Hırs Var, Bir de Hırrrs Var...
Bir kıtadan bir kıtaya uçan yolcuların el bavullarından pek çok şeyi
çıkartıyorlar artık. Sıvı malzemeler, parfüm şişeleri, hatta saç jöleleri...
Malum, birer birer alınıyor çantalardan. Bence bunlara ek olarak bir de
Dil Muhafızları konulmalı havaalanlarına. Şöyle iriyarı, ızbandut gibi,
gözlüklü, sert ve ciddi çehreli, entelektüel tipler... Ellerinde kelebek ağı
gibi incecik ağlar ve plastik eldivenler. Dikkatle açıp bakıyorlar
yolcuların bavullarına. Meğer kelime avına çıkmışlar. Hangi kelimeleri
ve kavramları bırakmanız gerektiğini söylüyorlar. Hatta bir de kelime
koklayan kurt köpekleri olmalı. El çantalarımızda taşıdığımız kelimeler
arasında sınırdan geçiş yapamayacak olanlar varsa, koklayarak
bulmalılar. Seyahat ettiğimiz ülkelerin kültürüne göre hangi kelimeleri
yanımıza alabileceğimizi, hangi kelimeleri taşıyamayacağımızı önceden
bizlere söyleyen bir muhafız ya da kılavuz olmalı. Çünkü öyle kelimeler
var ki, farklı ülkelerde bambaşka anlamlar edinmekteler. İşte bu
kelimelerden bir tanesi: Hırs!
Amerika'da birini övmek isterseniz "Vay be, ne hırslı adam!"
dersiniz. Türkiye'de birine hakaret etmek isterseniz "Vay be, ne hırslı
adam!" dersiniz. Aynı cümle apayrı iki intiba bırakır duyanlarda. Aynı
kelime taban tabana zıt iki anlam doğurur. Gene Amerika'da bir yazarın
bir başka yazarın kitabına övgü vermesi son derece olağan sayılır.
Piyasaya çıkan hemen her kitap arkasında benzer methiyeler taşır. Bu
methiyelere yakından bakarsanız, "hırs" kelimesinin ne kadar olumlu
anlamda kullanıldığını hemen fark edersiniz. "Bu son derece hırslı
kitabında yazar, geniş ve zor bir konuyu ele almış" ya da "Filanca son
derece hırslı bir yazar; işini tutkuyla yapıyor." Şimdi aynı cümlelerin bir
downloaded from KitabYurdu.org
200
Türk yazarın kitabının arkasına konduğunu düşünün. "Filanca hırslı bir
yazar..." dediğiniz anda bu düpedüz eleştiri sayılır. Attığınız gül,
yanlışlıkla taş anlaşılır.
Çoğu Batı toplumunda hırslı olmak demek, "aklına koyduğunu
yapmak, bir hedefe odaklanmak, uğraşmak ve azimli olmak" demek.
Bizde ise kültürel kodlar tamamen farklı. Bizde hırsın anlamı,
"tamahkârlık, maddiyatçılık, başkalarının omuzlarına basmak ve en
önemlisi, haddini bilmemek" demek. (Halbuki tarihte ve bugün kendi
alanında başarılı olmuş sıradışı insanlara bakın. Hiçbiri "haddini
bilmemiş"tir aslında. Had, bu anlamda, "hudut", yani sınır demektir.
Tabii ki yaratıcı insan önüne çekilen maddi ve manevi hudutları aşmaya
gayret edecektir. Sanatçı olup da hırslı olmayana rastlanmamıştır.)
Bizse hırslı olduğunu düşündüğümüz insanları bir kalemde "hop"
diye çiziveririz. Genele ve bütüne uymayan renkleri şöyle bir kenara
itmek isteriz. Yaratıcılığı ve farklılığı şüpheyle karşılar, her fırsatta bir
burun sürteriz. Eski köye yeni âdet getirenlere derhal tepki duyar, bir
alanda farklı bir şey yapmaya kalkanları anında "hırslı" olmakla itham
ederiz. Hele farklı bir şeyler yapmak isteyenin yaşı genç ise,
şüphelerimiz artar. Hele bir dursun bakalım, saysın yerinde. Hele bir
yıllansın ve yaşlansın; emekliliğini alsın, delice fikirlerini o zaman
gerçekleştirmeye kalksın... Nüfusu bu kadar genç olup da gençlere ve
gençliğe bu kadar az güvenen bir toplum oluşumuz neden?
Her meslek grubu kendi içinde durağan bir adadır aslında. Durağan
ve tutucu. Diş hekimleri birbirlerini nasıl sevmez ve birbirlerinin yaptığı
işi asla beğenmezse; her kuaför illaki sözleşmiş gibi saçınızı kendisinden
evvel kesen kuaföre bir araba dolusu laf etmeyi vazife bellemişse;
bankacılar bankacıları, siyasetçiler siyasetçileri, akademisyenler
akademisyenleri, gazeteciler gazetecileri ve reklamcılar da birbirlerini
katiyen beğenmezler, sevmezler. Egoların balon gibi şişkin ve yüksekte
olduğu meslek gruplarında durum daha da vahim bir hal alır. Mesela
downloaded from KitabYurdu.org
201
sanatçılar! Mesela yazarlar!
Roman, sanatların en yalnızıdır. İlk sayfadan son sayfaya kadar tek
başına yoğun üretim gerektirdiğinden romancılar hep kardeşsiz, "tek
çocuk" olarak kalırlar. Bizler ekip çalışması nedir bilmeyiz. Başkalarıyla
ortak üretmenin inceliklerine vâkıf değiliz. Kendimizi bir hayal
dünyasının merkezine yerleştirip, oradan yazıyoruz. Haftalar, aylar,
mevsimler, bazen seneler boyu hayali roman karakterlerimize annelik ve
babalık ederek yaşıyoruz. Yeterince semiz olan egolarımız daha da
şişiyor roman yazarken. Ben bu yaşa geldim, bir romancının bir başka
romancı hakkında olumlu iki çift kelime ettiğine henüz pek tanık
olamadım (kıymetli istisnalar hariç). Hele iki yazar benzer alanlarda,
benzer stillerde yazıyorsa! Hele benzer yaş gruplarından ya da yaşam
tarzlarından geliyorlarsa, mümkünü yok birbirlerini beğenmezler! O onu
"hırslı" olmakla eleştirir, beriki onu "daha da hırslı" olmakla itham eder.
Biz romancılar ve şairler genelde birbirimize "Üç Sabit Fiil"
politikasıyla yaklaşırız: "Görmedim, Okumadım, İlgilenmiyorum." Yeni
bir yazar mı çıktı piyasaya ya da mevcut bir şair ya da romancı yeni bir
iş mi yaptı, cevabımız hemen hazırdır: "Görmedim, Okumadım,
İlgilenmiyorum."
Böylece
kendimizi
kimseyi
beğenmemeye
şartlandırarak yaşar gideriz. Ara sıra köşeye sıkıştığımız olur. Mesela
gazeteci milleti muziptir, tutar sorar: "Acaba hangi yerli yazarları
beğeniyorsunuz?" O zaman yazar köşeye sıkışır, bir cevap vermesi
gerekir ya, dikkat edin genelde beğenilen yerli yazarlar çoktan vefat
etmiş yazarlardır. Romancılar ve şairler birbirlerini hayattayken kolay
kolay beğenmez, ancak tarihte kalınca takdir edebilir. En sevdiğimiz
yazarlar ölü yazarlardır.
Bu kadar mı şartlanmışız birbirimizi beğenmemeye? Bu kadar mı
ağırımıza gidiyor tek olmamak, biricik olmamak, bu geçici hayaller ve
hikâyeler saltanatında sultan olmamak? Bir hakikati artık kabul etmemiz
lazım. Ne kadar evvel kabul edersek o kadar iyi. Kültür ve sanat
downloaded from KitabYurdu.org
202
dünyasında monarşi yok ve olmayacak. Ne bir yazar, ne bir şarkıcı, ne
bir şair, ne bir karikatürist, ne bir ressam... Kimsenin monarşisi değil
kültür ve sanat. Sadece siyasi yapılara değil, edebiyat dünyasına da daha
olgun, daha oturmuş bir demokrasi lazım.
Dil, sadece kelimelerden, cümle yapılarından, gramerden ibaret
değil. Dil aynı zamanda bir toplumun bireylerinin hayal gücü haritası ve
düşünce sistematiği demek. "Hırs" var, bir de "heva" var... İkisi aynı şey
değil. Başkalarına kötülük etmeyen, kimseyle bir derdi ya da kavgası
olmayan, sadece kendi alanında işini iyi yapmayı amaçlayan, bir tek
kendiyle rekabet halinde kalan bir "hırslı ve yaratıcı insan" türü var. Her
alanda. Etrafımızda. Gelin onları yüreklendirelim. Birini hırslı olduğu
için yermek yerine, daha da çok üretmeye teşvik edelim...
downloaded from KitabYurdu.org
203
Üslup Meselesi
Gündem yoğun, hızlı, renkli ve hep ama hep gergin. Daha henüz
bir haberi hazmedemeden bir yenisi düşüyor gazetelere. Bir atışma, bir
tartışmadır gidiyor internet sitelerinde. Okumasak, merak ediyoruz.
Okuyunca, moralimiz bozuluyor, ama kimseye anlatamıyoruz. Toz
duman içinde eriyor tepkilerimiz, bunca patırtı arasında duyulmuyor
sözlerimiz.
Sanıyoruz ki yalnızız. Böyle hisseden bir biz varız. Sanıyoruz ki
herkes büyük bir arenada, bir biz kalmışız bunun dışında. Kenardan
izliyoruz; hayretle, kaygıyla, bıkkınlıkla. Sanıyoruz ki tek başınayız ya
da pek âciziz. Yanımızda eş, arkadaş ve dostla. Öyle değil aslında. Biz
çoğuz. O kadar çoğuz ki farkında bile değiliz. Sokakta, işyerinde,
alışverişte, yaşam derdinde, çocuklarını okutmak peşinde, hayatın
ritmiyle koşuştururken bizler şunu bir türlü söyleyemiyoruz: Medyada
ve siyasette bu kadar gerilim, bu kadar hırçınlık, bu kadar huzursuzluk
istemiyoruz.
Televizyon haberleri "tekrar etmek" ve "telaşa vermek" üzerine
kurulu. En sıradan haber bile öyle bir "eyvah paniiiiik!" duygusuyla
veriliyor ki, ekran karşısında gerim gerim geriliyoruz. Her an bir
skandal, her saniye bir "flaş flaş flaş" bekliyoruz. Dünyaya az sonra bir
meteor çarpacak duygusuyla yüreğimiz ağzımızda kalakalıyoruz. Artık
böyle bir şey Türkiye'de televizyon izleyicisi olmak. Her dakika diken
üstünde bakıyoruz ekrana. Hani bir nükleer saldırı da olsa, bir kedi
ağaçta mahsur da kalsa, aynı "bağıran çağıran" üslupla sunulacak. Bunca
gürültü içinde yoruluyoruz. Ruhumuz daralıyor. Zihnimiz duraklıyor.
Hayal gücümüz kuruyor. Nüanslar ve incelikler hızla kayboluyor.
downloaded from KitabYurdu.org
204
Üstelik bir de aptal yerine konuluyoruz. Haberlerde aynı cümleler
bozuk plak gibi döne döne yeniden vurgulanıyor. İlk seferde idrak
edemeyeceğimizi düşünüyorlar herhalde. Bir de alt yazıyla geçiyor aynı
kelimeler. Hem yüksek sesle yapılan tekrarlar, hem ekran altından geçen
kırmızı bantlar... Ne zaman böyle olduk? Niye silkinip çıkmıyoruz bu
sarmaldan? Neden izleyicisine güvenmeyen bir habercilik anlayışımız
var? Romancılığın okulu yok. Ama eğer olsaydı daha ilk derste şu kuralı
işlemek gerekirdi: "Okurunu kendinden cahil ya da aptal veya duyarsız
sanma. Yazarken okura tepeden bakma." Romancılık için önemli olan
bu altın kural, televizyonculukta geçersiz mi yoksa?
Tartışmalar, heyheylenmeler, polemikler... Her akşam haberleri
izleyen ortalama bir vatandaşın moralinin bozulmaması mümkün değil.
Fazla televizyon izleyenlerimizin konuşma tarzları da değişiyor
kendiliğinden. Kelime dağarcığımız daralıyor. Üstelik başlıyoruz her
şeyi defalarca tekrar etmeye. En basit kelimeleri bile haykırarak
söylemeye. Artık ev hanımları sohbet ederken, esnaf dükkânında
dertleşirken, öğrenciler yolda yürürken böyle konuşuyor. Konuşma
adabımızı, dinlemenin erdemini ve en önemlisi tevazuyu kaybediyoruz.
Artık her cümlenin sonuna muhakkak yanıp sönen bir ünlem ekliyoruz:
"Flaş! Flaş! Flaş!"
Medyada ve siyasette hırçın bir üslubumuz var. Yazarken de
konuşurken de. O buna kızgın, bu ona bıçkın. Nedense hep "farklılıklar
ve ayrılıklar ve olmazlar" konuşuluyor. Hiç ortak noktamız yok sanki.
Öyle bir davranıyoruz ki birbirimize, ayrı gezegenlerden zembille
inmişiz gibi. Bu toz duman içinde gülümsemek zorlaşıyor bazen.
Yumuşak başlı insanlar, "zayıf" ya da "romantik" addediliyor hemen.
"Ekranda kavga ne kadar büyürse reyting o kadar artar" diyorlar. Bu
öyle bir önkabul ki sorgulamadan hap gibi yutuyoruz hemen. Evet,
gündem yoğun, hızlı ve renkli, ama onu gergin kılan biziz ne yazık ki.
downloaded from KitabYurdu.org
205
downloaded from KitabYurdu.org
206
Tesadüfler ki Tesadüf Değildir...
Günler birbirini tutmuyor. Değil günler, saatler birbirini tutmuyor.
Her anın kimyası başka. Gün içinde dört mevsimden geçiyoruz aslında.
Mutasavvıfların yüzyıllardır söylediği gibi "her an başka bir şan üstüne
kurulu." İnsan olmanın kuralı bu. Kâh çıkıyoruz tepelere, devasa enerji
dalgaları üstünde ustalıkla sörf yapıyoruz. Kıyıdan bizi izleyenler gıpta
ediyor maharetimize. Öyle bir hal geliyor ki üstümüze, değmeyin
keyfimize. Etrafımıza ışık, inanç ve iyimserlik saçıyoruz. Böyle anlarda
girişimcilik yapsak, en yenilikçi hamleleri gerçekleştiriyoruz. Böyle
anlarda kararlar almaya kalksak, en cesur adımları atıyoruz. Dünya bir
futbol topu oluyor dizimizin üstünde, saydırıyoruz. Bir deli enerjiyle
büyüyoruz, dışımızdaki her şey minnacık kalıyor. Ehemmiyetsiz.
Etkisiz. Engellerin üstünden atlıyor, basamakları üçer beşer çıkıyor,
yorulmak nedir bilmiyoruz.
Kâh çukurlara yuvarlanıyor, en diplere iniyoruz. Gribe yakalanır
gibi alınganlık hastalığına yakalanıyoruz. Derimiz inceliyor, direncimiz
azalıyor. Başlıyoruz önümüze gelene çatmaya, kızmaya, içerlemeye.
Boyutlar değişiyor aniden. Biz "küçük" kalıyoruz, küçük ve yetersiz,
bizim dışımızdaki her şeyse fazla büyük, fazla ağır, fazla kallavi, fazla
işte... Normalde canımızı sıkmayan ayrıntılar büyüteç altına alınmış gibi
irileşiyor gözümüzde. Kıymık, odun oluyor nazarımızda. Tüy, kaya
oluyor omuzlarımızda. Damlada boğuluyor, meltem esince üşütüyor,
buluttan nem kapıyor, çakıl taşına takılıp tökezliyoruz. Hani az evvel
dalgaların üstünde sörf yapan biz değiliz sanki. Ne oldu da pat diye
yuvarlanıverdik karamsarlık çukuruna, bilmiyoruz.
Ve bir değil, iki değil, her gün geçiyoruz benzer aşamalardan.
downloaded from KitabYurdu.org
207
Hayatımız lunapark arabası. Üstelik emniyet kemerimiz de bağlı değil.
İniş çıkış, iniş çıkış... Ummadığımız dönemeçlerde hızlanıyor,
beklemediğimiz tepelerde yavaşlıyoruz. Saatin tik takları, takvim
yaprakları, iniş çıkış, iniş çıkış... Sabah güne başlarken taze bir enerji
dolaşıyor damarlarımızda. Öğleden sonra iş ortamında toplantı tatsız
geçiyor, raporlar kötü geliyor ya da ani bir gelişme oluyor; hafifçe
kararıyor ufkumuz, bulanıyor ruh halimiz. Yağmur çiseliyor hafiften,
ruhumuzda bir gök gürültüsü. Kimse duymuyor. Ha koptu ha kopacak
fırtına. Patlayabiliriz, kimse bilmiyor. Derken güzel bir haber alıyor ya
da bir dostumuza rastlıyor, anında değişiyoruz. Gene bir hoşluk geliyor
üstümüze, bir zarafet, bir incelik. Gökkuşağı ışıldıyor yüzümüzde.
Akşam eve yorgun dönüyoruz, biraz da bunalmış. Bir durgunluk, bir
kasvet çöküyor hemen. Gece eşimizle beraber heyecanlı, vurdulu kırdılı
bir Amerikan filmi izliyor, kendi hayatımızın dışına kaçıyoruz. Bir
rehavet, bir koyvermişlik... Alışkanlıklara teslim oluyoruz. Böylesi daha
kolay geliyor. Halbuki daha bu sabah dalgaların üstünde sörf yaparken
her nevi monotonluğu aşmaya kararlıydık. Sabahki "Ben" el sallıyor
uzaktan akşamki "Ben"e. Bizimkisi oralı bile olmuyor, başını çeviriyor.
Dışarıdan bakınca hep aynıyız, ama içimiz renkten renge, halden
hale giriyor. Bir anımız bir anımıza uymuyor ki. Şu anımıza şahitlik
edenler ile bir sonraki anımıza şahitlik edenlerin gördükleri de farklı
olabiliyor. En yumuşak ve uyumlu halimizle bizi görenler sanıyorlar ki
hep öyleyiz. En hırçın ve huysuz halimize denk gelenler de
zannediyorlar ki hep böyleyiz. Halbuki ne o, ne bu. Her an her saniye
değişmekteyiz.
Peki "her an başka bir şan üstüne kurulu" ise bu değişimin ne
kadarı bizim elimizde, ne kadarı değil? Gelin bu yazıyı okuduktan sonra
bir deneme yapalım. Kapatın kitabı, kapatın gözlerinizi, kapatın dış
sesleri. Kapatın içinizde durmadan vıdı vıdı eden ve tüm dünyada mistik
akımların "aç bir maymun"a benzettiği beyninizin düğmesini. Susturun
downloaded from KitabYurdu.org
208
zihninizi. İndirin şalterleri ve durun. Beyniniz muhtemelen
hoşlanmayacaktır bu yeni halden, isyana kalkışacaktır hemen. Evhamlar,
vesveseler, öneriler, fikirler üreterek dikkatinizi dağıtmaya çalışacaktır.
Oralı olmayın. Yakalayın maymunu kuyruğundan, bağlayın en yakın
ağaca. Dursun oracıkta. Yapılacak işleri, yetişilecek yerleri, verdiğiniz
sözleri, vazifeleri, payeleri, kariyeri, aileyi, hırs, heves ve emelleri
unutun. Sadece durun. Bir an, bir sonsuz an için durun. Ve sonra... o
beyazlıkta, o som mutlaklıkta sevdiğiniz birini düşünün. Yoğun bir
şekilde. Çağırın onu dünyanıza. Belki beş, belki on dakika.
Sonra bekleyin. Maymunu ağacından çözmeyi ihmal etmeyin. Ne
de olsa fazla kalamaz o vaziyette. Derken bir telefon, bir e-mail, bir
işaret, bir alamet, uzaktan bir selam... Muhakkak ki bir şey gelecektir az
evvel yoğun olarak düşündüğümüz insandan. Şaşıracağız o zaman. "Ne
tesadüf!" diyeceğiz. "Ben de şimdi seni düşünüyordum."
Peki ya sahi, tesadüf dediğin nedir? Bireysel hayatlarımızda
tesadüflerin rolü nedir? Ya insanlık tarihinde? Beklenmedik rastlantılar
"tesadüf" müdür, yoksa "tevafuk" mu? Ayrıntılar, bütünü ne kadar
etkiler? Pascal'ın bu konuda meşhur bir hipotezi vardır: "Eğer
Kleopatra'nın burnu biraz daha kısa olsaydı, dünyada her şey farklı
olurdu!" İddiaya göre Kleopatra'nın burnu çok alımlıymış, kendisi ise
erkekleri çeken bir mıknatıs. O burun o kadar çekici olduğu için
Sezar'dan Marcus Antonius'a nice kudretli erkeği kendine meftun etmeyi
başarmış. Kleopatra'nın burnu biraz daha kısa ya da küt olsaydı, o
dönemde ne bunca savaş olurdu, ne böyle kanlı iktidar ve aşk
mücadeleleri.
Tarihin kocaman çarkında bir bireyin burnunun rolü ne olabilir
demeyin. Katrede, derya saklıdır. Bireyde, bütün saklıdır. Zerrede,
kâinat saklıdır. Damlada, yağmur saklıdır. Enerjilerimizdeki iniş çıkış
hem bizi hem etrafımızı yakından etkiler. Bu yüzdendir ki değişim ancak
içeriden ve Ben'den başlayabilir. Bireyden. Kendisine toz kondurmayıp,
downloaded from KitabYurdu.org
209
hep başkalarını eleştirmeye, hep dışarıyı değiştirmeye kalkan her türlü
ideoloji, kibir ideolojisidir. Tüm bunları okuduğunuzda hak veriyor ya
da saçma buluyorsanız, unutmayın ki yarın aynı yazıyı okuduğunuzda
farklı hissedebilirsiniz. Çünkü her an başka bir şan üstüne kuruludur.
downloaded from KitabYurdu.org
210
Babalar, Oğullar ve Torunlar
Daniel Wallace tarafından yazılmış müthiş bir roman var. Big Fish
(Büyük Balık). Henüz Türkçeye neden çevrilmedi ve bizde basılmadı
bilemiyorum. Genelde hızlı ve gayet atak olan edebi çeviri mekanizması,
derin rekabet halindeki yayınevlerimiz bu kitabı nasıl atladı acaba?
İzleyenler hatırlarlar, aynı zamanda çok da etkileyici bir film yapıldı bu
romandan. Üstelik Tim Burton imzalı. Gene aynı isim altında. Sıcak,
sakin, samimi, alabildiğine hayalperest ama bir o kadar mütevazı... Bir
oğlun gözünden babasının hikâyesidir bu kitapta anlatılan.
Bir adam işinde son derece yüksek yerlere gelmiş olabilir;
kendince önemli payeler edinmiş, büyük paralar kazanmış olabilir. Çok
sayıda insan tarafından tanınıyor, hatta sayılıyor da olabilir. Ama son
tahlilde onun nasıl bir insan olduğunu söyleyecek olan son bir merci var:
Oğlu. Oğlunun gözünden bakınca görünen hakikat, resmin tamamı
olmasa bile, en önemli parçasıdır. Büyük Balık romanında, ölüm
döşeğinde yatan baba ile tek oğlu arasında şöyle bir konuşma geçer.
"Sizi çok yalnız bıraktım" der baba. "Ama bil ki ne yaptıysam sizin
için yaptım. Sen ve annen için. Büyük bir gölde büyük balık olmak
istedim. Küçük suda küçük balık olmak yetmedi bana."
Oğul sessizce dinler. "İyi ama büyük adam olmanın ölçüsü ne?
Çok iş yapmak mı? Çok para kazanmak mı? Çok seyahat etmek mi? Ne
zaman karar verdin büyük balık olduğuna?" Baba durur, düşünür. "Bir
baba, oğlu tarafından ne kadar çok seviliyorsa, o kadar büyük bir balıktır
deryada."
Saygı değil burada bahsedilen. Korku değil. Otorite değil. Oğlun
babaya duyduğu katıksız aşk Büyük Balık romanında anlatılan. Böyle
downloaded from KitabYurdu.org
211
bir aşkla bakabiliyorsa şayet oğul babasına, her şeye rağmen onu
derinden seviyor ve biliyorsa avucunun içi gibi, o adam büyük balıktır
işte.
Ne yazık ki, pek çok baba var bu toplumda, ama çok azı büyük
balık. Ne yazık ki bizde duygularını göstermeyi zaaf addeden,
çocuklarının yanında onlarla beraber çocuk olmayı beceremeyen,
eğilmez bükülmez bir babalık modeli hâkim. Bu daha köklü. Hep bir
otorite peşindeyiz nedense, illaki sözümüzü dinletmek, evde kral
kesilmek peşinde. Kalp kazanmayı, buyurgan olmaya tercih edemiyoruz
bir türlü.
Ağlamayı kendilerine yasak eden babalar, oğullarına da yasaklıyor
erken yaşta. Bacak kadar çocuğa bile, "Erkek adam ağlamaz"
demelerimiz bu yüzden. Evladını uzaktan sevmekle olmuyor babalık.
Bir de sevdiğini göstermek var. Kişi oğluna duygularını iletemiyorsa,
kaskatı ahlak değerleri ya da belletilmiş erkeklik kodları adına kendini
tutuyor, çocuğuna sarılamıyorsa, öyle sevgi, tek kanatla uçmaya çalışan
kuş gibi.
İşin ilginç yanı, bu tür otoriter babaların çoğu, ilerleyen yaşlarda
yumuşacık dedelere dönüşüyor. Oğullarına gösteremedikleri sevgiyi
katbekat torunlarına veriyor. Altmışlarında, yetmişlerinde, seksenlerinde
dedeler, ufacık torunlarının yanında yeniden hayat bulmuşçasına
alabildiğine sevecen, olabildiğince şefkatli, her türlü çocuk kaprisine
"bana mısın" demeden, ne kadar doğal, nasıl da kendiliğinden... Kim
inanır aynı erkeklerin geçmişte kendi oğullarına karşı kaskatı
davrandıklarına, daima mesafeli olduklarına? Kim inanır torunlarının
yanında böylesine sevecen ve duygusal olan dedelerin, seneler boyu
oğulları karşısında duygularını bastırdıklarına?
Bizde babalar değil, dedeler büyük balık oluyor genelde.
downloaded from KitabYurdu.org
|