Fİrarperest yazan: Elif Şafak Yayın hakları



Yüklə 2,04 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə8/15
tarix25.11.2019
ölçüsü2,04 Mb.
#29692
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   15
[kitabyurdu.org]-1478172938 firarperest-elif-safak


   
     İnsanın İşi Öğrenmektir 
   
 
 
   
"Aşk'ı  okudum,  tasavvuf  ile  yakından  ilgileniyorum.  Bana  bunun 
ardından  aynı  alanlarda  ne  okumamı  tavsiye  edersiniz?"  diyen  okur 
mektupları ve e-mailler alıyorum. Tavsiye vermek benim haddim değil. 
Üstelik ne uzmanım bu alanda, ne yetkin. Benim işim hikâye anlatmak. 
Ben okurlarımı bir hayale, bir hikâyeye davet ediyorum  romanlarımda. 
Aşk'ta  da  beraber  bir  hayal  kurduk.  Beraber  bir  hikâye  anlattık.  Ama 
rahmetli  Cemil  Meriç'in  dediği  gibi,  hikâyelerin  ve  kitaplarla  gelen 
hayallerin şu "hakiki" dünyadan daha hakiki olduğunu unutmayarak... 
   
Tasavvuf konusunda herkesin kendi mizacına ve ihtiyaçlarına göre 
okuma  listesini  elleriyle  kurup  adım  adım  oluşturacağına  inanıyorum. 
Önemli  olan  iyi  ve  isabetli  kitaplar  okumak  kadar,  tasavvufu  kitabi  bir 
bilgi  boyutunda  bırakmamak.  Yani  yaşamak.  Yaşatmak.  Bugüne 
taşımak. Gündelik hayatın ufak tefek adımları içinde aramak ve bulmak 
bulabildiğince.  Gayret  etmek,  kadrince.  Yoksa  teorik,  uzak,  "eski"  ve 
temelde  hissedilmez  bir  boyutta  kalıyor  bilgi.  Halbuki  bilgiyi  de 
yaşamak lazım. 
   
Öte  yandan  şunu  da  biliyorum  ki,  gene  kitaplar  aracılığıyla 
gönüller  arası  köprüler  kurabilir,  birbirimize  kapılar  açabiliriz.  Güzel 
kitaplardan,  güzel  filmlerden,  güzelliklerden  bahsedebiliriz.  Birbirimize 
yollar  açabiliriz.  Bu  niyetle,  sevdiğim  ve  etkilendiğim  bir  kalemden 
bahsetmek  istiyorum.  Batı'dan  ve  Doğu'dan  çok  sayıda  insana  ilham 
vermiş ve Sufiliği tanıtmış bir isim: İdris Şah. 
   
"İnsanın işi öğrenmektir. Deve insandan daha güçlüdür; fil daha iri
aslan  daha  yiğittir.  Sığır  insandan  daha  çok  yiyecek  yer,  kuşların 
erkekliği daha fazladır. İnsanın işi ise öğrenmek, öğrenmek, öğrenmektir 
downloaded from KitabYurdu.org

119 
 
bu  âlemde...."  Böyle  diyor  İdris  Şah,  kadim  tasavvuf  metinlerinden 
aktarımlarda bulunduğu yapıtlarında. Böyle diyor Türkçeye kazandırılan 
Sufi'nin  Yolu  kitabında.  Çarpıcı  tasavvufi  hikâyeler  ve  tekrar  tekrar 
dönüp düşünerek okunması gereken mesellerle dolu bu kitap basında ne 
yazık  ki  yeterince  ilgi  görmedi,  bir  hayhuy  içinde  kaynadı,  ama 
meraklısı gitti buldu, okudu. 
   
Bizde  ne  yazık  ki  yeterince  tanınmıyor  İdris  Şah.  Oysa  Batı 
âlemine, bilhassa Batılı entelektüellere tasavvufu tanıtan ve sevdiren bir 
avuç  Doğulu  yazardan  biridir.  "Her  öğrencinin  hak  ettiği  mürşidi 
bulduğunu" söyler ki, üzerinde uzun uzun düşünmeye değer. İdris Şah'ı 
etkili kılan sadece eserleri değil, bir de insanların yüreklerinde bıraktığı 
merak  ve  muhabbet  tohumları  olsa  gerek.  Tabii  bir  de  Avrupalı 
sanatçılar  üzerindeki  etkisi.  Pek  çok  kişi  tasavvuf  hakkında  yazmıştır 
Batı'da, ama çok azı, bu konulara ilgi göstermemeleriyle ünlü olan yazar 
çizer  takımı  tarafından  ilgiyle  okunmuştur  senebesene.  Kimi  Katolik 
kimi  Protestan  kimi  Yahudi  ailelerden  gelen  kültürel  elite,  tasavvufu 
sevdiren  insandır  İdris  Şah.  Onun  sadık  okurları  ve  sevenleri  arasında 
İngiliz  romancılığının  divalarından,  Nobel  ödüllü  Doris  Lessing  de 
vardır. 
   
İdris  Şah,  1924  senesinde  zor  bir  coğrafyada,  Afganistan'da 
dünyaya  geldi.  Seneler  sonra  yazdığı  kitaplar  dünyanın  en  çok 
konuşulan  tüm  dillerine  çevrildi.  İdris  Şah,  "arayan"  her  öğrencinin 
eninde  sonunda  kendi  aynasını,  kendi  mürşidini  bulacağına  inanırdı. 
Ancak bir o kadar eleştirel yaklaşırdı mürid-mürşid ilişkisini hiyerarşik 
düzlemde kuranlara. Ona göre mürid ile mürşid aynı zeminde olmalıydı, 
aynı gönülden, aynı demden. Yani öyle biri ötekinin elini eteğini öpecek
biri aşağıda öteki yukarıda olacak... Bunlardan yana değildi. İdris Şah'a 
göre  öğretmen  ile  öğrenci  aynı  seviyede  olmalı,  aynı  pınardan  su 
almalıydı. "Tasavvuf, insanın kendi kendinin farkına varacağı ve kendi 
kendine gerçekleştireceği bilgidir" demesi bu yüzden. 
downloaded from KitabYurdu.org

120 
 
   
Soru: Tasavvuf ile diğer düşünce yöntemleri arasında çekişme var 
mı? 
   
Cevap: Yok ve olamaz, çünkü tasavvuf tüm düşünce yöntemlerini 
bünyesinde toplar; hepsinin kendine göre bir kullanımı vardır. 
   
Soru: Tasavvuf belli bir dille, belli bir toplulukla, belli bir tarihsel 
dönemle mi sınırlıdır? 
   
Cevap:  Tasavvufun  herhangi  bir  zaman,  yer  veya  topluluktaki 
görünen yüzü çeşitlilik gösterebilir,  çünkü tasavvuf kendisini her insan 
tarafından kavranabilir şekilde sunmalıdır. 
   
Soru:  Türkistanlı  Ahmed  Yesevi  ve  Endülüslü  İbn  El  Ara-bi'nin 
okullarından çok az eser var, neden? 
   
Cevap: Çünkü yüksek anlayış diyarında, iş bitince ocak kapanır. 
   
Tasavvuf  okumak,  İdris  Şah  okumak  ve  daha  nice  nice  kıymetli 
kalemleri  okumak  hayata  bakışımızı  değiştirecek.  Okumak  lazım.  Çok. 
Daha  çok.  Ne  de  olsa  insanın  işi  öğrenmektir.  Öğrenmek  ve  bir  de 
muhabbettir. 
   
downloaded from KitabYurdu.org

121 
 
   
 
   
   
downloaded from KitabYurdu.org

122 
 
   
     Annesinin Oğlu 
   
 
 
   
Yaşadığımız  her  duygusal  arızanın  ya  da  elimize  yüzümüze 
bulaştırdığımız  her  aşk  macerasının  sebebini,  dönüp  çocukluğumuzun 
incinmişliklerine  bağlamak  zorunda  değiliz.  Ama  öyle  yapıyoruz  çoğu 
zaman.  Ve  ne  vakit  çocukluğumuzu  bir  başkasına  anlatmaya  kalksak, 
temel  bir  figür  öne  çıkıyor  hatıralarımızda:  Annemiz.  "Kadınlar  ve 
anneleri" başlı başına bir yazı konusu, "erkekler ve anneleri" ise apayrı. 
Siyasette, sporda, medyada, akademide, sanatta ve iş dünyasında başarılı 
ve etkin olan erkeklerin çoğunun arkasında sanıldığı gibi azimli bir "eş" 
değil, iddialı bir "anne" var aslında. 
   
Kimi  erkekler  "annesinin  oğlu"  ve  hep  öyle  kalıyor.  Kaç  yaşına 
gelirlerse  gelsinler  onlar  annelerine  olan  düşkünlüklerini  ruhlarında 
kalıcı  bir  dövme  gibi  taşıyor.  Büyüyüp  üniversiteden  mezun 
olduklarında,  iş  dünyasına  atıldıklarında,  hatta  evlenip  yuva 
kurduklarında  bile  durum  değişmiyor.  Hayatlarının  rotasını  belirleyen 
pusula anneleri olmaya devam ediyor. Kimi anneler de "oğlunun annesi" 
ve  hep  öyle  kalıyor.  Müthiş  bir  düşkünlük,  titizlik,  korumacılık... 
Yaşlandıkça  durum  değişmiyor,  tam  tersine  pekişiyor.  Oğlunun 
mesleğindeki  ilerlemelerini,  kimlerle  rekabet  halinde  olduğunu, 
sevenlerini  ve  sevmeyenlerini  ayrıntılarıyla  biliyor  anne,  gözü  hep 
üzerinde. 
   
Oğlumuz doğduğunda "esas kişilik sınavın şimdi başladı" demişti 
bir  psikolog  arkadaşım  bana.  "Bakalım  nasıl  bir  oğlan  annesi 
olacaksın?"  Bir  şey  demedim.  Sadece  dinledim.  Bakıyorum  etrafıma, 
seyrediyorum  âlemi.  Genç  kızlığında  hayal  ettiği  dünyayı  bulamayan 
veya yetenekleri doğrultusunda yaşayamadığını sanan; kendi evliliğinde 
downloaded from KitabYurdu.org

123 
 
içten  içe  mutsuz  olan  ya  da  senelerce  çevresiyle  sorunlar  yaşayan; 
velhasıl bir türlü kendini tam olarak geliştiremeyen, potansiyelini açığa 
çıkaramayan  nice  anne  varını  yoğunu  oğluna,  oğullarına  adıyor. 
Tutkuyla, sabırla, kararlılıkla... Bunca duygusal enerji, bu kadar beklenti 
oğlan  çocuklarının  üzerine  odaklanıyor.  Sonra  o  çocuklar  büyüyor  ve 
kendi mutsuzluklarını yaşıyor, yaşatıyor... 
   
 
 
   
Sene  1900.  Paris'te  salaş  bir  otel  odasında,  meteliksiz,  kimsesiz, 
yaşamaktan  yorgun  düşmüş  bir  adam  uzanmakta.  Gözleri  tavana 
odaklanmış,  aklı  geçmişte,  yüreği  sevdiklerinde  takılı  kalmış.  Usulca 
veda  ediyor  dünyaya.  Ölüm  sebebi:  Menenjit...  Bir  de  raporlara 
yazılmayan  sebepler  var:  "Toplum  tarafından  yanlış  anlaşılmak, 
dışlanmak, horlanmak, yıpratılmak ve yalnızlık." Oscar Wilde'ın 1854'te 
Dublin'de başlayan yaşam serüveni böyle son buluyor. 
   
"Ağır yazar" yahut "saygın edebiyatçı" görüntüsü vermek gibi bir 
derdi  hiç  olmadı  onun.  Keza  "erkek  adam"  tanımına  uymak  gibi  bir 
gayesi de olmadı. Canının istediği gibi giyindi, dilediğince süslendi. En 
olmadık renkler (eflatun, bordo, turkuvaz), en olmadık kumaşlar (şifon, 
saten,  ipek)  içindeydi.  Kadifeye  bayılır,  parlak  ve  pahalı  kıyafetlere 
bürünmeyi  severdi.  Kimselerin  anlamadığı  takıntıları  vardı:  Porselen 
biriktirirdi  mesela,  mavi-beyaz  çay  fincanları,  yemek  takımları.  Bir  o 
kadar  düşkündü  tavuskuşu  tüylerine.  Gittiği  her  yere  tavuskuşu  tüyleri 
götürür, yeni tanıştığı insanlara bunlardan hediye ederdi. 
   
Huylarını  tuhaf  bulanlara  aldırmaz,  güler  geçerdi.  Hiçbir  zaman 
utanmadı renkli kişiliğinden. "Saplantılardan kurtulmanın tek yolu onları 
bastırmaya  çalışmak  yerine  açığa  çıkarmak"tır  derdi.  İnsanın 
arızalarından arınabilmesi için bunlarla yüzleşmesi gerekliydi. Hiç "-mış 
gibi" yapmadı. 
   
Kimi  edebiyat  tarihçileri  bugün  Oscar  Wilde'ın  sıradışı  hayatını 
downloaded from KitabYurdu.org

124 
 
incelerken,  "annesi  tarafından  yanlış  yetiştirildiği"  sonucunu  çıkarıyor. 
Son  derece  ilginç  bir  kişilikti  Lady  Wilde.  Dönemin  kadın  hareketinde 
önemli rol oynayan, ateşli bir feminist olmasına rağmen kendi kocasının 
aldatmalarına ses çıkarmayan bu kadın aslında hep bir kız çocuğu olsun 
istedi. Olmayınca, oğlu Oscar'ı kız çocuğu gibi giydirdi, fırfırlı elbiseler, 
kurdeleler,  şapkalar  içinde.  Kimilerine  göre,  annesi  böyle  bir  yol 
seçmemiş olsaydı, Oscar Wilde ne bu kadar rüküş olurdu, ne de gay. Ne 
böyle şatafatlı giyinirdi, ne de böyle sakıncalı temalar hakkında yazılar 
yazardı. 
   
Dünya  edebiyatının  büyük  ismi  Proust,  yetişkin  bir  erkekken  bile 
annesinin  oğluydu.  Ömrü  boyunca  annesinin  görüş  alanından 
çıkmamaya,  onun  onayladığı  biçimde  hareket  etmeye  özen  gösterdi. 
Annesinden  ayrı  kaldığı  nadir  zamanlarda  ayrıntılı  mektuplar  yazdı, 
rapor  sunar  gibi.  Öyle  ki  beslenme  biçiminden  tuvalete  çıkma 
alışkanlıklarına  kadar  her  şeyi  yazdı.  Mektuplarda  verilen  tüm  bilgiler 
bir  davetti  aynı  zamanda:  Marcel  Proust  annesini  hayatına  daha  fazla 
müdahale  etmeye  davet  etti.  Annesinin  de  söz  konusu  davete  icabet 
etmediği  olmadı  hiç.  Daha  nice  örnek  var  böyle.  Thomas  Hardy  temel 
eğitimini  ve  edebiyat  zevklerini  annesinden  aldı.  Babasını  erken  yaşta 
kaybeden  Herman  Melville'in  zevkleri  ve  kişiliği,  tıpkı  diğer  sekiz 
kardeşininki gibi, büyük oranda annesi tarafından şekillendirildi. 
   
Dedim ya, kimilerimiz "annelerinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç 
yaşına  varmış,  mesleğinde  ne  kadar  yükselmiş,  neler  başarmış  hiçbir 
önemi  yok.  Koskoca  şirketleri  yönetip  gene  anneleri  tarafından 
yöneltilen  işadamları,  edebiyatta  şaheserler  yaratıp  sonra  da  annelerine 
çocuk  gibi  mektup  yazan  erkek  romancılar,  siyasette  tozu  dumana 
kattıkları halde annelerinin yanında kuzu kesilen erkek politikacılar var. 
Onların  alınlarında,  el  yazısından  şık  ve  görünmez  harflerle  yazıyor: 
Annesinin oğlu. 
   
Ve işte en büyük zorlukları bu tür erkeklere âşık olan, onlarla bir 
downloaded from KitabYurdu.org

125 
 
hayat  kurmaya  çalışan  kadınlar  yaşıyor.  Bir  kadın  için  en  zor  şey 
"annesinin oğlu" olan bir erkeği sevmek... 
   
downloaded from KitabYurdu.org

126 
 
   
 
   
   
downloaded from KitabYurdu.org

127 
 
   
     Bencil Bir Adam Sevmek 
   
 
 
   
Okumuş  yazmış,  bir  hayli  mürekkep  yalamış  erkekler  içinde 
öyleleri vardır ki, uzaktan bakınca aydınlık bir zekâ feneri gibi görünür 
ama yaklaşınca bambaşka bir adama dönüşürler. Takdirle dinleriz onları; 
ağızlarından  bal,  kalemlerinden  bilgi  damlar.  Konuşkan  ve 
nüktedandırlar.  İlgiden,  iltifattan  ve  en  çok  da  kendilerine  soru 
sorulmasından  hoşlanırlar.  Bol  bol  anlatırlar.  Israrla  doğruların  altını 
çizer,  ha  bire  eleştirilerde  bulunur,  berrak  bir  zihin  ve  özgür  bir  mizaç 
abidesi olarak yükselirler toplumda. Her meselede yapacak bir yorumları 
vardır. Analitik düşünür, akılcı çözümlemeler sunar, kitaplardan alıntılar 
yapar, nadir dehalar olarak dolaşırlar aramızda. Herkes yararlanır onların 
ışığından.  Herkes  dediysem,  onlara  en  yakın  olanlar  hariç.  Yani 
sevgilileri ya da eşleri hariç. 
   
Fener  kendi  dibini  aydınlatamaz.  Işığını  hep  uzaklara  yollar, 
kendinden  fersah  fersah  öteye.  Fenere  yaklaştıkça  ışık  yerini  gölgelere 
bırakır, aydınlık karanlığa evrilir. Bir de bakmışsınız ki kamusal alanda 
son  derece  açık  fikirli,  kendine  güvenen,  esprili  ve  hoşsohbet  olan 
adamlar  özel  hayatlarında  yüz  seksen  derece  tersiymiş.  Kapalı,  katı, 
tedirgin,  şüpheci  ve  aksi...  Toplum  içinde  ne  kadar  iddialı  ve 
aydınlıksalar,  evlerinin  mahremiyetinde  o  kadar  suskun,  çapalı  ve 
gölgeli... Bu yüzden en iyisi uzaktan tanımaktır böylelerini. Bu yüzden 
bir  kadının  yapabileceği  en  büyük  hata,  bir  Fener  Deha  Adam'a  âşık 
olmaktır.  Hikâyenin  bundan  sonrası  kaçınılmaz  olarak  hüsran,  hüsran, 
hüsrandır. 
   
XVIII. yüzyılda Fransa'da yaşayan ve geçinebilmek için terzilik ve 
çamaşırcılık  yapan  Thérèse  Levasseur  işte  bu  kadınlardan  biriydi. 
downloaded from KitabYurdu.org

128 
 
İmkânsız bir adamı sevdi. Yüreğini billur bir topaç yapıp ona teslim etti. 
Ve topacın her dönüşünde içi burkuldu, acı çekti, hem de bir değil, iki 
değil, tam otuz üç sene boyunca... Thérèse nam bu kadın, Jean-Jacques 
Rousseau'nun mutsuz sevgilisi, daimi ötekisiydi. Tam anlamıyla "öteki" 
idi  Thérèse.  Çünkü  felsefe  tarihinin  ölümsüz  ismi  Rousseau  ne  kadar 
eğitimli,  şehirli,  ilgili,  kabına  sığmaz  ise,  Thérèse  de  o  kadar  sakin, 
müşfik,  köylü  ve  cahildi,  kitapların  dünyasıyla  en  ufak  bir  teması  bile 
yoktu.  Rousseau  kitap  yazar,  Thérèse  kitapların  tozunu  alırdı.  İkisinin 
neden ve nasıl beraber olduğuna kimse akıl sır erdiremedi. Muhtemelen 
en  derin  çelişkiyi  Rousseau  yaşadı.  Ne  sırtını  dönüp  terk  edebildi 
Thérèse'i,  ne  de  onunla  yasal  bir  evlilik  yapıp  karısını  toplum  içine 
çıkarabildi.  İlişkileri  hep  arada  kaldı.  Sıkışmış  bir  yerde,  eşikte  geçen 
koca bir ömür. 
   
Jean-Jacques  Rousseau'nun  kişiliğine  yakından  bakınca  bir  Fener 
Deha  Adam'ın  portresini  görürüz.  Ünlü  filozof  28  Haziran  1712'de 
Cenevre'de  doğdu.  Dünyaya  gelişinden  dokuz  gün  sonra  annesini 
kaybetti.  Bu  trajedi  hayatına  ve  kişiliğine  damga  vuran  temel  hadise 
oldu. Annesinin ölümünden hep kendini sorumlu  tuttu. Henüz delikanlı 
iken  evden  kaçtı  ve  Cenevre'den  ayrıldı.  Tutup  kendisinden  13  yaş 
büyük asil bir kadına, bir baronese âşık oldu. "Annecik" diye hitap ettiği 
bu kadının peşinden epeyce koştuktan sonra durdu, duruldu ve kendini 
kitaplara adadı. Dönemin en büyük düşünürleri tarafından kaynak kabul 
edilecek  ve  hâlâ  bugün  düşünce  hayatına  damga  vuran  eserlerini 
yazmaya  koyuldu.  Davetler  aldı,  konuşmalar  yaptı,  dersler  verdi,  derin 
felsefi tartışmalara girişti... 
   
Günlerden  bir  gün  bir  otel  odasında  Rousseau  yazı  masasında 
oturmuş, etrafı kitaplar ve karalanmış notlarla kaplı vaziyette harıl harıl 
çalışırken  kapı  çaldı.  Odayı  toplamak,  çamaşırları  yıkamak,  sökükleri 
dikmek  için  genç  bir  kadın  içeri  girdi.  Ve  derin  felsefi  meseleler 
hakkında çözümlemeler yapmakla meşgul koca filozof yazmayı bırakıp, 
downloaded from KitabYurdu.org

129 
 
kadına  bakakaldı.  Eğitimi  ve  bilgiyi  her  şeyden  üstün  gördüğünü  dile 
getiren  Rousseau,  okuma  yazma  bilmeyen  bu  kadına  oracıkta  tutuldu. 
Bundan  böyle  Thérèse'i  bir  daha  bırakamayacak,  ama  onu  yasal  karısı 
yapmaya da yanaşmayacaktı. 
   
Böyle  başladı  marazi  bir  ilişki.  Ne  evliydiler,  ne  tam  sevgili. 
Aradan seneler geçip peş peşe beş çocukları olduktan sonra bile durum 
değişmedi. 
   
Jean-Jacques Rousseau dünya felsefe tarihinin en çelişkili ismiydi. 
Her zaman Cenevre vatandaşı olmakla övündü, ama fikirlerinden dolayı 
vatandaşlıktan çıkarılması uzun sürmedi. Akıl ve mantığı baş tacı etse de 
en  nihayetinde  hep  romantik  hareketin  içinde  anıldı.  Ama  belki  de  en 
vahim  çelişkisi  en  mahrem  olanıydı.  İyi  bir  eş  olamadığı  gibi  baba 
olmayı  da  beceremedi.  Beş  çocuğunu  da  art  arda  terk  etti.  Onları 
civardaki hastanelere bıraktı. Ve sonra oturup anne babaların nasıl çocuk 
yetiştirmesi gerektiği hakkında kitaplar yazdı. Hâlâ bir başucu eseri olan 
Émile  böyle  kaleme  alındı.  Avrupa'da  herkes  Rousseau'nun  "ilerici" 
yapıtlarını,  toplumsal  nasihatlerini  konuşadursun,  filozofun  kendi 
çocukları sefalet içinde ve kaderlerine terk edilmiş halde yaşadı. 
   
Söyledikleriyle  yaptıkları  arasında  uçurumlar  olan  bir  adamdı 
Rousseau.  Kamusal  alanda  başka  biriydi,  özel  hayatında  bambaşka. 
Belki hepimiz gibi parçalanmış kişilikler taşıyordu içinde. Ama mesele 
şu ki,  yazarken ve konuşurken hiç çelişkisi  yokmuş  gibi davrandı. Her 
şeyi çözmüş, aşmış bir adam gibi. Nice sonra beyin kanamasından öldü. 
Bu dünyadan ayrılış sebebinin o çok sevdiği ve önemsediği beyni olması 
manidardı. 
   
Jean-Jacques  Rousseau  tipik  bir  Fener  Deha  Adam'dı.  Yaratıcı, 
cevval  ve  dâhiydi.  Ve  pek  çok  dâhi  gibi  son  derece  bencildi.  Kendi 
duyguları  söz  konusu  oldu  mu  aşırı  hassas  ve  duyarlı,  başkaları  söz 
konusu  oldu  mu  hoyrat  ve  katıydı.  Müthiş  bir  roman  kahramanı, 
fevkalade  bir  film  karakteriydi.  Renkliydi  çünkü  derinden  yaralı  ve 
downloaded from KitabYurdu.org

130 
 
çelişkiliydi. Ama doğrusu kadınlar için en iyisi onu uzaktan tanımaktı. 
   
downloaded from KitabYurdu.org

131 
 
   
     Arjantin'de Mevlânâ Okumak 
   
 
 
   
Fransa'nın kuzeyinde yağmurlu, rüzgârlı, düzenli bir kasaba burası. 
İsmi Deauville. 
   
Her sene ekim ayında, emekli cenneti olarak  görülen bu sakin ve 
sessiz  bölgeye  apayrı  bir  canlılık  geliyor.  Dünyanın  80  ülkesinden 
toplam  binin  üzerinde  kadın,  buraya  adeta  akın  ediyor.  Afrika'dan, 
Japonya'dan,  Güney  Amerika'dan,  Ortadoğu'dan,  Rusya'dan...  Dört  bir 
yandan  kadınlar.  Zira  "alternatif  Kadın  Davos'u"  olarak  da  tanımlanan 
Kadın Forumu burada düzenleniyor. 
   
Her  şey  bir  işkadınının  vizyonuyla  başlamış  aslında.  Ve  pek  çok 
girişim  gibi  bu  da  engellerden  ilham  almış.  Aude  Zieseniss  de  Thuin 
isimli başarılı bir Fransız işkadını, Davos'a katılmak için başvurduğunda 
beklemediği  bir  ret  cevabıyla  karşılaşmış.  Ama  bu  durumda  pek 
çoğumuzun yapacağı gibi, "Eh ne yapalım, artık seneye giderim" ya da 
"Demek  ki  kısmet  değilmiş"  diye  konuyu  kapatmaktansa,  kendi 
Davos'unu kurmaya karar vermiş. 
   
Önce  kendisi  gibi  idealist  ve  girişken  kadınlardan  bir  ekip 
oluşturmuş.  Sonra  tüm  dünyadan  siyaset,  ekonomi,  sanat,  tıp,  biyoloji, 
mühendislik,  fizik,  edebiyat  gibi  alanlarda  üretken  kadınlara  kapısını 
açan  bir  forum  kurmuş.  Uluslararası  konferanslarda  ve  girişimlerde 
kadınların rolü hâlâ son derece sınırlı. Bilhassa belli bir sosyal zümreden 
gelmeyen kadınların. Buna dikkat eden Kadın Forumu, dünya üzerinde 
daha  çok  sayıda  kadının  ekonomik,  toplumsal  ve  kültürel  konularda 
daha fazla söz hakkına sahip olması için çalışıyor. 
   
 
 
downloaded from KitabYurdu.org

132 
 
   
Toplu  fotoğraf  çekimi  esnasında  ufak  tefek  kumral  bir  kadın 
yanıma  yaklaşıyor,  utangaç  bir  edayla  kendini  tanıtıyor.  Arjantinli  (ve 
sonradan  öğrendiğime  göre  mesleğinde  hayli  tanınmış  ve  başarılı)  bir 
biyologmuş. Buenos Aires'in kuzeyinde dağlık bir bölgede organik tarım 
yapıyormuş. Kendini kısaca tanıttıktan sonra gülümseyerek, "Her şey bir 
yana,  ben  aslında  bir  Mevlânâ  âşığıyım"  diyor.  "Şimdiye  değin  üç  kez 
Konya'ya  geldim,  Hazreti  Pir'in  mezarını  ziyaret  ettim.  Mevlânâ'nın 
İspanyolcaya  çevrilen  her  şeyini  okudum.  Ama  tabii  onu  anlamak  için 
daha çok yolumuz var." 
   
Şaşırıyorum.  Bir  an  için  ne  diyeceğimi  bilemiyorum.  Halbuki 
şimdiye  değin  Mevlânâ'nın  çağrısına  kulak  vermiş  pek  çok  Batılıyla 
karşılaştım. 
Kanada'da, 
Amerika'da, 
İngiltere'de, 
Portekiz'de, 
Danimarka'da yaşayıp da Mevlânâ dendi mi gözlerinin içi gülen insanlar 
tanıdım.  Ama  bu  kadın,  hepsinden  daha  fazla  şaşırtıyor  beni.  Çünkü 
medeniyetten uzak, şehir hayatına sırtını dönmüş, alabildiğine sakin ve 
basit bir hayatı seçmiş, adeta kendini yalıtmış. Böyle münzevi ve coğrafi 
açıdan  uzak  bir  insanın  Mevlânâ'yı  keşfetmiş  olması  ve  kendini  onun 
âşığı olarak tanıtması beni ürpertiyor. 
   
Modern  insanın  maneviyat  arayışı  bugün  her  zamankinden  daha 
derin, daha belirgin. Adeta manyetik bir çağrısı var Hazreti Mevlânâ'nın. 
Nasıl  bir  tılsımdır  ki  bu,  nasıl  bir  esrar  perdesi,  bunca  yüzyıl,  bunca 
değişimden  sonra  bile  aynı  kalıyor,  eskimiyor,  tavsamıyor.  Arjantin'de 
bir  dağ  köyünde  organik  tarım  yapan  bir  kadının,  geceleri  yatmadan 
evvel  Rumi'den  İspanyolca  dizeler  okuduğunu  bilmek  garip  bir  ürperti 
veriyor insana. Ve insanlık adına müthiş bir umut ve inanç. 
   
downloaded from KitabYurdu.org

133 
 
Yüklə 2,04 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin