak basamaklar bir türlü bitmiyor. İstanbul'da zaman,
su gibi, maden gibi, ekmek gibi kıt bir kaynak olmuş; bize yetmiyor.
Güne ne kadar erken başlarsak başlayalım evden hep telaş içinde
çıkıyoruz. Ve ne kadar acele edersek edelim, azalmıyor bu telaşımız. Bir
iş biter gibi oluyor, ardından hemen yeni bir iş çıkıyor. Ha bire geç
kalıyoruz; yetişemiyor, yetinemiyoruz. Bedenimiz ter içinde koşarken,
zihnimizin kancaları bir yerlere takılıp kalıyor. Ya geçmişe gidiyor
aklımız ya geleceğe kayıyor. Ya başlıyoruz "Geçmişte kim bana ne
demişti, filanca tarihte şöyle mi olmuştu, yoksa böyle mi olmuştu?" diye
çetele tutmaya, gereksiz hatıralar arasında boğulmaya, aynı mizansenleri
kafamızda tekrar ve tekrar kurmaya... Ya dönüyoruz gelecekle ilgili
planlara, senaryolara, şahsi hayallere, gayelere...
Zihnimiz durmadan ya geçmişte ya gelecekte takıldığı için bizler
aslında hemen hemen hiçbir zaman şu "an"da duramıyoruz. Türkçede
zaman ekleri bu kadar zengin olsa da bizim hayatımızda "şimdiki
zaman" ebediyen eksik gibi. Şu andan mahrum kalmışız ama haberimiz
yok.
Ve söyleniyoruz bol bol. Şikâyet etmek, en sevdiğimiz dil
jimnastiği.
Hem bireysel hem kolektif düzlemde. Konuşma yeteneğimizi iltifat
etmek, takdir belirtmek ya da duygularımızı dillendirmek için değil, aynı
şikâyetleri yinelemek için kullanmayı tercih ediyoruz. Ne vakit bir
taksiye binsek, başlıyor taksi şoförü şikâyete. Ne vakit bir fatura
downloaded from KitabYurdu.org
165
yatırmaya gitsek hır çıkıyor, tartışma çıkıyor kuyrukta. Birbirine
çatıveriyor insanlar.
Bağırarak medeniyet dersi vermeye kalkan şık hanımlar da oluyor.
Trafikten, pahalılıktan, hükümetten, muhalefetten, birbirimizden, en çok
da İstanbul'dan şikâyet ediyoruz biz bu şehrin sakinleri. Bazen bana öyle
geliyor ki, birbirimize bağırmak için fırsat kolluyoruz. Öndeki araba
hatalı sollasa, kuyruktaki adam önümüze geçmeye kalksa, marketteki
kasiyer bir ürünün fiyatını pahalı yazsa, sesimizi yükseltmek için bir
fırsat geçiyor elimize.
Bir bardak suda nice fırtınalar koparıyoruz. Sinirlerimizi tel tel
ayırıp, küçümen denizciler misali kâğıttan kayıklara bindirerek, o
fırtınalarda harap ede ede...
Mevlânâ şu yaşadığımız hayatı, bir dağın eteğinde durup
haykırmaya ve sonra kendi sesimizin yankısını duymaya benzetiyor. Ne
söylüyorsak, ağzımızdan hangi kelimeler çıkıyorsa, dağ er ya da geç
aynen iade ediyor. Nasıl bir enerji veriyorsak kâinata, bize misliyle
dönüyor. Telaş ettikçe telaşımız artıyor. Kızdıkça kızgınlığımız
katmerleniyor.
Dağ bizi bize yansıtıyor. Bu yüzdendir ki hayata hep komplolar,
şüpheler, vesveselerle bakan insanın evhamları dinmek bilmiyor. Bu
yüzdendir ki ha bire birilerini ötekileştiren insan için aslında herkes
potansiyel öteki olarak kalıyor. Husumet ve rekabetin diliyle konuşana
kendi sesinin yankısı gene husumet ve rekabet olarak geri geliyor.
Sonra nasıl oluyorsa bunca hayhuy içinde bir an durup, kendimize
minnacık soluklanma parantezi açıp da etrafa bakabildiğimizde, tüm
ihtişamıyla gözümüzü alıyor İstanbul. Şehri aniden fark ediveriyoruz.
Bir dolmuşun penceresinden, bir lokantanın masasından, bir sahil
kenarından ya da evimizin penceresinden baktığımız ve gördüğümüz o
downloaded from KitabYurdu.org
166
nadir anlarda İstanbul muazzam bir sürpriz, beklenmedik bir hediye
paketi gibi dikiliveriyor karşımıza. Şaşırıyoruz.
İçinde yaşadığımız şehri görmeden yaşadığımızı anlıyor,
dalgınlığımızdan utanıyor ve adeta af dilercesine İstanbul'a methiyeler
düzüyoruz. "Böyle güzel şehir yeryüzünde yok!" diyoruz. "Bunca yer
dolaştım, hiçbir memlekette İstanbul gibi bir şaheser görmedim!"
İstanbul dinliyor iltifatlarımızı. Biz ki şikâyette cömert, iltifatta
cimri davranıyoruz, İstanbul duyuyor ender övgülerimizi. Hiçbir şehir,
sakinlerini bu kadar hırpalayıp, sakinleri tarafından bu kadar hırpalanıp,
gene de böyle diri ve güzel kalamaz kolay kolay.
İstanbul bir muamma. İstanbul başlı başına bir bilmece gibi
duruyor hayatımızın ortasında. İç çekerek bakıyoruz bu bilmeceye.
Derinden hissediyoruz enerji dolu gizemini. Ama sonra soluklandığımız
parantez kapanıveriyor, yapacak işler çekiştiriyor kolumuzdan. Bir
yerlere geç kaldığımız endişesiyle ayaklanıyoruz. Ve gene başlıyor
bitimsiz, kör bir koşturmaca...
downloaded from KitabYurdu.org
|