İnsanın İşi Öğrenmektir
"Aşk'ı okudum, tasavvuf ile yakından ilgileniyorum. Bana bunun
ardından aynı alanlarda ne okumamı tavsiye edersiniz?" diyen okur
mektupları ve e-mailler alıyorum. Tavsiye vermek benim haddim değil.
Üstelik ne uzmanım bu alanda, ne yetkin. Benim işim hikâye anlatmak.
Ben okurlarımı bir hayale, bir hikâyeye davet ediyorum romanlarımda.
Aşk'ta da beraber bir hayal kurduk. Beraber bir hikâye anlattık. Ama
rahmetli Cemil Meriç'in dediği gibi, hikâyelerin ve kitaplarla gelen
hayallerin şu "hakiki" dünyadan daha hakiki olduğunu unutmayarak...
Tasavvuf konusunda herkesin kendi mizacına ve ihtiyaçlarına göre
okuma listesini elleriyle kurup adım adım oluşturacağına inanıyorum.
Önemli olan iyi ve isabetli kitaplar okumak kadar, tasavvufu kitabi bir
bilgi boyutunda bırakmamak. Yani yaşamak. Yaşatmak. Bugüne
taşımak. Gündelik hayatın ufak tefek adımları içinde aramak ve bulmak
bulabildiğince. Gayret etmek, kadrince. Yoksa teorik, uzak, "eski" ve
temelde hissedilmez bir boyutta kalıyor bilgi. Halbuki bilgiyi de
yaşamak lazım.
Öte yandan şunu da biliyorum ki, gene kitaplar aracılığıyla
gönüller arası köprüler kurabilir, birbirimize kapılar açabiliriz. Güzel
kitaplardan, güzel filmlerden, güzelliklerden bahsedebiliriz. Birbirimize
yollar açabiliriz. Bu niyetle, sevdiğim ve etkilendiğim bir kalemden
bahsetmek istiyorum. Batı'dan ve Doğu'dan çok sayıda insana ilham
vermiş ve Sufiliği tanıtmış bir isim: İdris Şah.
"İnsanın işi öğrenmektir. Deve insandan daha güçlüdür; fil daha iri,
aslan daha yiğittir. Sığır insandan daha çok yiyecek yer, kuşların
erkekliği daha fazladır. İnsanın işi ise öğrenmek, öğrenmek, öğrenmektir
downloaded from KitabYurdu.org
119
bu âlemde...." Böyle diyor İdris Şah, kadim tasavvuf metinlerinden
aktarımlarda bulunduğu yapıtlarında. Böyle diyor Türkçeye kazandırılan
Sufi'nin Yolu kitabında. Çarpıcı tasavvufi hikâyeler ve tekrar tekrar
dönüp düşünerek okunması gereken mesellerle dolu bu kitap basında ne
yazık ki yeterince ilgi görmedi, bir hayhuy içinde kaynadı, ama
meraklısı gitti buldu, okudu.
Bizde ne yazık ki yeterince tanınmıyor İdris Şah. Oysa Batı
âlemine, bilhassa Batılı entelektüellere tasavvufu tanıtan ve sevdiren bir
avuç Doğulu yazardan biridir. "Her öğrencinin hak ettiği mürşidi
bulduğunu" söyler ki, üzerinde uzun uzun düşünmeye değer. İdris Şah'ı
etkili kılan sadece eserleri değil, bir de insanların yüreklerinde bıraktığı
merak ve muhabbet tohumları olsa gerek. Tabii bir de Avrupalı
sanatçılar üzerindeki etkisi. Pek çok kişi tasavvuf hakkında yazmıştır
Batı'da, ama çok azı, bu konulara ilgi göstermemeleriyle ünlü olan yazar
çizer takımı tarafından ilgiyle okunmuştur senebesene. Kimi Katolik
kimi Protestan kimi Yahudi ailelerden gelen kültürel elite, tasavvufu
sevdiren insandır İdris Şah. Onun sadık okurları ve sevenleri arasında
İngiliz romancılığının divalarından, Nobel ödüllü Doris Lessing de
vardır.
İdris Şah, 1924 senesinde zor bir coğrafyada, Afganistan'da
dünyaya geldi. Seneler sonra yazdığı kitaplar dünyanın en çok
konuşulan tüm dillerine çevrildi. İdris Şah, "arayan" her öğrencinin
eninde sonunda kendi aynasını, kendi mürşidini bulacağına inanırdı.
Ancak bir o kadar eleştirel yaklaşırdı mürid-mürşid ilişkisini hiyerarşik
düzlemde kuranlara. Ona göre mürid ile mürşid aynı zeminde olmalıydı,
aynı gönülden, aynı demden. Yani öyle biri ötekinin elini eteğini öpecek,
biri aşağıda öteki yukarıda olacak... Bunlardan yana değildi. İdris Şah'a
göre öğretmen ile öğrenci aynı seviyede olmalı, aynı pınardan su
almalıydı. "Tasavvuf, insanın kendi kendinin farkına varacağı ve kendi
kendine gerçekleştireceği bilgidir" demesi bu yüzden.
downloaded from KitabYurdu.org
120
Soru: Tasavvuf ile diğer düşünce yöntemleri arasında çekişme var
mı?
Cevap: Yok ve olamaz, çünkü tasavvuf tüm düşünce yöntemlerini
bünyesinde toplar; hepsinin kendine göre bir kullanımı vardır.
Soru: Tasavvuf belli bir dille, belli bir toplulukla, belli bir tarihsel
dönemle mi sınırlıdır?
Cevap: Tasavvufun herhangi bir zaman, yer veya topluluktaki
görünen yüzü çeşitlilik gösterebilir, çünkü tasavvuf kendisini her insan
tarafından kavranabilir şekilde sunmalıdır.
Soru: Türkistanlı Ahmed Yesevi ve Endülüslü İbn El Ara-bi'nin
okullarından çok az eser var, neden?
Cevap: Çünkü yüksek anlayış diyarında, iş bitince ocak kapanır.
Tasavvuf okumak, İdris Şah okumak ve daha nice nice kıymetli
kalemleri okumak hayata bakışımızı değiştirecek. Okumak lazım. Çok.
Daha çok. Ne de olsa insanın işi öğrenmektir. Öğrenmek ve bir de
muhabbettir.
downloaded from KitabYurdu.org
121
downloaded from KitabYurdu.org
122
Annesinin Oğlu
Yaşadığımız her duygusal arızanın ya da elimize yüzümüze
bulaştırdığımız her aşk macerasının sebebini, dönüp çocukluğumuzun
incinmişliklerine bağlamak zorunda değiliz. Ama öyle yapıyoruz çoğu
zaman. Ve ne vakit çocukluğumuzu bir başkasına anlatmaya kalksak,
temel bir figür öne çıkıyor hatıralarımızda: Annemiz. "Kadınlar ve
anneleri" başlı başına bir yazı konusu, "erkekler ve anneleri" ise apayrı.
Siyasette, sporda, medyada, akademide, sanatta ve iş dünyasında başarılı
ve etkin olan erkeklerin çoğunun arkasında sanıldığı gibi azimli bir "eş"
değil, iddialı bir "anne" var aslında.
Kimi erkekler "annesinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç yaşına
gelirlerse gelsinler onlar annelerine olan düşkünlüklerini ruhlarında
kalıcı bir dövme gibi taşıyor. Büyüyüp üniversiteden mezun
olduklarında, iş dünyasına atıldıklarında, hatta evlenip yuva
kurduklarında bile durum değişmiyor. Hayatlarının rotasını belirleyen
pusula anneleri olmaya devam ediyor. Kimi anneler de "oğlunun annesi"
ve hep öyle kalıyor. Müthiş bir düşkünlük, titizlik, korumacılık...
Yaşlandıkça durum değişmiyor, tam tersine pekişiyor. Oğlunun
mesleğindeki ilerlemelerini, kimlerle rekabet halinde olduğunu,
sevenlerini ve sevmeyenlerini ayrıntılarıyla biliyor anne, gözü hep
üzerinde.
Oğlumuz doğduğunda "esas kişilik sınavın şimdi başladı" demişti
bir psikolog arkadaşım bana. "Bakalım nasıl bir oğlan annesi
olacaksın?" Bir şey demedim. Sadece dinledim. Bakıyorum etrafıma,
seyrediyorum âlemi. Genç kızlığında hayal ettiği dünyayı bulamayan
veya yetenekleri doğrultusunda yaşayamadığını sanan; kendi evliliğinde
downloaded from KitabYurdu.org
123
içten içe mutsuz olan ya da senelerce çevresiyle sorunlar yaşayan;
velhasıl bir türlü kendini tam olarak geliştiremeyen, potansiyelini açığa
çıkaramayan nice anne varını yoğunu oğluna, oğullarına adıyor.
Tutkuyla, sabırla, kararlılıkla... Bunca duygusal enerji, bu kadar beklenti
oğlan çocuklarının üzerine odaklanıyor. Sonra o çocuklar büyüyor ve
kendi mutsuzluklarını yaşıyor, yaşatıyor...
Sene 1900. Paris'te salaş bir otel odasında, meteliksiz, kimsesiz,
yaşamaktan yorgun düşmüş bir adam uzanmakta. Gözleri tavana
odaklanmış, aklı geçmişte, yüreği sevdiklerinde takılı kalmış. Usulca
veda ediyor dünyaya. Ölüm sebebi: Menenjit... Bir de raporlara
yazılmayan sebepler var: "Toplum tarafından yanlış anlaşılmak,
dışlanmak, horlanmak, yıpratılmak ve yalnızlık." Oscar Wilde'ın 1854'te
Dublin'de başlayan yaşam serüveni böyle son buluyor.
"Ağır yazar" yahut "saygın edebiyatçı" görüntüsü vermek gibi bir
derdi hiç olmadı onun. Keza "erkek adam" tanımına uymak gibi bir
gayesi de olmadı. Canının istediği gibi giyindi, dilediğince süslendi. En
olmadık renkler (eflatun, bordo, turkuvaz), en olmadık kumaşlar (şifon,
saten, ipek) içindeydi. Kadifeye bayılır, parlak ve pahalı kıyafetlere
bürünmeyi severdi. Kimselerin anlamadığı takıntıları vardı: Porselen
biriktirirdi mesela, mavi-beyaz çay fincanları, yemek takımları. Bir o
kadar düşkündü tavuskuşu tüylerine. Gittiği her yere tavuskuşu tüyleri
götürür, yeni tanıştığı insanlara bunlardan hediye ederdi.
Huylarını tuhaf bulanlara aldırmaz, güler geçerdi. Hiçbir zaman
utanmadı renkli kişiliğinden. "Saplantılardan kurtulmanın tek yolu onları
bastırmaya çalışmak yerine açığa çıkarmak"tır derdi. İnsanın
arızalarından arınabilmesi için bunlarla yüzleşmesi gerekliydi. Hiç "-mış
gibi" yapmadı.
Kimi edebiyat tarihçileri bugün Oscar Wilde'ın sıradışı hayatını
downloaded from KitabYurdu.org
124
incelerken, "annesi tarafından yanlış yetiştirildiği" sonucunu çıkarıyor.
Son derece ilginç bir kişilikti Lady Wilde. Dönemin kadın hareketinde
önemli rol oynayan, ateşli bir feminist olmasına rağmen kendi kocasının
aldatmalarına ses çıkarmayan bu kadın aslında hep bir kız çocuğu olsun
istedi. Olmayınca, oğlu Oscar'ı kız çocuğu gibi giydirdi, fırfırlı elbiseler,
kurdeleler, şapkalar içinde. Kimilerine göre, annesi böyle bir yol
seçmemiş olsaydı, Oscar Wilde ne bu kadar rüküş olurdu, ne de gay. Ne
böyle şatafatlı giyinirdi, ne de böyle sakıncalı temalar hakkında yazılar
yazardı.
Dünya edebiyatının büyük ismi Proust, yetişkin bir erkekken bile
annesinin oğluydu. Ömrü boyunca annesinin görüş alanından
çıkmamaya, onun onayladığı biçimde hareket etmeye özen gösterdi.
Annesinden ayrı kaldığı nadir zamanlarda ayrıntılı mektuplar yazdı,
rapor sunar gibi. Öyle ki beslenme biçiminden tuvalete çıkma
alışkanlıklarına kadar her şeyi yazdı. Mektuplarda verilen tüm bilgiler
bir davetti aynı zamanda: Marcel Proust annesini hayatına daha fazla
müdahale etmeye davet etti. Annesinin de söz konusu davete icabet
etmediği olmadı hiç. Daha nice örnek var böyle. Thomas Hardy temel
eğitimini ve edebiyat zevklerini annesinden aldı. Babasını erken yaşta
kaybeden Herman Melville'in zevkleri ve kişiliği, tıpkı diğer sekiz
kardeşininki gibi, büyük oranda annesi tarafından şekillendirildi.
Dedim ya, kimilerimiz "annelerinin oğlu" ve hep öyle kalıyor. Kaç
yaşına varmış, mesleğinde ne kadar yükselmiş, neler başarmış hiçbir
önemi yok. Koskoca şirketleri yönetip gene anneleri tarafından
yöneltilen işadamları, edebiyatta şaheserler yaratıp sonra da annelerine
çocuk gibi mektup yazan erkek romancılar, siyasette tozu dumana
kattıkları halde annelerinin yanında kuzu kesilen erkek politikacılar var.
Onların alınlarında, el yazısından şık ve görünmez harflerle yazıyor:
Annesinin oğlu.
Ve işte en büyük zorlukları bu tür erkeklere âşık olan, onlarla bir
downloaded from KitabYurdu.org
125
hayat kurmaya çalışan kadınlar yaşıyor. Bir kadın için en zor şey
"annesinin oğlu" olan bir erkeği sevmek...
downloaded from KitabYurdu.org
126
downloaded from KitabYurdu.org
127
Bencil Bir Adam Sevmek
Okumuş yazmış, bir hayli mürekkep yalamış erkekler içinde
öyleleri vardır ki, uzaktan bakınca aydınlık bir zekâ feneri gibi görünür
ama yaklaşınca bambaşka bir adama dönüşürler. Takdirle dinleriz onları;
ağızlarından bal, kalemlerinden bilgi damlar. Konuşkan ve
nüktedandırlar. İlgiden, iltifattan ve en çok da kendilerine soru
sorulmasından hoşlanırlar. Bol bol anlatırlar. Israrla doğruların altını
çizer, ha bire eleştirilerde bulunur, berrak bir zihin ve özgür bir mizaç
abidesi olarak yükselirler toplumda. Her meselede yapacak bir yorumları
vardır. Analitik düşünür, akılcı çözümlemeler sunar, kitaplardan alıntılar
yapar, nadir dehalar olarak dolaşırlar aramızda. Herkes yararlanır onların
ışığından. Herkes dediysem, onlara en yakın olanlar hariç. Yani
sevgilileri ya da eşleri hariç.
Fener kendi dibini aydınlatamaz. Işığını hep uzaklara yollar,
kendinden fersah fersah öteye. Fenere yaklaştıkça ışık yerini gölgelere
bırakır, aydınlık karanlığa evrilir. Bir de bakmışsınız ki kamusal alanda
son derece açık fikirli, kendine güvenen, esprili ve hoşsohbet olan
adamlar özel hayatlarında yüz seksen derece tersiymiş. Kapalı, katı,
tedirgin, şüpheci ve aksi... Toplum içinde ne kadar iddialı ve
aydınlıksalar, evlerinin mahremiyetinde o kadar suskun, çapalı ve
gölgeli... Bu yüzden en iyisi uzaktan tanımaktır böylelerini. Bu yüzden
bir kadının yapabileceği en büyük hata, bir Fener Deha Adam'a âşık
olmaktır. Hikâyenin bundan sonrası kaçınılmaz olarak hüsran, hüsran,
hüsrandır.
XVIII. yüzyılda Fransa'da yaşayan ve geçinebilmek için terzilik ve
çamaşırcılık yapan Thérèse Levasseur işte bu kadınlardan biriydi.
downloaded from KitabYurdu.org
128
İmkânsız bir adamı sevdi. Yüreğini billur bir topaç yapıp ona teslim etti.
Ve topacın her dönüşünde içi burkuldu, acı çekti, hem de bir değil, iki
değil, tam otuz üç sene boyunca... Thérèse nam bu kadın, Jean-Jacques
Rousseau'nun mutsuz sevgilisi, daimi ötekisiydi. Tam anlamıyla "öteki"
idi Thérèse. Çünkü felsefe tarihinin ölümsüz ismi Rousseau ne kadar
eğitimli, şehirli, ilgili, kabına sığmaz ise, Thérèse de o kadar sakin,
müşfik, köylü ve cahildi, kitapların dünyasıyla en ufak bir teması bile
yoktu. Rousseau kitap yazar, Thérèse kitapların tozunu alırdı. İkisinin
neden ve nasıl beraber olduğuna kimse akıl sır erdiremedi. Muhtemelen
en derin çelişkiyi Rousseau yaşadı. Ne sırtını dönüp terk edebildi
Thérèse'i, ne de onunla yasal bir evlilik yapıp karısını toplum içine
çıkarabildi. İlişkileri hep arada kaldı. Sıkışmış bir yerde, eşikte geçen
koca bir ömür.
Jean-Jacques Rousseau'nun kişiliğine yakından bakınca bir Fener
Deha Adam'ın portresini görürüz. Ünlü filozof 28 Haziran 1712'de
Cenevre'de doğdu. Dünyaya gelişinden dokuz gün sonra annesini
kaybetti. Bu trajedi hayatına ve kişiliğine damga vuran temel hadise
oldu. Annesinin ölümünden hep kendini sorumlu tuttu. Henüz delikanlı
iken evden kaçtı ve Cenevre'den ayrıldı. Tutup kendisinden 13 yaş
büyük asil bir kadına, bir baronese âşık oldu. "Annecik" diye hitap ettiği
bu kadının peşinden epeyce koştuktan sonra durdu, duruldu ve kendini
kitaplara adadı. Dönemin en büyük düşünürleri tarafından kaynak kabul
edilecek ve hâlâ bugün düşünce hayatına damga vuran eserlerini
yazmaya koyuldu. Davetler aldı, konuşmalar yaptı, dersler verdi, derin
felsefi tartışmalara girişti...
Günlerden bir gün bir otel odasında Rousseau yazı masasında
oturmuş, etrafı kitaplar ve karalanmış notlarla kaplı vaziyette harıl harıl
çalışırken kapı çaldı. Odayı toplamak, çamaşırları yıkamak, sökükleri
dikmek için genç bir kadın içeri girdi. Ve derin felsefi meseleler
hakkında çözümlemeler yapmakla meşgul koca filozof yazmayı bırakıp,
downloaded from KitabYurdu.org
129
kadına bakakaldı. Eğitimi ve bilgiyi her şeyden üstün gördüğünü dile
getiren Rousseau, okuma yazma bilmeyen bu kadına oracıkta tutuldu.
Bundan böyle Thérèse'i bir daha bırakamayacak, ama onu yasal karısı
yapmaya da yanaşmayacaktı.
Böyle başladı marazi bir ilişki. Ne evliydiler, ne tam sevgili.
Aradan seneler geçip peş peşe beş çocukları olduktan sonra bile durum
değişmedi.
Jean-Jacques Rousseau dünya felsefe tarihinin en çelişkili ismiydi.
Her zaman Cenevre vatandaşı olmakla övündü, ama fikirlerinden dolayı
vatandaşlıktan çıkarılması uzun sürmedi. Akıl ve mantığı baş tacı etse de
en nihayetinde hep romantik hareketin içinde anıldı. Ama belki de en
vahim çelişkisi en mahrem olanıydı. İyi bir eş olamadığı gibi baba
olmayı da beceremedi. Beş çocuğunu da art arda terk etti. Onları
civardaki hastanelere bıraktı. Ve sonra oturup anne babaların nasıl çocuk
yetiştirmesi gerektiği hakkında kitaplar yazdı. Hâlâ bir başucu eseri olan
Émile böyle kaleme alındı. Avrupa'da herkes Rousseau'nun "ilerici"
yapıtlarını, toplumsal nasihatlerini konuşadursun, filozofun kendi
çocukları sefalet içinde ve kaderlerine terk edilmiş halde yaşadı.
Söyledikleriyle yaptıkları arasında uçurumlar olan bir adamdı
Rousseau. Kamusal alanda başka biriydi, özel hayatında bambaşka.
Belki hepimiz gibi parçalanmış kişilikler taşıyordu içinde. Ama mesele
şu ki, yazarken ve konuşurken hiç çelişkisi yokmuş gibi davrandı. Her
şeyi çözmüş, aşmış bir adam gibi. Nice sonra beyin kanamasından öldü.
Bu dünyadan ayrılış sebebinin o çok sevdiği ve önemsediği beyni olması
manidardı.
Jean-Jacques Rousseau tipik bir Fener Deha Adam'dı. Yaratıcı,
cevval ve dâhiydi. Ve pek çok dâhi gibi son derece bencildi. Kendi
duyguları söz konusu oldu mu aşırı hassas ve duyarlı, başkaları söz
konusu oldu mu hoyrat ve katıydı. Müthiş bir roman kahramanı,
fevkalade bir film karakteriydi. Renkliydi çünkü derinden yaralı ve
downloaded from KitabYurdu.org
130
çelişkiliydi. Ama doğrusu kadınlar için en iyisi onu uzaktan tanımaktı.
downloaded from KitabYurdu.org
131
Arjantin'de Mevlânâ Okumak
Fransa'nın kuzeyinde yağmurlu, rüzgârlı, düzenli bir kasaba burası.
İsmi Deauville.
Her sene ekim ayında, emekli cenneti olarak görülen bu sakin ve
sessiz bölgeye apayrı bir canlılık geliyor. Dünyanın 80 ülkesinden
toplam binin üzerinde kadın, buraya adeta akın ediyor. Afrika'dan,
Japonya'dan, Güney Amerika'dan, Ortadoğu'dan, Rusya'dan... Dört bir
yandan kadınlar. Zira "alternatif Kadın Davos'u" olarak da tanımlanan
Kadın Forumu burada düzenleniyor.
Her şey bir işkadınının vizyonuyla başlamış aslında. Ve pek çok
girişim gibi bu da engellerden ilham almış. Aude Zieseniss de Thuin
isimli başarılı bir Fransız işkadını, Davos'a katılmak için başvurduğunda
beklemediği bir ret cevabıyla karşılaşmış. Ama bu durumda pek
çoğumuzun yapacağı gibi, "Eh ne yapalım, artık seneye giderim" ya da
"Demek ki kısmet değilmiş" diye konuyu kapatmaktansa, kendi
Davos'unu kurmaya karar vermiş.
Önce kendisi gibi idealist ve girişken kadınlardan bir ekip
oluşturmuş. Sonra tüm dünyadan siyaset, ekonomi, sanat, tıp, biyoloji,
mühendislik, fizik, edebiyat gibi alanlarda üretken kadınlara kapısını
açan bir forum kurmuş. Uluslararası konferanslarda ve girişimlerde
kadınların rolü hâlâ son derece sınırlı. Bilhassa belli bir sosyal zümreden
gelmeyen kadınların. Buna dikkat eden Kadın Forumu, dünya üzerinde
daha çok sayıda kadının ekonomik, toplumsal ve kültürel konularda
daha fazla söz hakkına sahip olması için çalışıyor.
downloaded from KitabYurdu.org
132
Toplu fotoğraf çekimi esnasında ufak tefek kumral bir kadın
yanıma yaklaşıyor, utangaç bir edayla kendini tanıtıyor. Arjantinli (ve
sonradan öğrendiğime göre mesleğinde hayli tanınmış ve başarılı) bir
biyologmuş. Buenos Aires'in kuzeyinde dağlık bir bölgede organik tarım
yapıyormuş. Kendini kısaca tanıttıktan sonra gülümseyerek, "Her şey bir
yana, ben aslında bir Mevlânâ âşığıyım" diyor. "Şimdiye değin üç kez
Konya'ya geldim, Hazreti Pir'in mezarını ziyaret ettim. Mevlânâ'nın
İspanyolcaya çevrilen her şeyini okudum. Ama tabii onu anlamak için
daha çok yolumuz var."
Şaşırıyorum. Bir an için ne diyeceğimi bilemiyorum. Halbuki
şimdiye değin Mevlânâ'nın çağrısına kulak vermiş pek çok Batılıyla
karşılaştım.
Kanada'da,
Amerika'da,
İngiltere'de,
Portekiz'de,
Danimarka'da yaşayıp da Mevlânâ dendi mi gözlerinin içi gülen insanlar
tanıdım. Ama bu kadın, hepsinden daha fazla şaşırtıyor beni. Çünkü
medeniyetten uzak, şehir hayatına sırtını dönmüş, alabildiğine sakin ve
basit bir hayatı seçmiş, adeta kendini yalıtmış. Böyle münzevi ve coğrafi
açıdan uzak bir insanın Mevlânâ'yı keşfetmiş olması ve kendini onun
âşığı olarak tanıtması beni ürpertiyor.
Modern insanın maneviyat arayışı bugün her zamankinden daha
derin, daha belirgin. Adeta manyetik bir çağrısı var Hazreti Mevlânâ'nın.
Nasıl bir tılsımdır ki bu, nasıl bir esrar perdesi, bunca yüzyıl, bunca
değişimden sonra bile aynı kalıyor, eskimiyor, tavsamıyor. Arjantin'de
bir dağ köyünde organik tarım yapan bir kadının, geceleri yatmadan
evvel Rumi'den İspanyolca dizeler okuduğunu bilmek garip bir ürperti
veriyor insana. Ve insanlık adına müthiş bir umut ve inanç.
downloaded from KitabYurdu.org
|