Osmanlı Saraylarında Mutfak Kültürü
Gastronomy Culture in Ottoman Palaces
Nazan ERENOĞLU SON-1
1-ESOGUTFH. Dr. Dyt.
e-mail:nazanson@ogu.edu.tr
Özet
Toplumların varlıklarının bir işareti olarak ele alınan kültür, çeşitli unsurlardan
meydana gelmiş bir öğretidir. Kültürü oluşturan öğelerden yalnız birinin, her
yönüyle geçmişten günümüze aktarılmış, yaşanılan ve geliştirilen özelliklere sahip
olması bile ait olduğu toplumun "medeniyet kavramı" içinde yer alan bir eleman
olduğuna kanıttır. Hangi konuda olursa olsun geçmişi, bulunduğu güne ve geleneğe
yansıyan bir kültür birikimi, köklü toplumların varlığına işaret eder. Yemek kültürü
de, köklü geleneksel öğretileri kurallaşmış ve aktarılmakta olan kültürün elemanı
olarak, toplumların sahip olduğu değerlerdendir. Bu bağlamda yemek-mutfak
kültürünün belirleyici özelliklerden biri olduğu düşünülerek Osmanlı toplumunun
sahip olduğu mutfak kültürünün nelerden, nasıl etkilenerek ortaya çıktığı irdelen-
mek istenmiştir.
Üç kıtaya yayılan Osmanlı İmparatorluğu, birçok kültürle iç içe yaşamış ve her
alanda olduğu gibi yiyecek içecek alışverişinde de bulunmuşlardır.
Kültürler sürekli etkileşim halinde olduklarına göre, toplam kültürün bir parçası
olan yemek kültürü de çevre kültürlerin tesirinden uzak kalamamış ve Türkler Orta
Asya'dan çıkıp Anadolu'ya yerleşinceye kadar çeşitli kültürlerle alışverişte
bulunmuşlardır. Türklerin Anadolu'ya yerleşmesinden itibaren ve özellikle Osmanlı
dönemi boyunca gerek Doğulu gerekse Batılı kültürlerle alışverişleri devam
etmiştir. Bu kültürel değişimlerden şüphesiz etkilenme çift taraflı olmuştur.
Osmanlıların değişik kültürlerin birikimini kullanmasına karşılık birçok toplum da
Osmanlı mönüsünden aktarımlar yapmıştır. Karşılıklı alışverişi gösteren örnekler
birçok çalışmada göze çarpmaktadır. Genelde Türk mutfağından özelde de saray
mutfağından söz ederken Çin, İran, Arap, Bizans, Avrupa ve Akdeniz dünyasının
nispi etkisinin olduğu bir mutfaktan bahsediliyor demektir.
Padişahların yaşadığı yerler olması nedeniyle Saraylar ve Saray yemek kültürü,
Osmanlı mutfak kültürünün zirvesi olarak kabul edilmektedir. İdari bir merkez
durumundaki saraylar birçok konuda olduğu gibi yemek kültüründe de belirleyici
olmuştur. Saray mutfağı Osmanlı İmparatorluğunun gelişme ve büyümesine paralel
olarak büyük bir gelişme göstermiştir. Saray mutfağı denilince akla hünerli aşçılar,
yemek sanatı, yemek kültürü, sofra zenginliği, yemek çeşitliliği gelmektedir.
Anahtar Kelime; Osmanlı, Osmanlı yemek kültürü, Yemek.
Summary
Culture which is accepted as a sign of richness of societies, is a doctrin that is
made of various parts. Even having only one part which is part of culture being
transfered from past to present with its every aspects and specialities that lives and
develops in daily life; is an evidence which shows the community it belongs is an
element in “concept of civilization”. An aggregation of culture in any way which
projects its past to the present day, indicates the existance of deeply rooted commu-
nities. Gastronomy, as a culture element which its traditional doctrins have become
rules and stil being transfered is also one of the values that communities have. In
this sense with acceptance of food and kitchen culture as main characteristics, it’s
demanded to investigate how and from which parts the gastronomy culture that
Ottoman society had arised.
The Ottoman Empire had branched into three continentals and lived within
many cultures, so it had dealed for food and drinks like as it had occured in every
areas.
Different cultures were always had interactions with each other so the
gastronomy as a part of society culture didn’t stay away from the environmental
effections. Turks had dealed with various cultures during their journey from Middle
Asia to Anatolia until they settled in. As from the settling of Turks on Anatolia and
especialy during the time of Ottoman period, their interactions with eastern and
western cultures had continued. The consequences of these interactions had
certainly been lived in both sides. While Ottomans had used the experiences of
different cultures, many other communities transfered some contents from Ottoman
menu. Examples of dealing societies with each other had stood up in many studies.
In speaking of generaly in Turkish gastronomy culture and specialy in Ottoman
Palace gastronomy culture, it means speaking of a culture which has some propor-
tional effects of Chinese, Iranian, Arabian, Byzantine, European and Mediterranean
world.
Because of it’s the place that sultans live, palaces and palace gastronomy
culture is accepted as the peak of Ottoman gastronomy culture. As an administrative
center, palaces had been significative as it had been significant for gastronomy
culture. Palace gastronomy had showed a big improvement paralel to growing and
developing of Ottoman Empire. Palace gasronomy culture brings one’s mind skill-
ful cooks, the art of cooking, culture of food, richness and diversity of meals.
Key words: Ottoman, Ottoman gastronomy, Food.
El- Kanun fi’t Tıbb’ın 1000. Yılında İbn-i Sina’nın Milliyeti
ile İlgili Devam Eden Tartışmalar Hakkında…
About the Ongoing Discussions of Avicenna’s Nationality on
the 1000th Year of El- Kanun fi’t Tıbb
Çağrı Zeybek ÜNSAL, Nüket Örnek BÜKEN*
**Prof.Dr.Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı
Hacettepe Biyoetik Merkezi
06100 Sıhhiye - Ankara/ Türkiye
e-mails:
Prof. Dr. Nüket Örnek Büken: nuketbuken@hotmail.com
Çağrı Zeybek Ünsal: zeybek.cagri@gmail.com
Özet
Bilindiği üzere Batı’ da Hekimlerin Prensi “Avicenna” olarak anılan İbn-i Sina ile
ilgili dünya literatüründe pek çok makale yazılmıştır. İbn- i Sina’ nın Türk mü yoksa
İranlı mı olduğu konusundaki tartışmalar günümüze kadar süregelmiştir. Sosyal
bilimler açısından yapılan çalışmalara bakıldığında İbn-i Sina’ nın 980’de Buhara
yakınlarında Afşana Köyü’nde doğmuş olması ve o dönem o bölgede Türk
hükümetlerinin hakim olması, Ali Emiri Kütüphanesi’nde 685 numaradaki yazma
eserde varak 219 a’da Türkçe bir şiir yazmış olması ve İbn- i Sina’ nın kafatası
incelenerek antropolojik karakterinin Alpli insan (homo alpinus) olduğunun tespit
edilmiş olması gibi nedenler İbn-i Sina’ nın Türk olduğuna dair birer kanıt olarak
gösterilmiştir. Aynı zamanda Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu tarafından 1970
yılında İbn-i Sina’ nın kafatasının bir fotoğrafı üzerinden yapılan antropolojik
çalışma sonucunda, İbn-i Sina’ nın Türk olduğuna 1976 yılındaki bildirisinde yer
verilmiştir. Öte yandan, İbn-i Sina’ nın yaşadığı dönemde bilim dilinin Arapça
olması ve İbn- i Sina’ nın Hamedan’ da 1037 yılında ölmüş olması İbn- i Sina’ nın
İranlı olduğunun kabulü için yeterli görülmemiş ve tartışılmıştır.
Bu çalışmamızda İbn-i Sina’ nın yüzünün neye benzediğine ilişkin 2014 yılında
yapılan bir yeniden yüzlendirme çalışması, uzman görüşleri ile birlikte
değerlendirilmiş, yeniden yüzlendirme ile ortaya çıkarılan İbn-i Sina’ nın resmi
dikkate alınarak, farklı yöntemler kullanıldığında aynı sonucun elde edilip
edilemeyeceği tartışılmıştır.
“Kanun” un 1000. Yılını kutladığımız bu yıl bu tartışmaları gündeme getirmek ve
açıklamak arzusundayız.
Summary
It is well known that there are many articles in the literature related to Avicenna who
is also known as “The prince of Physicians” in Western Culture.It has been
discussed for many years and yet even today is still a point of dispute whether
Avicenna is a Persian or a Turk. For a long time Ibni Sina was considered an Arab,
at the present the most widely accepted opinion seems to be that he is Iranian. The
contemporary Turkish scholars consider him to be a Turk.
According to the findings of social studies about Avicenna, it has determined that
there are evidence about the nationality of Avicenna. Borning in a village of Afşana
near Bukhara,Turkish governments’ sovereignty during his life time period in that
geographical area, having a Turkish poem written in a book 685no, 219a at the Ali
Emiri Library, Avicenna’s skull which has an antropological character just as
Alpine people (homo alpinus) have all been shown as evidences for Avicenna being
a Turk. He has also been mentioned as a Turk in a presentation of Prof. Dr. Şevket
Aziz Kansu in 1976 according to his antropological studies on the photograph of
Avicenna’s skull that was obtained in 1970s. On the other hand, the facts that Arabic
was used during his lifetime period as a scientific language, and that he died in 1037
in Hamedan was not found to be sufficient to conclude that he was a Persian and
thus has been discussed for years.
In this study, a facial reconstruction study of Avicenna’s skull that was completed in
2014, together with expert opinions were evaluated in order to define if it is possible
or not to draw the same picture when different methods were used.
Since we are celebrating the thousandth year of El-Kanun fi't-Tıbb this year, we
would like to remind and explain these discussions mentioned above.
174
Geçmişten Günümüze Homeopati
Homeopathy; From the Past to the Present
Zeynep SÜMER* Gülay YILDIRIM **
*Prof.Dr.Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji AD,SİVAS.
drzeynepsumer@gmail.com
**Yrd.Doç.Dr.Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik
AD,SİVAS.gyildirimg@gmail.com
Özet
Homeopati vücudun doğal şifa sistemini tetikleme amacı ile yüksek oranda
seyreltilmiş maddelerin tablet formlarının verilerek bireysel tedaviyi içeren tıbbı bir
sistemdir. Özellikli semptomlara bağlı olarak, bir homeopat her hasta için ona en
uygun ilacı eşleştirir.
Tedavi Prensibi "benzer benzeri tedavi eder" kuralı hipokrata kadar uzanmaktadır
(460-377BC) ama mevcut haliyle homeopati yaygın olarak dünyada 200 yıldan
buyana kullanılmaktadır.
Basit bir deyişle herhangi bir madde sağlıklı insan verildiğinde görülen semptomlar,
benzer belirtiler gösteren hastaları tedavi edebilir demektir.
Homeopati 'nin temelleri Dr Samuel Hahnemann’nın (1755-1843) bulguları,
öğretileri ve yazılarına dayanmaktadır. Hahnemann 1779 yılında tıp fakültesinden
mezun ve kendi tıbbi tecrübelerini uygulamaya başladı. ilk homeopatik
uygulamalarına 1790 yılında başladı.
Başkalarınada bu yeni şifa yöntemini öğretti ve homeopati hızla Almanya'dan
kıtanın geri kalana yayıldı. 1829 tarafından Hahnemann Avrupa çapında ünlü oldu.
1813 yılında tifüs salgını sırasında Hahnemann 180 olgudan 179’unu tedavi etti.
WHO, Dünya Sağlık Teşkilatı tahminlerine göre günümüzde 500 milyon kişi
homeopati ile tedavi olmaktadir. Homeopati çağdaş tıpdan sonra en çok tercih
edilen tedavi sistemi olarak 2. sıradadır.
1800 lerin sonlarına doğru Amerika’da ilk homeopatik tıp fakültesi kuruldu.
Ülkemiz homeopatiyle yeni yeni tanışmaktadır. Bu yöntemin hasta sağlığının neres-
inde yer alacağını bilmiyoruz.
Summary
Homeopathy is a system of medicine which involves treating the individual with
highly diluted substances, given mainly in tablet form, with the aim of triggering the
body’s natural system of healing. Based on their specific symptoms, a homeopath
will match the most appropriate medicine to each patient.
The principle of treating “like with like” dates back to Hippocrates (460-377BC)
but in its current form, homeopathy has been widely used worldwide for more than
200 years.
In simple words, it means that any substance, which can produce symptoms in a
healthy person, can cure similar symptoms in a person who is sick.
Homeopathy's roots emerge from the findings, teachings and writings of Dr. Samuel
Hahnemann (1755-1843). Hahnemann graduated from medical school in 1779 and
started his own medical practice. He soon began his first homeopathic experiments
in 1790
He taught others his new method of healing and soon homeopathy spread from
Germany to the rest of the continent. By 1829, Hahnemann was famous throughout
Europe. During a typhus epidemic in 1813, Hahnemann cured 179 of 180 cases.
The World Health Organization estimates that homeopathy is used by 500 million
people
worldwide, making it the second most widely used medicine in the world.
The first homeopathic medical school has been established in the United States
towards the end of 1800.
Our country newly introduced with homeopathy. We don't know where this would
take place in the treatment of.
Dostları ilə paylaş: