Tartışma
Ahmed Yesevî ardında sayısız basılı eser bırakan bir yazar ya da bilim ada-
mı değildir. Bu bakımından onu daha çok düşünce ve etkinliklerine esas olan
mesajıyla açıklamak ve anlamak gerekir.
Yesevî düşüncesinin ortaya çıkardığı ana mesaj tevhit inancına dayalı bir
dünyada barışı tesis etmek; dayanışma duygusu içinde bir toplum inşa et-
mektir. Hayatı böyle bir toplumu oluşturacak değerlerin benimsenmesi mü-
cadelesiyle geçen Türkistanlı bilge evrensel barış ve kardeşliğe katkıda bulu-
nan haleflerini de söz konusu boyutlarda etkileyen bir çığır açmıştır. Bu yolda
insan severliği ön planda tutan akımlarla birlikte Mevlana, Hacıbektaş Veli ve
Yunus Emre gibi Anadolu bilgelerinin de yer almış olması mesajındaki güç ve
kalıcılığının bir başka kanıtıdır.
Ahmed Yesevî’nin yaşadığı dönemde halkın bir kısmı göçebe, bir kısmı
yerleşik Türklerdi. Manevi hazlara susamış olan bu halk kitleleri, Arapça ve
Farsça’nın yazı dili olarak egemen olduğu bir ortamda kendi dilleriyle, yani
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
657
Türkçe konuşup, Türkçe şiirler terennüm eden ve bu şiirlerle kalplerinin ta
derinliklerine ulaşabilen anlamlar yükleyen bir bilgeyi (mürşidi) bulmuş ol-
manın coşkusuyla en güzel düşünceleri ve davranışları onun kişiliğinde keş-
fettikleri kerametler ve menkıbelerden zengin bir kültürün ahlaki dokusunu
biçimlendirdiler. Yesevî bu sosyolojik tabloyu dikkate alarak, halkın kültürel
anlamdaki beklenti ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir dil kullandı. Islam dini-
ni, “samimi fakat henüz sathi bir surette kabul etmiş olmakla birlikte kendi
milli kültürlerini saklamaktan kolay kolay vazgeçmeyen Türklere hitap etmek
lazım gelince ister istemez onların zevklerine, itiyatlarına uymak manasını
anlayacakları basit bir lisan ve âhengine âşina olabilecekleri…”
28
bir üslubu
tercih etti.
Ahmed Yesevî “Hoca” lakabıyla anılmaktadır. Esasen “hoca olmak deyimi
bölgeye fetih için gelen Arap ordularından kalanların soyundan olmak anla-
mında kullanılmaktadır.”
29
Yesevî’nin hoca lakabında böyle bir boyut vardır.
Ama bununla birlikte o gerçekten, yaşadığı dönemin eğitim görmüş nadir
kişilerinden olarak bilgi ve görgüsünü kitlelere, insanına ulaştırmayı görev
bilen bir öğretmen, hoca ve aynı zamanda bir eğitimcidir.
Yesevî’nin hocalığının dönemin aktüel kültür hayatı ile sınırlı olmayan
bir yanı vardır. Söylemlerindeki güç ve etkiler bu önemli özelliğiyle birlikte
kendisine farklı özellikler yüklemektedir. Bu bağlamda Yesevî’nin kişiliğinde
ait olduğu kültürün geleceğine de yön ve doğrultu kazandıran derin ve etkin
bir bilgelik öne çıkar. Bu bakımdan söyleminde kişisel ve nefsani tepkileri
hayatın içinden karşılama yöntemi ön plandadır. Bu tarz ve yöntemiyle şeriat
hükümlerini uygulamada ödünsüz bir yaklaşım içinde olan Horasan ulema-
sından ayrılmaktadır. Yesevî’nin zikir meclisleri onun bu bağlamdaki yakla-
şımlarını öne çıkaran bir olaya konu olmuştur. Şöyle ki; Horasan uleması ve
çevresinde bir süredir Yesevî’nin zikir meclislerinin kadınlı erkekli toplantıla-
ra dönüştüğüne ilişkin bir dedikodu üretilmektedir. Bu toplantılarda,
“örtüsüz kadınlar da devam ederek erkeklerle birlikte zikre karışırlarmış. Şeriat
hükümlerini muhafazaya şiddetle riayet eden Horasan ve Maverâü’nehr âlim-
leri, bilhassa müfettiş göndererek bu söylentinin doğru olup olmadığını tahkik
28
Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet Işleri Başkanlığı Yayınları, Ankara
1976, s. 146.
29
Hayati Bice, “Hazret-i Türkistan: Hoca Ahmed Yesevî”, Divan-ı Hikmet, 2015: 21.
658
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
ettiler. Tahkikat neticesinde bunun sırf bir iftiradan ibaret olduğu anlaşıldı;
lakin hoca Ahmed Yesevî onlara artık bir ders vermek istedi: Bir gün müritleri
ile bir mecliste otururken, mühürlü bir okka getirtip ortaya koydu. Bütün ce-
maate hitap ederek dedi ki: “Sağ kolunu, buluğ gününden bu ana kadar avrat
uzuvlarına hiç değdirmemiş evliyadan kim vardır?” Hiç kimse cevap vereme-
di. Derken, Şeyhin müridinden Celal Ata geldi. Hoca Ahmed Yesevî, hokkayı
onun eline vererek o vasıtayla, müfettişlerle birlikte Maverâünnehr ve Horasan
memleketlerine gönderdi. Oralarda bütün âlim ve şeriatçılar birleşerek hokkayı
açtılar: İçindeki pamukla ateş hiç birbirine tesir etmemişti, ne pamuk yanmış, ne
ateş sönmüştü. O vakit hocadan şüpheye düşerek müfettiş yollamış olan âlimler,
onun kendilerine vermek istediği dersin manasını bütün çıplaklığıyla anladılar.
Eğer, erkek kadın bir ehl-i hak meclisinde birleşerek beraber zikir ve ibadete
devam etseler bile Hak Ta‘âlâ onların kalplerindeki her türlü kin ve düşmanlığı
yok etmeğe muktedirdi. Bunun üzerine hepsi fevkalade utanıp korktular ve he-
diyeler, adaklarla kabahatlerini affettirmeye çalıştılar”
30
Bu örnek olay Yesevî’nin iletişim yöntemindeki farklılığı kadar Islami ko-
nulara olan yaklaşım farkını da ortaya koyar. Kadın ile erkek arasındaki iliş-
kilerde tutucu (muhafazakâr) ve mesafeli olan Horasan ulemasına karşılık
erkeğin kadına hitap etmesi, zikir meclisleri özelinde aynı mekânda sohbet
ve iletişim imkânına izin veren hoşgörülü yaklaşım ve uygulamaları bu tarzın
çarpıcı bir örneğidir.
Ahmed Yesevî, çağdaşları üzerinde olduğu gibi kendisinden sonra gelen-
lere de kendi yetişme ve sosyalleşme biçimine uygun düşünce ve etkilere sa-
hiptir. Döneminin bilge kişilerinden (Arslan Baba ve Yusuf Hemedani) özel
eğitim ve feyz alan Yesevî, bilgi ve görgüsünü bu ilişkinin mantığına uygun
olarak geliştirme ve yayma çabasını göstermiştir. Toplumun irşat yoluyla eği-
tim ve aydınlatılmasını amaçlayan bu çabanın altı önemli ilkesi bulunur:
1. Hakkı Bilme, gerçeği tanıma
2. Mutlak cömertlik
3. Hakiki sadakat
4. Sağlam ve kesin bilgi
5. Hakkın takdir ettiği rızka tam tevekkül
6. Derin düşünce
30
Cevâhirül’- Ebrâr min Emvâci’l- Bihâr, s.82-84’den Köprülü, s.33-34.
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
659
Öyle anlaşılıyor ki toplum ve insanlık için genel geçer doğrular ve değerler
çevresinde halkın aydınlatılması, bilgilendirilmesi Yesevî’nin toplumda ba-
şarmak istediği temel hedefleri oluşturmaktadır. Islâmiyet ise kendisinin bu
konudaki duyarlılığını pekiştiren güç ve fırsatları sağlayan en önemli araçtır.
Fuat Köprülü, Ahmed Yesevî’nin etkilerini başlıca dört büyük alanda ara-
mak gerektiğini belirtir:
1. Kıpçak alanı yani bugünkü Kuzey Türkleri, 2. Türkmen alanı, 3. Azeri
alanı, 4. Batı Türkleri, Anadolu ve Rumeli alanı.
Yunus Emre, Hacı Bayram Veli ve Evliya Çelebi’ye uzanan geniş bir etki
alanı bulunmaktadır. Bu çerçevede o görüşleriyle “birkaç yüzyıl sonra doğ-
muş olan Bektaşilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik akımlarını” etkilemiştir. Ilginç-
tir Sünni ve Nakşibendi tarikatına bağlı olanlar kadar babaî, haydarî, bektaşî
gelenekleri de kendilerini onunla ilişkili sayıyorlardı.
31
Ünlü Türk seyyahı Evliya Çelebi kendini Ahmed Yesevî’nin soyundan say-
maktadır. Seyahatnamesi’nde Orhan Gazi’nin Beyliğe geçişini anlatırken Ye-
sevî’nin atalarından oluşuna şöyle değinmektedir: “Orhan Gazi müstakil bağ
oldu (...) Bunun padişahlığı zamanında yüce atalarımızdan Türk Hoca Ahmed
Yesevî Hazretleri, Horasan’da halifesi olan Hacı Bektaş Veli’yi 300 dervişiyle
seccade sahibi edip icazet verip tef, kudum ve bayrak verdi ve nazar etti.”
32
Atsız’a göre Evliya Çelebi’nin Yesevî soyundan oluşuna işaret eden bu
açıklamasının ispatı mümkün değildir.
33
Yesevî düşüncesi Siriderya (Seyhun) ve Taşkent yöresindeki bozkırlarda
yaşayan göçebe Türkler arasında Islam inancının yerleşmesinde büyük rol oy-
nadı.
34
Anadolu hareketlerinin en büyük moral desteği Yesevî düşüncesi olmuş-
tur. Literatürde “Horasan Erenleri” olarak geçen Yesevî Dervişleri Anado-
lu’nun Islamlaşması sürecinin hem düşünsel hem de siyasal öncüsü olmuş-
lardır. Yesevî dervişleri göçebe Türk topluluklarının toprağa yerleşme süre-
cinde, yerleşmenin bireysel modellerini kurmak suretiyle destek verdiler. Bu
dervişler, köylerde, kasabalarda ve şehirlerde kurdukları zaviyeler çevresinde
31
I. Agah Çubukçu, Türk Düşüncesinde Felsefe Hareketleri, Ankara, 1986, s.247.
32
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler, Çev. Atsız, Istanbul, 1971, s.16.
33
Aynı, s.11.
34
Ana Britannica, Ahmed Yesevî Maddesi.
660
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
dini görevler üstlenmelerinin yanı sıra tarla ziraatı, hayvancılık, bağcılık, fı-
rıncılık, değirmencilik yaparak toprağı işlediler, kitlelere örnek oldular.
35
Hoca Ahmed Yesevî kendi döneminin olduğu kadar uzun erimli geleceğin
de kaygılarını yüklenir. Bu kaygıda tanık olduğu olaylar ve kötü tecrübeler
gelecekteki kötü günlerin ipuçlarını verir. “Âhir zaman” onun gelecek im-
gelemi olarak kullandığı anahtar terimdir. Bazen Âhir zaman şeyhleri, bazen
Âhir zaman yöneticileri (sultan, kadı ve melikler), bazen Âhir zaman hocaları
(molla, müftü) ve şeyhleri bazen de Âhir zaman ümmetleri ama her hâl ü
kârda geleceğin dünyası ve toplumuna ilişkin derin endişe ve kaygılar öne
çıkar. Geleceğin zalim sultanları, molla-müftü olan ama yalanla fetva veren-
ler, nefislerine tutsak olarak zevk ü sefaya düşen ümmetler, başı sarıklı ama
ilimden irfandan yoksun olan, amelden uzak olan, derinlik yoksunu ve sığ,
sözde şeyhler... Özellikle bu sonuncular, onlar için sözleri biraz daha ağırdır:
Hikmet-60
Mümin olsan taharetsiz zikrini söyleme
Kerametler söyleyip halka dinini satma
Müslümanlık iddia edip kâfir gitme
Gelin yığılın zâkir kullar zikir söyleyelim
Âhir zaman kaygısında Yesevî bilgeliğinden pay alanları içeren bazı hik-
metler şunlardır:
Hikmet- 29
Âhir zaman olmuştur, sultan zalim olmuştur
Haram şüphe olmuştur, şaşkın olur Hoca Ahmed
Kul Hoca Ahmed ibadet eyle, ağlamağı âdet eyle
Bela gelse tahammül eyle, Hak’tan olur Hoca Ahmed
Hikmet-18
Âhir zaman ümmetleri süslerler evlerini;
Nefis hevâya sevinip bozar her an huylarını;
Şan ve şefkatler ile dik tutar boylarını;
Arsan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük
(….)
35
Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, Sayı: II, Istanbul, 1974,
s.303.
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
661
Âhir zaman ümmetleri dünya fani bilmezler
Gidenleri görerek ondan ibret almazlar,
Erenlerin yaptığını görüp göze iliştirmezler
Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.
Sonuç
Ahmed Yesevî’nin yaşamı Orta Asya Türklüğünün ve Türk toplulukları-
nın Islamiyet’le tanışmalarının erken dönemine tekabül eder. Bir geçiş süreci
olarak düşünüldüğünde bu dönemin Yesevî’yi tüm zamanlar için değerli ve
önemli hale getiren karakteristikleri barındırdığı görülür.
Bu karakteristiklerin başında step kültürü gelir. Coğrafi ve toplumsal
mensubiyetlerin baskın olduğu bu kültürde insanlar aile, dil, yaşam tarzları
ve inançlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. O yüzden asabiyyet duyguları çok güç-
lüdür. Yesevî’nin yöntemi bu sosyolojik tabloyu çok iyi tahlil eden bir pratik
ortaya koymuştur.
Yesevî’nin bugüne ulaşan ve mesajını hem bugün ve hem de bundan son-
raki zamanlar için önemli ve işlevsel kılan iki önemli husustan söz edilebilir.
Bu durum aynı zamanda Türk ve Müslüman coğrafya ile birlikte uluslararası
toplumun neden Hoca Ahmed Yesevî ve mesajlarına sahip çıktığını da açıklar;
1. Hoca Ahmed Yesevî’nin bilgi, ufku ve vizyonu çağın egemen
değerleriyle çatışmaktadır. Bu durum Yesevî bilgeliğinin gün-
lük hayata odaklanmasının nedeni olmuştur. Toplumsal hayatın
yanlışları ve doğruları üzerindeki söz ve söylemleri onun çatışma
alanlarını aşma denemesi olarak kabul edilebilir.
2. Geleceğe ilişkin kaygıları vardır. Döneminin yanlış kişi ve olayla-
rının gelecekte de rol-model olabilecekleri düşüncesi onun öne
çıkan tedirginlikleri arasında yer alır.
O nedenledir ki, Hoca Ahmed Yesevî, hem bir çeşit erginleştirme süreci
olan yöntemi ile hem de “hikmetleriyle” Türk topluluklarını meydana getiren
insanların manevi vasıf dokusunu geliştirmeye yönelik önlemleri ve ilkeleri ön
plana çıkarmayı başarmıştır. Bununla o, sert tabiat koşullarının insan üzerin-
deki olumsuz etkilerini manevi derinlikle telafi etme çabasını gütmüştür. Ona
göre manevi vasıf dokusu gelişen bireylerden oluşan toplum ancak huzurlu,
mutlu ve sağlıklı bir yapı oluşturabilir. Yine, bu insandır ki (sufî), sevgiyi,
kardeşliği, dayanışmayı, evde-işyerinde ve toplumsal hayatta birbirlerine ta-
hammül etmeyi başarabilir. Yesevî düşüncesinin asıl toplumsal mesajı bu olsa
662
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
gerektir: Dünyamız ve toplumumuz XI. yy’ın derinliklerinden yankılanan ve
daha sonra da Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Mevlana tarafından pekiştirilen ve
sürdürülen bu sese kulak vermelidir.
Aradan geçen yüz yıllar Ahmed Yesevî’nin hem hedef kitlesi (Müslüman
Türk dünyası) için hem de toplum düzeni konusundaki evrensel mesajlarını
doğrulamıştır. Özellikle “âhir zaman” imgelemi üzerinden ürettiği öngörü
Türkiye’nin çok değil sadece yakın geçmişinde yaşadığı badirelerin sosyolojik
nedenlerine ışık tutmaktadır. Kendi kişisel kapris ve ihtiraslarına gömülmüş
olan Müslümanların din adına ortaya çıkan, - Yesevî’nin diliyle- “şeyhim diye
mihrap içre oturan…”, “beline kuşak bağlayıp özünü adam sanan”, “hây u
hu deyip sermest olan” ama olanca “himmetleri” dünya malı yığmak olan
“nâdanlar”ın 15 Temmuz 2016’da Türkiye’ye nelere mal olduğuna tanık ol-
duk. Ama Ahmed Yesevî bu himmet müptezellerini yüzyıllar öncesinden
ölümsüz hikmetlerinde görüyor ve haber veriyor.
KAYNAKÇA
Ahmed-i Yesevî, Divan-ı Hikmet/Seçmeler, Haz. Kemal Eraslan, Ankara, Kültür Ba-
kanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser/98, 1991.
Barkan, Ömer Lütfi, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, Sayı: II, Istan-
bul, 1974.
Çubukçu, I. Agah, Türk Düşüncesinde Felsefe Hareketleri, Ankara, 1986, s.247.
Bice, Hayati, “Hazret-i Türkistan: Hoca Ahmed Yesevî”, Hoca Ahmed Yesevî/Divan-ı
Hikmet, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2015, S. 9-60.
Bilhan, Saffet, Bilgin Türk Hükümdarlar Devletinde Eğitim-Bilim-Sanat, Ankara, 1988.
Doğan, Ismail “Hoca Ahmed Yesevî’ye Armağan Nedeniyle”, Ankara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1995, C.26, S. 1, s. 9-14.
Doğan, Ismail, “Hoca Ahmed Yesevî Düşüncesinde Ortaya Çıkan Toplumsal Me-
sajlar”, Değişen Türkiye’de Bilim ve Kültür, Ankara, Imaj Yayıncılık, 1997, s. 354-369.
Doğan, Ismail, “Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet ve Çocuk”, Akıllı Küçük, Is-
tanbul, Sistem Yayıncılık, 2000 Içinde, s.16-20.
Doğan, Ismail. “Hoca Ahmed Yesevî ve Divân-ı Hikmet”, Türk Eğitim Tarihin Ana
Evreleri, Ankara, Nobel Yayınevi, 2012, 2. Basım, s. 40-54.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler, Çev. Atsız, Istanbul, 1971.
Günay, Umay, “Ahmed Yesevî’den Hareketle Yazılı Kültürün Sözlü Kültüre Etkisi
Konusunda Tespitler”, Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara 1992.
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
663
Hoca Ahmed Yesevî/Divan-ı Hikmet, Haz. Hayati Bice, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 2015.
Isen, Mustafa, “Orta Asya Türk Edebi Dili’nin Anadolu Türk Edebi Diline Etkisi ve
Ahmed Yesevî”, Ahmed Yesevî Sempozyumu, Taşkent, 30.10.1993.
Kanad, Halil Fikred, Pedagoji Tarihi, Istanbul, 1963, C.I.
Köprülü, Fuat, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1976, 3. Baskı; Gerekli
Sadeleştirmeler Ve Bazı Notlara Ilavelerle Yayımlayan, Dr. Orhan Fuat Köprülü.
Muhammedrahim Carmuhammed-Ulı, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında
Yeni Deliller Ve O’nun Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin Ilmî Değeri”, Milletlerarası
Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1991.
Yesevî’den Yunus’a “Odun Taşıma” Geleneği
(Türkistan’dan Anadolu’ya
Odun Taşıma Geleneği ile İlgili Efsanelerin Tahlili)
İsmail TAŞ*
Giriş
Hacı Bektaş Velî’nin “Vilayetname” adlı eserindeki ya da Yesevîlik gelene-
ği içerisinde oluşan birtakım mistik efsaneleri anlamanın yollarından biri, bu
tür efsaneleri oluşturan toplulukların yaşam ve düşünce biçimlerini bilmek-
tir. Yesevî geleneği söz konusu olduğunda ise bu efsanelerin peyda olduğu
toplulukların yaşam ve düşünce biçimlerinin yelpazesinin çok geniş olduğu-
nu görmekteyiz. Bu efsanelerde mevcut olan kompleks unsurların, yerleşik
hayattan göçebeliğe kadar uzanan geniş bir alanda birbirine tedahül ettiğini
görüyoruz. Bu nedenle bu efsaneleri üreten toplumların düşünce yapılarını ve
yaşam biçimlerini kavramaya çalışmak önem arz etmektedir.
Farklı bir çalışmamızda işaret etmiş olduğumuz gibi Türk dinî düşünce-
si, Türk düşüncesinin önemli karakteristiklerinden biridir. Bu anlamda dinî/
mistik hikâyeler kolektif Türk düşüncesinin önemli unsurlarındandır. Bu
hikâyelerin mitolojik bir okumaya tabi tutulması, Türk dünyasındaki din al-
gılarını anlamak bakımından oldukça önemlidir. Zira bu hikâyeler dikkatle
incelendiğinde hakikat ile hayalin, gerçek ile mecazın, madde ile mananın,
siyasal olan ile kamusalın, iktisadi olan ile dinî olanın birbirine tedahül ettiği
görülecektir.
1
Şifahi kültürün önemli taşıyıcılarından biri olan hikâyeler ve destanlar,
yaşam tarzı ve düşünce biçimlerinden bağımsız değillerdir. Tarihte uzun bir
dönem, Türk halklarının yaşam tarzlarının göçebeliğe dayandığı iyi bilinen
1
Bk. Ismail Taş, “Dinî /Mistik Efsaneleri Türk Din Algısı Bakımından Okumak”, Uluslararası
Türk Dünyasında Din Anlayışları Sempozyumu 4-6 Kasım 2010 Bildiriler, Isparta 2011, ss.
227-241.
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
665
hususlardandır. O hâlde bu tür toplulukların iktisadi ve siyasi olarak nasıl
örgütlendiklerini bilmek ayrı bir önem taşır. Barthold, Göktürklerle ilişkili
olarak bu hususu şu şekilde dile getirmektedir: “Normal hayat tabii şartlar
içinde sürdüğü sürece, göçebe kavim siyasi birliğe ihtiyaç duymuyor. Kavmin
her ferdi, kendisinin güvenliğini sağlayacak idareyi aşiret usulü şartlarında
görüyor. Yani cemiyet oluşumunun bu devresinde kamu düzeninin sağlan-
masını ve sürmesini hedef edinen zor kullanma ve belirli kanunlara sahip
bir hakim kuvvetine ihtiyaç görmüyor ve belirli bir yönetim tarzı oluştur-
mayarak, antlaşmalar yapmayarak sadece aşiretler arasında geçerli olan iliş-
kilerin belirlediği örfe göre kendini yönetiyor. Devlet kuvvetinin temsilcileri
olan hanlar, bazen imkan bulundukça bütün kavmi veyahut birkaç kavmi bir
yönetim altında birleştirebiliyordu. Fakat bu olağanüstü şartlarda olabiliyor-
du. Böyle zamanlarda hanlar hükümeti kendiliklerinden ellerine alıyorlardı.
Bunlar hiç kimse tarafından tayin edilmedikleri gibi hiçbir kimse tarafından
da seçilmiyorlardı. Kavim ya da kavimler bu emri vakiyi direnmeden kabul
ediyor veyahut ekseriya uzun müddet karşı çıktıktan sonra kabule mecbur
kalıyordu. Hatta hanın kendi idaresinde kendi kavminin birliği de uzun süren
kanlı muharebeler neticesinde meydana gelebiliyordu. Halbuki hanın idaresi
altında bu gibi kabilelerin birlikte zirai ve medeni ülkelere yaptıkları hücum-
larda daha az kan dökülüyordu. Bu hücum ve savaş neticesinde ele geçen harp
ganimetleri, bu yeni oluşan hanlığın hakim kuvvetlerini birbiriyle ısındırmak-
ta esas oluyordu.
2
Bu anlamda belki de Göktürklerden daha önce benzer yaşam tarzının
varlığını Hunlardan başlatmak gerekir. Hunların da toplumsal ve siyasal ör-
gütlenmelerinin kavimler konfederasyonu şeklinde olduğu bilinmektedir. Öz
olarak söylemek gerekirse, en büyük birlikteliklerin temelinde kabileler bu-
lunmaktadır.
IX. yüzyıldan itibaren gerek Iran kültürünün etkisi ve gerekse Budist ya
da Maniheist Türk dinî inançlarının etkisiyle olsun, Türklerin Islam’ı irfa-
ni-mistik kodlar aracılığıyla tercih etmeleri, tekkelerdeki mistik din algısına
ve hiyerarşik olarak bir pir etrafında örgütlenmelerine daha kolay bir şekil-
de adapte olmalarını sağlamıştır. Özellikle siyasi, iktisadi ve toplumsal ba-
kımdan tekkelerin bir pir etrafında örgütlenmeleri ile Islam öncesi, yiğitli-
ğin timsali olan alplik anlayışıyla, Islam mistiklerin de manevi olgunluğun
2
V. V. Barhold, Orta Asya Türk Tarihi, Çev. Hüseyin Dağ, Divan Y., Ankara 2011, S.16-17.
666
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
timsali olan erenliğin, “alperenlik” şeklinde bütünleşmesi bu kaynaşmanın
çok güzel bir örneğidir. Ek olarak kabileci dünya görüşünün düşünce biçimi
olan destansı dünya görüşüyle, 11. ve 12. yüzyıllarda tasavvufun popüler hâle
gelmesiyle rasyonel dinî düşünceden ziyade muhayyelata dayalı din algısının
birbirini desteklemesi, Islam’la eski dini inançlar ve kültlerin kaynaşmasını
sağlamıştır.
Tasavvufun sübjektif, tarifi mümkün olmayan ve olağanüstü bir biçimde
şahsi tecrübenin sosyal hayat için bir temel olması, Hodgson’un ifade ettiği
gibi bir çelişki olarak değerlendirilebilir. Alabildiğine şahsi ve deruni bir din-
darlık biçimi nasıl bu kadar popüler olabilir? Hodgson’a göre bunun kısmi ce-
vabı, eski dinî geleneklerdeki tabii ve şahıs kültlerinin inanca dönüşmesiydi.
Eski dinî geleneklerin azizleri ve hatta önemsiz tanrıları, bu durumda tekrar
ortaya çıkmaktaydı.
3
Şeyhler, tekkeler, müritler çerçevesinden aktarılagelen birtakım olağanüs-
tü hadiselerin ya da söz konusu kimselerle ilgili sıradan hadiselerin mitsel bir
takım formlara bürünerek halk arasında yaşama imkânı bulmasının birçok
nedenleri üzerinde durulabilir. Doğrusu bu metinler, çok farklı açılardan oku-
nabilecek imkânlara da sahiptir. Biz bu metinlerin sadece bir tanesini tercih
ederek onu anlamaya çalışacağız.
Her şeyden önce üzerinde duracağımız metin nedir, onu ifade edelim.
Metnimizin bir efsane olduğunu hemen ifade edelim. Üzerinde duracağımız
efsane, arkaik olarak Orta Asya’dan başlayıp, aynı gelenek içinde Anadolu’ya
kadar uzanır. Efsane herkesin bildiği bir efsanedir; tekkeye odun taşımakla
ilgilidir. Hikâyenin Orta Asya tarafında Süleyman Hakîm Ata Yesevî’ye, Yunus
Emre de Taptuk Emre’ye hizmet kılmak için odun taşır. Esas itibarıyla seçmiş
olduğumuz bu hikâye sembolik bir değer ifade etmektedir; yoksa menkıbe
eserleri, hedeflemiş olduğumuz tartışmalar için türdeş birçok efsaneler ba-
rındırmaktadır. Bizim buradaki amacımız, Ahmet Yesevi’den başlayıp Yunus
Emre üzerinden anlatılan bir efsane örnekleminden hareketle, Islam toplumu
ve düşüncesi içerisinde kendine özgün bir karakteristik yapı ve fonksiyon ifa-
de eden tekke müessesesinin siyasi, iktisadi ve teolojik varlığını sorgulayarak
onu anlamaya çalışmaktır.
Hikâyelerin metinlerini vermeden önce şunu ifade etmeliyiz ki bize göre
söz konusu hikâyeler birbirinden farklı iki hikâye değildir. Bunlar bize göre
3
Bk. M. Hodgson, Islam’ın Serüveni, II/222-225.
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
667
XII. ve XIII. yüzyıllarda birisi Türkistan’da, diğeri Anadolu’da yaşayan iki gü-
zide sufinin yaşamıyla ilgili olup tarihsel olarak farklı tedahüllerle birlikte tek
bir hikâyenin farklı aktarımlarıdır. Dahası bu hikâye, kurucu düşünce olarak
yukarıda ifade etmiş olduğumuz kabileci yaşam tarzıyla birlikte, destansı dü-
şüncenin epistemolojik kaynağı olan muhayyile aracılığıyla koskoca bir tekke
kurumunu adeta özlü bir şekilde aktarmaktadır.
Hikâyenin önce arkaik olanını, daha sonra Anadolu’daki güncellenmiş hâ-
liyle anlatılanını aktaralım. Ali Şir Nevâî, söz konusu hikâyeyi oldukça muh-
tasar olarak verir. Yesevî ve Süleyman Hakîm Ata (Şeyh-Mürid) ikilisine bağlı
olarak anlatılan hikâye şudur:
“Süleyman Hace, Ahmed-i Yesevî’nin (kuddisesırrıhu) mürididir. Alir-şir
Nevâyî’nin bildirdiğine göre, bir gün Hace Ahmed Yesevî, bir toy (yemek: ta-
bhî) emrettiğinde aşçı odun yetmeyecek diye gelmiş, o da ashaba ovadan odun
toplayıp gelin demişler. O zaman da yağmur yağıyormuş. Ashaptan odun topla-
yıp getiren kimselerin odunları yağan yağmurdan dolayı işe yaramaz olmuştur.
Hakim Ata ise getirdiği odunları elbiselerine sardığından dolayı kuru olarak
getirmiştir. Bundan dolayı Hace Hazretleri demiştir ki, “ey ferzend hâkimâne
bir iş kıldın. Bu lakap ona bu zamandan kalmadır. Ve Hakîm Ata’ya hikmet dili
verilmiş olup, onun fevâyidi/ hikmetleri Türkler arasında meşhurdur. Aşağıdaki
dörtlük bu cümledendir:
Tiki turgan bütedür,
Barganlarnı yutadur.
Barganlar kilmes boldı,
Meğer menzil andadur.
4
“Odun toplama” geleneğinin en arkaik unsurlarını barındıran ve Süleyman
Hakim Ata ile ilgili olan efsane, daha bütüncül bir şekilde Süleyman Hakim
Ata’nın “Bakırgan Kitabı” adlı eserde bulunmaktadır: Günlerden bir gün Hızır,
Hace Ahmed Yesevî’nin evine misafir oldular. Hâce Ahmed Yesevî mektep çocuklarına
buyurdular: “Kıra gidin, odun alıp gelin, yemek pişirelim!.” Bütün çocuklar koşarak
yazıya odun toplamaya gittiler. Odun alıp gelirken, gökten bir kara bulut peyda oldu,
yağmur yağıp, seller olup bütün çocukların odunları ıslandı. Bu durumda Süleyman,
4
Ali-şir Nevâyî, Nesâyimü’l mahabbe min Şemâyimi’l fütüvve, haz. Kemal Eraslan, Ankara
1996, S. 384.
668
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
giysisini çıkarıp odununa sararak kendisi çıplak olup geldi. “Bütün çocukların odun-
larını alıp gelip ateşe yakalım dediler.” O çocukların odunları yanmadı. Bu durumda
Süleyman’ın odununu getirince hemen yandı. Süleyman’ın odunlarının ateşiyle bütün
çocukların ıslak olan odunları da yandı. Yemek pişirmekle meşgul oldular. Bu durumu
Hızır Ata görüp: “Bütün çocukların odunları ıslandı yanmadı, Süleyman’ın odunu
çabucak yandı, Onun tuturuğu ile bütün çocukların odunu da yandı. Bu ne sırdır, diye
Süleyman’dan sordular: Süleyman tevazu gösterdi ve “yolda gelirken, yağmur yağar-
ken, elbisemi çıkarıp odunuma sardım, kendim çıplak olup geldim; o sebepten odunum
kurudur, diye cevap verdi.” Hızır Ata çok takdir ettiler. “Hoş hâkimane iş yapmıştır,
bunun adı Hâkim Süleyman olsun!” deyip Hâkimlik ad verdiler ve nefes de üflediler.
Hâce Ahmed Yesevî mutlu oldular. Süleyman’a kutlu nefes ile kutlu ad verdiler, “Mü-
barek olsun ve karşılığını verdi.” Deyince, Hızır, nefesle tükürük bıraktı. Süleyman’ın
içi bu durumda feyiz ve nur ile doldu. Hızr, “şimdi durma, mananın sırlarını göster!”
diyerek izin verdi. Hâkim Hâce’nin mananın sırlarını (göstermek için), ağzını açıp ilk
önce söylediği hikmet budur. Kaynağımız bundan sonra Süleyman Hakim Ata’ya
ait hikmetleri sıralar.
5
Yunus’un kahramanı olduğu şekliyle de hikâye şu şekildedir: Sevrihisar’ın
güneyinde Sarıgök derler, bir köy vardı. O köyde doğmuş, Yunus Emre adlı biri var-
dı. Bu erin mezarı da gene doğduğu yere yakındır. Yunus ekicilikle geçinir, yoksul bir
adamdı. Bir yıl kıtlık olmuştu, ekin bitmemişti. Hacı Bektaş’ın vasfını oda duymuştu.
Gideyim, biraz bir şey isteyeyim, dedi. Bir öküze alıç yükledi, vara vara Karaöyük’e
geldi. Hünkâra, yoksul bir adamım, ekinimden bir şey alamadım, yemişimi alın, karşı-
lığını lütfedin, ehlimle, ayalimle aşkınıza yiyeyim, dedi. Hünkâr emretti, alıcı yediler.
Bir iki gün sonra Yunus memleketine dönmeyi kararlaştırdı. Hünkâr, bir derviş gönder-
di, sorun dedi, buğday mı verelim, nefes mi? Yunus’a sordular, ben nefesi ne yapayım,
bana buğday gerek dedi. Hünkâra bildirdiler. Buyurdu ki, her alıcın çekirdeği başına
on nefes verelim. Yunus’a bunu söylediler. Ehlim var, ayalim var, bana buğday gerek
dedi. Bunun üzerine öküzüne buğday yüklediler, yola düştü. Fakat köyün aşağısına
gelince, hamamın öte yanındaki yokuşu çıkar çıkmaz, ne olmayacak iş ettim ben dedi,
vilayet erine vardım, bana nasip sundu, her alıcın çekirdeği başına on nefes verdi, kabul
etmedim. Verilen buğday birkaç gün yenir biter. Bu yüzden o nasiplerden mahrum kal-
dım, döneyim, tekrar varayım, belki gene himmet eder. Bu fikirle dönüp tekrar tekkeye
5
Münevver Tekcan, Hakim Ata Kitabı, Beşir Kitabevi, Istanbul 2007, S. 83-84; Abdurrahman
Güzel, Süleyman Hakim Ata’nın Bakırgan Kitabı Üzerine Bir Inceleme, Öncü Kitap Y. Ankara
2008, S. 69-71.
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
669
geldi. Buğdayı indirdi, erenler dedi, bana himmet ettiği nasibi verin, buğday gerekmez
bana. Halifeler gidip Hünkâr’a bildirdiler, Hünkâr, o iş bundan böyle olmaz, o kilidin
anahtarını Taptuk Emre’ye sunduk, ona gitsin, nasibini ondan alsın dedi. Halifeler
Hünkâr’ın sözünü Yunus Emre’ye bildirdiler. O da Taptuk Emre’ye gitti, Hünkâr’ın
selamını söyledi, olanı biteni anlattı. Tapduk; selamı aldı, sefa getirdin, kademler getir-
din, halin bize malum oldu, hizmet et, emek ver, nasibini al dedi.
Yunus, Taptuk Emre’nin tekkesine odun çeker, arkasıyla getirirdi. Yaş ağaç kesmez,
eğri odun getirmezdi. Kırk yıl hizmet etti. Günün birinde Taptuk Emre’ye neşe geldi,
hallendi. Meclisinde Yunus-ı Gûyende adlı bir şair vardı, ona söyle dedi. O, mırın kı-
rın etti, söylemedi. Taptuk, Yunus dedi, sohbet et şevkimiz var, işitelim. Yunus gene
söylemedi. Bu sefer Taptuk Yunus Emre’ye döndü: Hünkâr’ın nefesi yerine geldi, vakti
tamam oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini verdik, hadi söyle dedi. Hemen Yunus
Emre’nin gözünden perde kalktı, söylemeye başladı, söylediği nefesler büyük bir divan
oldu.
6
Hikâyelere yüzeysel olarak bakıldığında bile birçok ortak bağlantılar kur-
maya uygun unsurlar içermektedir. Bunlara kabaca şu şekilce işaret edebiliriz:
Hikâyede bir iş ve görev icrası söz konusudur. Görev bir mürşide hizmet gibi
görünmekle birlikte, müşterek bir yaşamın idamesi için bir iş bölümünü anış-
tırmaktadır. Zira tekkenin oduna gereksinimi vardır ve bu gereksinim, birileri
tarafından giderilmelidir ya da karşılanmalıdır. Yapılan hizmet de daha çok
tekke müessesesinde mutfak bölümüne ait görünmektedir. Hikâyenin her
ikisinde de kahramanlar, dergâh geleneklerine göre müptedi durumdadırlar,
dolayısıyla henüz eğitilmeleri gereken bir durumda olup eğitim araçları da
mutfağa odun taşımaktır. Doğal olarak odunların kuru olmaları önem arz et-
mektedir. Süleyman bunu, yağan yağmurdan odunları üzerindeki elbiselerine
sararak göstermekte, Yunus da yaş odunları kesmeyip kuru odunları keserek
göstermektedir. Her iki hikâyede de söz konusu belirli bir eğitimden sonra
kendilerine verilen bir esinle, her iki kahraman da “hikmetler” söylemeye
başlarlar. Özellikle her iki dervişte de hikmet söylemenin ortaklığı, dergâh-
lardaki farklı bir ruh hâline işaret etmek bakımından oldukça önemlidir. Zira
her ne kadar bu yapılar dinî-mistik görünümlü yapılar olsalar da kurumsallaş-
maları dikkate alındığında cami ve mescitlerin hemen yanı başında inşa edil-
meleri, onların hem mescide yani ibadete yakınlıklarına ve hem de din algıları
6
Vilâyetnâme Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, Hazırlayan: Abdülbâki Gölpınarlı, Inkılâp
Kitabevi, Istanbul 1958, S. 48-49.
670
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
bakımından resmî din algılarından farklılaştıklarına ve belirli bir gruba has
din algılarının oluştuğuna delalet eder. Diğer bir açıdan da camilerdeki iba-
detlerin evvel emirden beri bir derece siyasi otorite ile bağlantılı olduklarını
dikkate aldığımızda, mescitlere göre tekkelerin başından beri fevkalade özel
kuruluşlar daha iyi anlaşılacaktır. Dahası tekkeler, bir emir tarafından özel ba-
ğışlar yapıldığında bile, bu özerk hâllerini devam ettirmişlerdir. Bu bağlamda
tekkeler, ibadetin daha özel, şahsi tarafının odak noktası hâline geldiklerinde,
Müslüman toplumlarının gayri siyasi sosyal biçimler içinde parçalara ayrılma-
sını hızlandırmışlardır.
7
Sufiler, dergâhların kurumsallaşmasıyla birlikte hem şekil hem de mana
olarak kendilerine has bir takım ritüeller üretmişlerdir. Zikir, tekke usul ve
ahlakı, hikmetler okumak ve sema. Işte yukarıdaki hikâyelerde ortak bir un-
sur olarak geçen “hikmetler”, tekkelerdeki ruhî coşkunluğu göstermekte olup
bunların, şeyh-mürid ilişkisi içerisinde lütfedilen bir ilahî esinle gerçekleşti-
ğine şahit olmaktayız.
Işin doğrusu, gerçekten de Süleyman Hakîm Ata ile Yunus Emre’nin Di-
vanları, hem muhteva hem de üslup bakımından oldukça birbirine benze-
mekte olup meşrep birliktelikleri söz konusudur.
Hikmetler bakımından hikâyenin görünen tarafı bu iken, bir de biraz daha
dolaylı olmakla birlikte hikâyede, Islam ümmeti içerisindeki birtakım rekabet
ve mücadelelerin bir yansımasını görmekteyiz. Islam ümmeti içindeki hâkim
unsurların Acem, Arabî ya da mevali sınıflandırmalarının dışında Orta Çağ
Islam toplumları, bir takım erdemler bakımından da birbiriyle mukayese edil-
miştir. Söz konusu rekabet, esas itibarıyla yabancısı olduğumuz bir rekabet
değildir. Miladi sekizinci yüzyıldan başlayıp onuncu yüzyılda zirveye ulaşan
ve çeşitli literatürlerde gündeme gelen bir sorundan bahsetmekteyiz. Bu tar-
tışmalarda Yunan, Arap, Çin, Iran, Türk, Kürt, Hint ve Zenci gibi unsurlar,
bazı erdemler bakımından karşılaştırılırlar.
8
Biz burada söz konusu rekabet üzerinde duracak değiliz. Bizim dikkat çek-
mek istediğimiz husus, tekkelerde vücut bulan “hikmetler” üzerinden, Islam
ümmeti içerisinde geçmişte vaki olan ve bugün de esas itibarıyla devam eden
7
M. Hodgson, Islam’ın Serüveni, II/233.
8
Ismail Taş, Ebu Süleyman es Sicistanî ve Felsefesi, Kömen Y., Konya 2006, S.76-81.
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
671
farklı bir mücadeleye dikkat çekmektir. Bu mücadele, aynı zamanda kolektif
bilinçaltının en sert unsuru olan “dil” üzerinden yapılan bir rekabettir.
9
Ilk dönemlerde dil üzerinden yürütülen rekabet, Araplar ve Arapça lehine
o kadar baskındır ki Arapçayla herhangi bir dilin rekabet etme şansı nere-
deyse söz konusu değildir. Kur’an’ın Arapça nazil olması ve anlaşılabilme-
sinin de Arapça bilgisine bağlı görülmesi, hiç şüphe yoktur ki bunda etkili
olmuştur. Dahası ilk dönemlerdeki usul eserlerinde Kur’an’ın lafzına yapılan
vurguyla birlikte sadece dilin lafız olarak baskınlığı değil, aynı zamanda dili
kullananların yaşantılarının da lafza eklemlenerek dâhil edilmesi, Arap kül-
türünü, yaşamını ve insanını doğal olarak en yüksek mertebeye oturtmuştur.
Islam düşüncesinin buna bağlı olarak gelişmesi ve Islami ilimlerin benzer
doğrultuda Arapçaya bağlı olarak sistem ve usullerini kurmaları, Arapçanın
bu hâkimiyetini perçinlemiştir.
10
Dolayısıyla Islam düşüncesinde ilmî dil, yani
nesir dili Arapça olmuştur.
Hikmetlerin tekkelerde üretilmesinde mistik dünya görüşünün etkili ol-
masıyla birlikte, aşağıda değineceğimiz gibi, hikmetlerin tekke çevresinde or-
taya çıkmasının, tekkelerin maddi ve manevi oluşumlarıyla doğrudan bir iliş-
kisinin olduğunu düşünüyoruz. Fiziki olarak mescitlerin hemen yanı başında
kurulan tekkeler, mescitlerdeki ritüellerden daha bağımsız ve esnek birtakım
açılımlara da imkân sağlamıştır. Işte biz tekkelerde üretilen hikmetleri, bu
açılımların bir devamı olarak değerlendiriyoruz. Tekkelerde her ne kadar din
merkezli bir yaşam sürdürülmüş olsa da farklı din ve kültürel geçmişe sahip
olan uluslar, orada, dâhil oldukları yeni dinleriyle eski inanç ve kültürlerini
uzlaştırma fırsatı bulmuşlardır. Mescitlerin ve Arap dilinin kendilerine ver-
medikleri imkânı, sufiler bu anlamda tekkelerde elde etmişlerdir. Dahası bu
kapıyı nesirle değil, ilk önce şiirle zorlamışlardır. Bunun ilk öncülüğünü de
Farisiler Farsça ile gerçekleştirmişlerdir. Daha sonra da bu yoldan Türkler
devam etmişlerdir. Bu, bir din değiştirme ya da bir din tahrifi değildir. Örne-
ğin, bir sufinin Islam dinini yaşarken ulaşmış olduğu coşkunluğu, manevi bir
9
Bu hususta Kaşgarlı Mahmud’un Divânü Lügâti’t Türk’e yazmış olduğu mukaddime oldukça
önemli ve anlamlıdır. Bu hususta bizim “Kaşgarlı Mahmud’un Biliçaltı” adlı makalemize ba-
kılabilir. Ismail Taş, “Kaşgarlı Mahmud’un Bilinçaltı”, Türk Islam Düşüncesi Yazılar, Kömen
Y. Konya 2011, ss. 207-226; Ismail Taş , “Kaşgarlı Mahmud’un Bilinçaltı”, Doğumunun 1000.
Yılı Dolayısıyla Uluslararası Kaşgarlı Mahmud Sempozyumu 17-19 Ekim 2008, Rize Bildiri
Metinleri, Rize 2008, ss.507-516.
10
Ilk usul kitabı olarak kabul edilen Şafii’nin “er Risale”si bunun güzel bir örneğidir.
672
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
hâli kendi dilindeki hikmetlere döküvermesi, böyle bir uzlaştırmanın ürünü-
dür. Yesevî’nin, Süleyman Hakîm Ata’nın, Hacı Bektaş Velî’nin, Taptuk Emre
ve Yunus’un Türkçe olarak terennüm ettikleri “hikmetler”, tekke yaşamının
kazandırdığı edebî ürünlerdir. Dolayısıyla yukarıdaki hikâyemizde ortak bir
unsur olarak geçen “hikmetler”, Hâkim Ata ve Yunus arasında tekke yaşa-
mındaki dünya görüşüyle birlikte, kolektif düşüncenin köklerine dönüşüyle
de ilişkili görünmektedir. Bu yönüyle tekkeler, Islam içerisinde halk dindarlı-
ğının gelişmesine oldukça katkıda bulunmuş görünmektedir.
Benzerliklerle birlikte hikâyelerin birbirinden farklılaşmış unsurlar içerdi-
ğini de görmekteyiz. Bunlar:
Hikâyenin arkaik olanı ile Anadolu’da güncellenmiş olanı arasında, kaba-
ca bakıldığında, bir fark görünmemekle birlikte, hikâyenin unsurları dikkatle
gözden geçirildiğinde hikâye kahramanlarının hem maddi hem de ruhi ola-
rak bir takım farklı değişim süreçlerini geçirdikleri anlaşılacaktır. Her şeyden
önce benzer hikâyelerin inanç ve ideolojik referanslarında bir takım “sapma-
lar” meydana gelmiştir. Hikâyenin arkaik olanı, daha kadim köklere sahip
olup hikâyeyi yönlendiren ve kuran inanç ve ideolojik yapı, Mecusilik ya da
geleneksel Iran ve Türk inançlarının izlerini sürebileceğimiz bir görüntü arz
etmektedir. Nedir bu görüntüyü sağlayan unsurlar?
Her ne kadar hikâyede toplanan odunların kuru olmaları önem arz ediyor
olsa da bu hususta iki hikâye vurgu bakımından birbirinden farklıdır. Arka-
ik olan hikâyede, odunun ıslanmaması için çok daha özel bir gayret vardır.
Hikâyede bunun öne çıkarılması için çerçeveye “iklim/yağmur” unsurunun
dâhil edildiğini görüyoruz. Odunların ıslanmaması için Süleyman Hakim Ata,
kendisi ıslanma pahasına, topladığı odunları elbiselerine sarmıştır. Buradan
çıkarılması gereken anlam, her hâlükârda odunlar ıslanmamalıdır. Bu anla-
yış, müridin şeyhe olan itaatine vurgu olarak değerlendirilebileceği gibi Islam
öncesi Iran ve Türk inanç sistemlerindeki sönmemesi gereken ateş kültünü
de akla getirmektedir.
Hikâyenin arkaik olan tarafında durum bu iken Anadolu sahasında hikâye
daha dinî ve ahlaki bir renge bürünmüştür. Süleyman Hakim Ata’da önemli
olan, odunun yanması için gerekli olan kuruluğa, yani odunun yanabilecek bir
nitelikte olmasına vurgu yapılırken hikâyedeki “odun” figürü, Yunus’un dilin-
de ana kökeninden bir sapmaya uğramış, daha ziyade doğruluk ve dürüstlüğü
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
673
ifade eden bir metafor olarak kullanılmaya başlamıştır. Doğrusu odunların
eğri büğrü olması, ateşte yanmak için daha elverişli iken Yunus’un topladığı
odunlar dümdüz hâle gelmiştir.
Daha arkaik olan hikâyenin kurucu ideolojisi, Türklerin Islam öncesi dün-
ya görüşüne daha yakın durmaktadır. Elbette hikâyenin dış görünüşü, tekke-
lerdeki bir iş bölümünü ve işleyişini işaret etmektedir fakat bunu dile geti-
rirken seçilen unsurlarda yapılan tercihler ise bilinçaltını oluşturan unsurlara
bir gönderme olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda “ateş” unsurunun Mecu-
siliğe bir referans olarak değerlendirilmesi, uçuk bir yorum değildir. Inanç ve
ideolojik dünya görüşünün ifade biçimi ise her hâlükârda sönmemesi gereken
ateş unsuruna yapılan vurgudur. Bunun hem seküler hem de dinî bir anlamı
vardır. Ateş, tekkedeki birliktelik için çok önemli bir unsurdur. Bu anlam-
da ateşin kutsanması kadar doğal bir şey yoktur; zira insan yaşamında ateş,
çok büyük bir değişim yaratmıştır. Ateşin insan yaşamında kutsanması, onun
daha çok maddi anlam ve öneminden kaynaklanmış olmalıdır.
Hikâyenin Anadolu sahasında yapı ve unsurların aynı olmasına rağmen,
bu yapıyı kuran ve yönlendiren kurucu irade ve ideolojik dünya görüşünde
“sapmalar” olduğu açıktır. Bu o kadar açıktır ki Anadolu sahasında gerçek-
leştiği anlaşılan hikâyedeki değişiklikler, henüz hikâyenin ana yapısında daha
arkaik olanı kadar yeknesaklık sağlayamamış görünmektedir. Hikâyede Yu-
nus, Hakim Ata gibi, aynı amaçla tekkeye odun taşımaktadır. Ancak Hakim
Ata’nın elinde ıslanmaması gereken odunların, Yunus’un elinde düzgünlük-
leriyle öne çıktığı görülmektedir. Odunların toplanmasındaki amaç bakımın-
dan bu durum değerlendirildiğinde, toplanan odunların düzgün olmalarının
ateşi tutuşturmak ya da ateşte yanması bakımından bir anlam ifade etmediği
gayet açıktır. O hâlde aynı unsurlar kullanılmaya devam etmesine rağmen
hikâyede değişen ne olmuştur? Her şeyden önce hikâyenin, birkaç asırlık Is-
lamlaşma sürecindeki değişimin kaderine ortak olduğunu tespit edebiliriz.
Hikâye, realist bir üsluba sahip iken Anadolu sahasında metaforik bir kılığa
bürünmüştür. Hikâyede daha çok ahlaki bir erdem olan dürüstlük öne çıkma-
ya başlamıştır. Yunus’un topladığı odun, artık Islam’ın “sırat-ı müstekîm”ini
ifade etmektedir. Dolayısıyla Anadolu sahasında, hikâyenin kurucu iradesinin
ve ideolojisinin daha baskın bir şekilde Islamlaştığını ifade edebiliriz.
Buradan hareketle aynı yapıların ve birlikteliklerin farklı inançlara ve ide-
olojilere hizmet eden kurumlar olabileceğini söyleyebiliriz. Biz burada sadece
674
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
hikâyenin kadim bağlantılarına ve bu bağlantıların belirli bir zaman dilimi
içerisindeki inanç ve ideolojik değişim serüvenine yüzeysel olarak değinmiş
olduk.
Bununla birlikte bizim asıl amacımız, bu kurumların Islami dönemdeki
iktisadi, siyasi ve dinî bakımdan oluşumunu sorgulamak ve anlamaya çalış-
maktır. Bu bağlamda biz yine hikâyemiz vasıtasıyla sorgulamamızı devam et-
tirmek istiyoruz. Yukarıdaki amaçlarımızı da gözeterek hikâyemize çok basit
ve sıradan bir takım sorular yöneltmek istiyoruz.
Dinî/ruhani bir görüntü arz eden kimselerin/mürşit, şeyh ya da derviş-
lerin liderleri oldukları bu yapılar nasıl bir yapıdır? Bu yapılarda neler yapıl-
maktadır. Bu birliktelikler neden oluşmuştur; bu yapıların oluşumunu sağla-
yan irade ya da ideolojik, ekonomik, dinî, insani saikler nelerdir?
Bu tarz sorulara cevap ararken yine şu şekilde bir soru sorarak başlayabi-
liriz: Hakim Ata ve Yunus’un böyle bir kurumda işi nedir? Neden böyle bir
müesseseye katkı sağlamaktadırlar? Belki ilk oluşum süreçlerinde değil ama
kısa bir zaman diliminde büyük toplumsal yapılara dönüşen tekke/dergâh/
Hankâh vb. neler oldu da yüzlerce insanın geceli gündüzlü birlikte yaşadığı
kurumlara dönüştü? Tekkelerin oluşumunu sadece tasavvufi dünya görüşüne
bağlı kalarak ya da salt tanrıya yaklaşma amacında olan insanların müşterek
gaye ve istikamet doğrultusunda yarattıkları müesseseler olarak izah etmek
mümkün müdür yoksa daha kompleks ve anlaşılması güç bir takım insani
sorunlar çerçevesinde bir takım izahlar mı denememiz gerekmektedir? Di-
ğer bir ifadeyle bu yapıları anlamaya çalışırken antropolojik verileri, insan
psikolojisini, duygu ve düşüncelerini, toplumsal şartları ve bütün bu duygu
ve düşüncelerin görünürlük kazandığı tarihî vasıtaları mı dikkate almalıyız?
Cevap elbette olumlu olmalıdır. Nitekim hikâyenin Anadolu’da aldığı suret,
bu konuda bize oldukça ışık tutmakta, yol göstermektedir. Yukarıda alıntı-
ladığımız hikâyeyi özellikle kapsamlı olarak bir bütünlük içerisinde verdik.
Hikâyenin başlangıcı, yani Yunus’u dergâha yönlendiren sebep, bir Tanrı ara-
yışı ya da herhangi bir dinî sorun ya da bu sorunu çözme gayesi falan değildir.
Bu bağlamda tekke/zaviye/dergâh yapılarını dinî yapılar olarak indirgemeci
bir yaklaşımla izah etme şansımızın olmadığı açıktır.
Zira böyle bir yaklaşımla şu şekildeki basit bir soruyu dahi cevaplandı-
ramayacağımız gayet açıktır: Eğer bu yapılar sadece dinî saiklerle ortaya çı-
kan ve doğan yapılar idiyse bu yapılar, ortaya çıkmak için neden belirli bir
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
675
dönemin geçmesini beklemiştir? Acaba bu kompleks yapıların arkasındaki
ruhun, Islam’ın ilk yıllarında Hz. Peygamber’in mescit etrafında maddi ve
manevi olarak bakımlarıyla ve yetişmeleriyle özel olarak ilgilendiği “ashab-ı
suffe”deki nebevî bir ruhu mu aramalıyız yoksa bunların bir anakronizm ol-
duğunu teslim etmeli miyiz?
Hiç şüphe yok ki hem tekke hem de zaviyeler, mistik dünya görüşünün bir
ürünüdür. Bu bağlamda burada belki şunu eklemeliyiz: bu oluşumlar söz ko-
nusu dünya görüşlerinin kurumsallaşmalarıyla ilişkilidir. Her kurumsallaşma
da belirli bir çağda, belirli bir dönemde ve kendi imkânları çerçevesinde şe-
killenir, varlık kazanır. Tekke ve zaviyeler, bu anlamda herhangi bir müessese
değildir. Müessese olarak bakıldığında bir beden görüntüsü arz etseler de bu
bedenin varlığa gelmesine neden olan ve onu sevk ve idare eden bir ruhun
varlığı da muhakkaktır. Bu bağlamda tekke ve zaviyeleri var eden ve yöneten
asli ruhun tasavvufi dünya görüşü olduğu varsayımından hareket ettiğimizi
ifade etmeliyiz.
Bu ruhun kendini ifade ettiği yapıyla arasındaki ilişkiyi nasıl ortaya ko-
yabiliriz? Sorun zannedildiği kadar kolay değildir zira bedeni oluşturan et-
kenlerin, yapıları oluşturan ruh olduğu, hâkim kanaat olarak ifade edilse de
kurumsallaşma bütün işlevleriyle birlikte hâkim olduğunda aynı zamanda
kendi ruhunu da şekillendirmekte ve sınırlandırmaktadır. Dolayısıyla ku-
rumsallaşmaları meydana getiren bu ikili yapı arasındaki ilişkiyi anlamaya
çalışmak, birçok insani duyguların ve ahvalin dikkate alınmasını elzem hâle
getirmektedir.
Konuyu biraz daha açmak maksadıyla, Yunus’un, Taptuk’un dergâhına ilk
olarak gelişini dile getiren kısmıyla ilgilenebiliriz.
Metnin bu kısmı, tekke ve zaviyelerin kurumsallaşmasını anlamak bakı-
mından önemli görünüyor. Yunus, tekkeye neden bağlanmıştı? Hikâyeye göre
Yunus’un Hacı Bektaş’ın dergâhına gitme sebebi, daha iyi bir kul olmak ya
da iyi bir sufi olarak yetiştirmek falan değildir. Zavallı Yunus, kıtlığın başına
getirdiklerinden hem kendini hem de aile efradını kurtarmak istemektedir.
Bu amaçla yanına biraz yemiş alır, Hacı Bektaş’a gider. Çünkü onun vasfını
duymuştur; yemişini ona verecek, karşılığını da biraz fazlasıyla alıp köyüne
geri dönecektir. Hikâye malum. Burada hikâyenin bize hem Yunus hakkında
hem de Hacı Bektaş hakkında öğrettikleri vardır. Yunus, Hacı Bektaş diye
birini bilmektedir. Fakat bilgisi çok derin değildir, söylenti derecesindedir;
676
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
gerçi tekkenin velâyetle, tasavvufla ilişkili bir mekân olduğunu falan duymuş-
tur ama kendi talep ettiklerinden daha kıymetli bir değer olan “himmet”i
ölçebilecek kadar bilgi sahibi olmadığı bellidir. Bununla birlikte Hacı Bektaş
dergâhında bir ümit vardır ve dergâh hakkındaki Yunus’un bu düşüncesi ve
duygusu tekil bir duygu ve düşünce olmamalıdır; bu ümit, tekke ya da dergâh
hakkında toplumda yaygınlaşmış bir genel kanaatin Yunus’taki yansımasını
göstermektedir.
Tekkenin halkta yansımasını bulan bu durum nedir? Anlaşılan o ki tekke-
ler halktan tamamen izole olmuş değildir. O zaman tekkeler ve tekke dışında-
kilerle arasında nasıl bir ilişki söz konusudur, bu sorun aydınlatılmalıdır. Her
şeyden önce şunu ifade etmeliyiz ki yukarıda da işaret ettiğimiz gibi tasav-
vufun Irak’tan Horasan’a geçmesiyle birlikte XI. ve XII. yüzyıllarda bir grup
elitin uğraştığı bir alan olmaktan çıkarak daha popüler hâle geldiğini tekrar
ifade etmek gerekir. Bu nokta, tekkelerin aynı zamanda bir müessese olarak
işleyişinin de tamamlandığı bir döneme tekabül eder. Horasan’dan Anado-
lu’ya uzanan müessese de bu müessesedir. Tekkede icra edilen tarikat, aynı
zamanda hiyerarşik bir düzenin varlığını gerekli kılmaktadır. Bu düzen saye-
sinde tekke, kendi varlığını devam ettirebilmektedir. Bununla birlikte tekke
yaşamı, dış dünyadan tamamen kopuk değildir; dışarıya insan kaynağı verdiği
gibi, oradan yeni üyeler almaya da açıktırlar.
11
Hikâyenin bu cüzü, tekkelerin ekonomik yapılanmasıyla doğrudan iliş-
kilidir. Tekkeler, hikâyenin daha sonraki safhalarından da öğrendiğimiz gibi
birçok insanın bir arada yaşadıkları bir müessesedir. Nitekim Yunus, daha
sonra bu yapıdaki birlikteliğin bir ferdi olarak hayatını burada geçirecektir.
Dolayısıyla buralarda da gündelik yaşam devam etmekte, ve birtakım ya-
şamsal gereksinimlere ihtiyaç duyulmaktadır. Dahası tekkenin dışındakilerin
ekonomik olarak yardım umabileceği kadar da iyi bir durumdadır. Hikâyenin
yaşandığı çağ, Selçuklular dönemidir ve bu dönemde artık tasavvuf; farklı bir
dünya görüşü, düşünce biçimi ve yaşam tarzıyla hem ruhani hem de maddi
varlığını çoktan tamamlamıştı. Bununla birlikte tasavvufun, dünyevi mesele-
ler üzerinde daha az duran ısrarlı modeli gittikçe daha fazla hürmet kazan-
maya başlamıştır. Bu çağ, aynı zamanda popüler tasavvufun oluşum çağıdır.
Ulemanın pek çoğundan daha önce kitleler, sufi pirleri ve ermişleri manevi
11
Detaylı bilgi için bk.: Ahmet T. Karamustafa, Tanrı’nın Kural Tanımaz Kulları, çev. Ruşen
Sezer, YKY. 2007, S. 104-105.
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
677
konularda rehberleri olarak kabul etmeye başlamışlardı. Doğrusu XII. yüzyıla
gelindiğinde tasavvuf, dinî hayatın ve hatta dinî ilmin kabul görmüş bir bö-
lümünü oluşturmuştur. Bu noktadan itibaren Islam’ın iki değişik yönü vardı.
Birincisi; şer’i ulema tarafından belirlenen, şeriat eksenli düşünen, dış dünya
ile ilgili, sosyal yaşayışa ait düzenlemelerle ilgili kısmı; diğeri pirlerin hima-
yesinde, kişinin içe dönük, şahsi hayatıyla ilgili mistik eksenli düşünen kısmı.
Çoğu kez aynı dinî lider hem pir hem şeriat âlimiydi ya da en azından Islam’ın
her iki yönüne de önem veriyordu. Müslümanlar da her iki kesimden de ya-
rarlanıyordu. Bir yönünü tercih edenler de vardı.
12
Gerçi Ebu Said Ebu’l Hayr’dan beri (X. yy.), tekkeler farklı bir kurum ola-
rak fonksiyon icra etmeye başlamış, içerik ve işleyiş belirli bir düzene ka-
vuşmuştur. Örneğin; Kur’an’dan başka, beyitlerin, gazellerin ve vecizelerin
okunabilme yolu açılmış, sema ve gazel okuma meclisleri düzenlenir hâle
gelmiştir. Hatta bundan dolayı Ebu Said, fakihlerin muhalefetiyle karşılaş-
mış ve Gazneli Mahmut’un sarayına şikâyet edilmiştir.
13
Bu anlamda tekke-
ler, tasavvufun gelişmesine paralel bir gelişme sergilemişlerdir. X. yüzyılın
sonlarından itibaren Horasan’ın birçok yerlerinde hankâhlar/tekkeler yapı-
larak eğitim ve öğretim kurumlarından biri hâline gelmiştir. Bu kurumların
hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri için de kendilerine vakıflar bağlanmıştır.
Bunların en mükemmel ve en büyük örneği de Ebu Said Ebu’l Hayr’ın Nişa-
bur’daki hankâhı kabul edilir.
14
Tekkelerin mimari, eğitsel ve iktisadi işleyiş tarzı, söz konusu tekkelerde
oldukça belirginleşmeye başlamıştır. Ebu Said’in kurduğu hankâhların mi-
mari yapısı, birkaç bölümden meydana gelirdi. En büyük kısmını eyvan şek-
lindeki bir salon teşkil ederdi. Bu salon, toplu halde zikir, sema ve yemekli
toplantılarda kullanılırdı. Hankâhın bir başka bölümünü de pir, müritler ve
hizmetçiler için yapılmış zaviye ve hücre denilen odalar teşkil ederdi. Bunla-
rın dışında mutfak vs. başka bölümler de vardı. Şeyhin zaviyesi yani odası,
onun tefekkür ve kabul yeri idi. Hizmetinde bulunan hizmetçilerden başkası
oraya giremezdi. Genellikle her hankâhta, şeyhle sufiler arasındaki irtibatı
sağlayan özel bir hizmetçisi olurdu. O kişi, hankâhın yönetimini ve dış iliş-
kilerini yürütürdü. Yiyecek ve diğer ihtiyaçların giderilmesi ya da hazırlığı
12
M. Hodgson, Islam’ın Serüveni, II/221-222.
13
Mürsel Öztürk, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan, Kültür Bakanlığı Y., Ankara 2001, S.
253.
14
Mürsel Öztürk, age. S. 250.
678
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
ona aitti. Özel hizmetçiden başka, hankâhın yemek, temizlik ve diğer işlerine
bakan hizmetçiler bulunurdu.
15
Hankâhın “fütuh” denilen gelir kaynakları birileri aracılığıyla toplanırdı.
Önemli gelir kaynaklarından diğer birisi ise adaklardı. Fütuhun veya adak-
ların gelmediği zamanlar da olurdu. Bu durumda zenginlerden borç alınır,
bazen de şeyh çaresiz kalarak mecliste konuşurken orada hazır bulunanlardan
yardım talep ederdi. Bunlardan başka hankâhın belki de en önemli gelir kay-
naklarından biri, bazı zenginlerin bütün servetlerini hankâhlara bağışlayarak
vakfetmeleridir.
16
Elbette tekke ve dergâhlara yapılan bağışları ve vakfetme-
leri sadece zenginlerle sınırlandırmamak gerekir. Devlet adamları ve siyasi
otoriteler, bu hususta daha önemlidirler.
Yine tekkelerin eğitim düzeni, Ebu Said’in başlatmış olduğu bir yenilik
olarak zikredilmelidir. Tekkelerde aşağı yukarı daha sonra da aynı şekilde de-
vam eden bu düzene göre, tekke sakinlerinin yapması gerekenler üç ana baş-
lıkta toplanabilir:
1. Ilim öğrenmek veya zikir yapmak
2. Başkalarının hizmetinde bulunmak veya başkalarına iyilik etmek,
3. Kazanç ile meşgul olmak
Tekkelerde tasavvuf eğitiminin yanı sıra başta tefsir, hadis, fıkıh, akaid
ve Arapça olmak üzere çeşitli konularda dersler de verilirdi. Bazı konularda
kitaplar yazılır ve çoğaltılırdı. Dinî mûsikîye önem verilir, şiir ve ilahiler oku-
nur, sema yapılırdı.
17
Onuncu yüzyılda bu şekilde kurumsallaşmaya başlayan tekkeler, Islam
dünyasındaki barışın, güvenliğin ve devlet otoritesinin zayıflamasıyla birlikte,
meydana gelen kaotik ortama karşı oluşan örgütlenmelerle ilişki içine girmiş
ve hatta onları örgütlenme bakımından oldukça etkilemiştir. Bu kurum fü-
tüvvet kurumudur. Bu kurum, daha sonra Anadolu’da Ahiliğe dönüşecektir.
18
Ahiliğin sosyal dayanışma ruhu sayesinde devletin hiçbir tesiri olmadan şehir
esnafı ve halkı kendi kendini idare ediyor, en küçük bir suistimal, yolsuzluk
ve ananeye aykırı harekete fırsat verilmiyordu.
19
15
Mürsel Öztürk, age. S.256.
16
Mürsel Öztürk, age. S.254.
17
Süleyman Uludağ, “Hankah”, TDVIA, C. 16, S. 43.
18
Bk. Mürsel Öztürk, age. S.
19
Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi, Istanbul 1962, C. 2, S.21; Veysi Erken, Bir
Sivil Örgütlenme Modeli Ahilik, Seba Y., Ankara 1988; S. 44-52; Charles Lindholm, Islami
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
679
Işte Yunus’un dâhil olduğu kurum, böyle bir kurumdur. Hikâyeye göre Yu-
nus, böyle bir kurumdan yardım almaya gitmiştir. Dahası hikâyede Yunus’u
yardım talep etmek zorunda bırakan doğal felaket, sadece kıtlık da değildir;
Moğol baskınlarının bozduğu sosyal ve siyasal düzenle bunun neticesinde
ortaya çıkan ahlaki çözülmeleri de dâhil etmemiz gerekir. Böyle bir ortamda
sufilik ve onun kurumsal ifadesi olan tekke, toplumsal düzenin bir dayanağı,
ihtiyaç sahiplerinin bir sığınağı hâline gelmiştir.
Hikâyedeki, Yunus’un Hacı Bektaş’a geldiğinde onun himmetini değil de
vereceği buğdayı tercih ettiğini fakat yolda yaptığı yanlışı anlayıp geri döndü-
ğünü ifade eden kısmına küçük bir müdahale etme imkânının olup olmaya-
cağını da sorgulamak gerekmektedir. Bizce Yunus, Hacı Bektaş’tan buğdayı
aldıktan sonra yoldan geri dönmemiş olmamalıdır ve dahası bu olayın bir-
kaç kez tekrar etmiş olması da muhtemeldir. Burada hikâyenin oluşumunu
geçmiş olaylar üzerine bir hatırlama olarak kabul edersek ve bütün hatırla-
maların yeniden bir inşa ve kurgu olduğunu dikkate alırsak durum daha iyi
anlaşılacaktır. Olay, Yunus’un yaşamından da sonra ve onun övgüye dayalı
bir geçmişi dile getirdiğinden dolayı oldukça rafine edilerek anlatılır hâle gel-
miştir. Geriye dönük hatırlamalarda öne çıkan iyilikse, bu kurgular genellikle
daha iyiye doğru, öne çıkan baskın karakter kötülükse, kurgulardaki istika-
metin daha kötüye doğru meyletmesinin bir neticesidir. Hikâyenin kurucu
ideolojisi mistik tekke dünya görüşü olduğu için bu kurumun başı olan pir,
“himmet” ve “nefes” vurgusuyla öne çıkarılmıştır ve böylece tekke hem ruha-
ni olarak hem de insan, insancıllık bakımından yüceltilmiştir. Hikâyede ayrıca
Yunus gibi bir büyük ermişin dahi tekkede en aşağı bir mertebe olan “odun
taşımak”la işe başlaması dile getirilerek pirin gözetiminde bir müptedinin
nasıl kemâle erdiği anlatılmak istenmiştir. Bununla birlikte odun taşıma eyle-
minin tekkedeki birlikte yaşamı destekleyen bir iktisadi iş bölümü olarak da
görmek gerekmektedir.
Sonuç: Süleyman Hakim Ata ve Yunus Emre’nin kahramanı oldukları tek-
keye odun taşımakla ilgili olan hikâye, esas itibarıyla Türkistan erenleriyle
Anadolu erenlerinin tekke etrafındaki maddi ve manevi yaşamlarını bütün
unsurlarıyla birlikte ve ideolojik değişimlerini de aksettirecek şekilde resmet-
mektedir. Bu anlamda hikâye; tekkelerin dinî, siyasi, içtimaî ve iktisadi olu-
şumlarına da referanslar barındırmaktadır.
Orta Doğu, Balkı Şafak, Imge Y. 2004, S. 323-326.
680
Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî
KAYNAKÇA
Ali-şir Nevâyî, Nesâyimü’l mahabbe min Şemâyimi’l fütüvve, haz. Kemal Eraslan, An-
kara 1996.
Barhold, V. V., Orta Asya Türk Tarihi, Çev. Hüseyin Dağ, Divan Y., Ankara 2011.
Erken, Veysi, Bir Sivil Örgütlenme Modeli Ahilik, Seba Y., Ankara 1988.
Güzel, Abdurrahman, Süleyman Hakim Ata’nın Bakırgan Kitabı Üzerine Bir İnceleme,
Öncü Kitap Y. Ankara 2008.
Karamustafa, Ahmet T., Tanrı’nın Kural Tanımaz Kulları, çev. Ruşen Sezer, YKY.
2007.
Lindholm, Charles, İslami Orta Doğu, Balkı Şafak, Imge Y. 2004.
Marshal G. S. Hodgson, İslam’ın Serüveni, çev. Komisyon, Iz Yayıncılık, Istanbul
1995.
Öztürk, Mürsel, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan, Kültür Bakanlığı Y., Ankara
2001.
Taş, Ismail, “Dinî /Mistik Efsaneleri Türk Din Algısı Bakımından Okumak”, Ulus-
lararası Türk Dünyasında Din Anlayışları Sempozyumu 4-6 Kasım 2010 Bildiriler, Isparta
2011, ss. 227-241.
Taş, Ismail, Ebu Süleyman es Sicistanî ve Felsefesi, Kömen Y., Konya 2006.
Taş, Ismail, “Kaşgarlı Mahmud’un Bilinçaltı”, Doğumunun 1000. Yılı Dolayısıyla
Uluslararası Kaşgarlı Mahmud Sempozyumu 17-19 ekim 2008, Rize Bildiri Metinleri, Rize
2008, ss.507-516.
Taş, Ismail, “Kaşgarlı Mahmud’un Bilinçaltı”, Türk İslam Düşüncesi Yazıları, Kömen
Y. Konya 2011, ss. 207-226.
Tekcan, Münevver, Hakim Ata Kitabı, Beşir Kitabevi, Istanbul 2007.
Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi, Istanbul 1962.
Uludağ, Süleyman “Hankâh”, TDVİA, C. 16.
Vilâyetnâme Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, Hazırlayan: Abdülbâki Gölpınarlı,
Inkılâp Kitabevi, Istanbul 1958.
Dostları ilə paylaş: |