Simone de Beauvoir (1906-1986)
Fransız roman ve oyun yazarı ve sosyal eleştimen. De Beauvoir, 1931 'den 1943'e kadar Sorbon-
ne'da felsefe okutmuştur ve sonra bağımsız bir yazar ve sosyal teorisyen olmuştur. Toplumsal
cinsiyet politikası meselesini yeniden etkin biçimde açarak ve radikal feministlerin daha sonra
geliştirdikleri bazı konuları önceden görerek
Le Deuxième Sexe (İkinci Cins,
1949) feminist hare
ketini oldukça etkilemiştir. De Beauvoir uzun yıllar Jean-Paul Sartre'nin (1905-1980) arkadaşıydı.
De Beauvoir, kadının konumunun doğal değil sosyal faktörlerce belirlendiğini iddia etmiş ve
ataerkil kültüre karmaşık bir eleştiri getirmiştir. Çalışmaları, erkeğin ne ölçüde olumlu veya norm olarak sunuldu
ğuna ve kadının da ne kadar"öteki"olarak gösterildiğine vurgu yapar. Böyle bir"ötekililik", doğal olarak kadınların
özgürlüğünü sınırlandırır ve onların insanlıklarını tam anlamıyla ifade etmelerini engeller. De Beauvoir, bu süreci
açığa çıkarma ve kadınlara kendi hayatlarının sorumluluğunu verme aracı olarak mantıksallığa ve eleştirel analize
inanmıştır.
____________________________________________________________________________________
J
rülmüştür. Liberal ve sosyalist fikirler, zaten kadının toplum içindeki konumuna ışık tutmak için
benimsenmişti,
ancak hiçbiri, toplumsal zihniyetin, sosyal ayrımlarda en temel konu olduğunu
görmemişti. Ancak 1960 ve 70’lerde feminist hareket, ataerkilliğin
etkisini sadece siyaset, kamusal
hayat ve ekonomide değil, bütün sosyal, kişisel ve cinsel varlık boyutlarında bulmaya çalışmıştı. Bu
eğilim Simone de Beauvoir’nın öncü çalışmasında açıkça görüldü ve Eva Figes ve Germaine Greer
gibi ilk radikal feministler tarafından geliştirildi.
Figes’in
Patriarchal Attitudes (Ataerkil Tutumlar, 1970) adlı eserde kadınların yaşadığı bil
dik yasal veya sosyal dezavantajlara değil, ataerkil değer ve inançların toplumun kültür, felsefe,
ahlâk ve dinine yayıldığı gerçeğine dikkat çekiyor. Hayatın ve öğrenmenin her alanında kadınlar
erkeklerden daha aşağıda ve ikinci derecedeymiş gibi gösteriliyor; bu “kadınlık” örneği kadınlara
erkekler tarafından empoze edilmiştir.
The Female Eunuch'ta (
Hadım Edilmiş Kadın, 1970) Greer,
kadınların pasif cinsel bir role şartlandırıldığını ve böylece gerçek cinselliklerinin ve de kişilikle
rinin daha aktif ve maceracı taraflarının bastırıldığını ileri sürmüştür. Bunun sonucunda kadınlar,
kültürel “ebedî dişi” timsâli ile hadım edilmiş ve cinsiyetsiz nesnelere dönüştürülmüşlerdir. Greer
çalışmasında Wilhelm Reich (1897) ve Herbert Marcuse (bkz. s. 143)
gibi yeni-sol yazarlardan
etkilenmiştir; bu yazarlar, “cinsel özgürlük” gereksinimini ilân etmişler ve geleneksel toplumun
baskıcı doğasını eleştirmişlerdir.
Ancak A B D ’li yazar Kate Millett (doğ. 1934) ve Kanadalı yazar Shulamith Firestone (doğ.
1945) gibi eylemcilerin çalışması ile radikal feminizm, yerleşik liberal ve sosyalist geleneklerden
ayrı duran sistematik cinsel baskı teorisi geliştirebilmişti. Radikal feminizmin temel özelliği, cinsel
baskının toplumun en temel özelliği olduğu ve diğer adâletsizlik biçimlerinin -sın ıf istismarı, ırksal
nefret vs.- ikinci derecede kaldığı inancıdır.
Toplumsal cinsiyetin, en derin sosyal uçurum ve siyasî
açıdan en önemli konu olduğuna inanılır; bu konu örneğin, sosyal sınıf, ırk veya milletten daha
önemlidir. Dolayısıyla radikal feministler, tıpkı sosyalistlerin “ kapitalist” kelimesini ekonom ik is
tismarın önemine dikkat çekmek için kullandıkları gibi, cinsel baskının temel rolünü vurgulamak
için toplumun “ataerkil” olarak anlaşılması ve tarif edilmesini isterler. Böylece ataerkillik, toplum
sal cinsiyete ilişkin sistematik, kurumsallaşmış ve yaygın bir cinsiyet baskı sürecine işaret eder.
Kate Millett da
Sexual Politics’ te (
Cinsel Siyaset, 1970) ataerkilliği bütün siyasî, sosyal ve eko
nomik yapılardan geçen ve her tarihsel ve geçici toplumlarda ve de temel dinlerde bulunan “sosyal
bir değişmez” olarak tarif etmiştir. Kadın ve erkeğin farklı rollerinin temeli “şartlanma” sürecinde
yatar: Erken yaşlardan itibaren kızlar ve erkekler çok belirgin toplumsal cinsiyet kimliklerini, ka
bul etmek için teşvik edilirler. Bu
süreç büyük ölçüde aile içinde, “ataerkilliğin temel kurumu’ nda,
gerçekleşir ancak, edebiyat, sanat, kamusal hayat ve ekonomide de görülür. Millett, 1960’larda ve
1970’lerin başlarında Siyahı Güç hareketinden etkilenen bir fikir olan “bilinçli yükseltme” (
cons
ciousness rising
) süreci ile ataerkilliğe meydan okunmasını önerdi. Tartışma ve eğitim ile kadın
lar, toplumlarına yayılan ve onu şekillendiren cinselliğin farkına varabilir ve ona daha iyi meydan
okuyabilecek durumda olabilirler. Böylece kadının özgürleşmesi devrimci bir değişiklik gerektirir:
Aile kurumu yıkılmalıdır ve toplumun her düzeyinde işlerlik gösteren kadınlara yapılan psikolojik
ve cinsel baskı yok edilmelidir.
Firestone’un
The Dialectic o f Sex ( Cinsiyetin Diyalektiği, 1972), cinsiyet ayrımı açısından sosyal
ve tarihsel süreçlerin o zaman bile çok çaba isteyen açıklamasına girişti. Firestone, sosyal sınıf ye
rine cinsiyet kategorisini koyarak kadının rolünü incelemek için Marksist teoriyi uyarladı. Firesto-
ne’a göre cinsiyet ayrımları sadece şartlanmadan değil biyolojiden de kaynaklanıyordu. Kadınların
bebek doğurabilme gerçeği, “ biyolojik aile” dediği kurum içinde “doğal bir iş paylaşımı”na neden
olmuştur. Çocuk doğurarak kadınlar, sürekli biyolojinin merhametine bağlıdır ve dolayısıyla ç o
cuklar gibi fiziksel açıdan hayatta kalmaları için erkeklere bağımlıdırlar. Yine de Firestone, ataer
killiğin doğal veya kaçınılmaz olduğunu kabul etmiyor. Ona göre kadınlar, biyolojik doğalarını
aşabilirler ve “Havva’nın laneti’ nden kaçabilirler. Firestone, m odern teknolojinin kadınları hami
lelik ve doğum yükünden kurtararak gerçek cinsel eşitlik umudunu getirdiğine inanıyor. Hamile
lik, doğum kontrolü ile engellenebiliyor veya kürtaj ile sonlandırılabiliyor; ancak yeni teknolojiler,
ayrıca, test tüplerinde yapay üretim ile hamileliği önleme ve çocuk yetiştirme sorumluluklarını
sosyal kurumlara devretme imkânı da sağlıyor. Başka bir ifadeyle biyolojik üretim süreci, siberne
tik kullanılarak laboratuarlarda gerçekleştirilebiliyor ve böylece kadınlara tarihte ilk defa biyolojik
aileden kaçma ve erkeklerin gerçek eşitleri olarak topluma katılma şansı sunuyor.
Kate Millett ataerkilliğin köklerini sosyal şartlandırmada, Firestone ise biyolojide görmesi
ne rağmen özgüleşmenin erkek ve kadın arasındaki toplumsal cinsiyet farklılıklarının azaltılması
ve nihayetinde ortadan kaldırılmasını gerektirdiği konusunda hemfikirlerdi. Her ikisi de cinsle
rin gerçek doğasının eşit ve aynı olduğuna inanıyordu; bu gerçek [toplumsal cinsiyet] ya ataerkil
kültürün etkisiyle ya da kadınların rahimlerle birlikte doğması şanssızlığıyla saklı tutuluyor. Her
ikisi de insan doğasının temelde iki eşeyli (androjen [
androgynous] ) olduğunu kabul ediyor. Ancak
radikal feminizm, bir dizi farklı unsurları içerir, bunlardan bazıları erkek ve kadın arasındaki temel