Eylül 2016 İstanbul/Türkiye



Yüklə 6,61 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə59/59
tarix18.01.2017
ölçüsü6,61 Mb.
#5811
1   ...   51   52   53   54   55   56   57   58   59

Tartışma

Ahmed Yesevî ardında sayısız basılı eser bırakan bir yazar ya da bilim ada-

mı değildir. Bu bakımından onu daha çok düşünce ve etkinliklerine esas olan 

mesajıyla açıklamak ve anlamak gerekir.

Yesevî düşüncesinin ortaya çıkardığı ana mesaj tevhit inancına dayalı bir 

dünyada  barışı  tesis  etmek;  dayanışma  duygusu  içinde  bir  toplum  inşa  et-

mektir. Hayatı böyle bir toplumu oluşturacak değerlerin benimsenmesi mü-

cadelesiyle geçen Türkistanlı bilge evrensel barış ve kardeşliğe katkıda bulu-

nan haleflerini de söz konusu boyutlarda etkileyen bir çığır açmıştır. Bu yolda 

insan severliği ön planda tutan akımlarla birlikte Mevlana, Hacıbektaş Veli ve 

Yunus Emre gibi Anadolu bilgelerinin de yer almış olması mesajındaki güç ve 

kalıcılığının bir başka kanıtıdır.

Ahmed  Yesevî’nin  yaşadığı  dönemde  halkın  bir  kısmı  göçebe,  bir  kısmı 

yerleşik Türklerdi. Manevi hazlara susamış olan bu halk kitleleri, Arapça ve 

Farsça’nın yazı dili olarak egemen olduğu bir ortamda kendi dilleriyle, yani 


Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 657


Türkçe konuşup, Türkçe şiirler terennüm eden ve bu şiirlerle kalplerinin ta 

derinliklerine ulaşabilen anlamlar yükleyen bir bilgeyi (mürşidi) bulmuş ol-

manın coşkusuyla en güzel düşünceleri ve davranışları onun kişiliğinde keş-

fettikleri kerametler ve menkıbelerden zengin bir kültürün ahlaki dokusunu 

biçimlendirdiler. Yesevî bu sosyolojik tabloyu dikkate alarak, halkın kültürel 

anlamdaki beklenti ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir dil kullandı. Islam dini-

ni, “samimi fakat henüz sathi bir surette kabul etmiş olmakla birlikte kendi 

milli kültürlerini saklamaktan kolay kolay vazgeçmeyen Türklere hitap etmek 

lazım  gelince  ister  istemez  onların  zevklerine,  itiyatlarına  uymak  manasını 

anlayacakları basit bir lisan ve âhengine âşina olabilecekleri…”

28

 bir üslubu 



tercih etti.

Ahmed Yesevî “Hoca” lakabıyla anılmaktadır. Esasen “hoca olmak deyimi 

bölgeye fetih için gelen Arap ordularından kalanların soyundan olmak anla-

mında kullanılmaktadır.”

29

 Yesevî’nin hoca lakabında böyle bir boyut vardır. 



Ama  bununla  birlikte  o  gerçekten,  yaşadığı  dönemin  eğitim  görmüş  nadir 

kişilerinden olarak bilgi ve görgüsünü kitlelere, insanına ulaştırmayı görev 

bilen bir öğretmen, hoca ve aynı zamanda bir eğitimcidir.

Yesevî’nin  hocalığının  dönemin  aktüel  kültür  hayatı  ile  sınırlı  olmayan 

bir yanı vardır. Söylemlerindeki güç ve etkiler bu önemli özelliğiyle birlikte 

kendisine farklı özellikler yüklemektedir. Bu bağlamda Yesevî’nin kişiliğinde 

ait olduğu kültürün geleceğine de yön ve doğrultu kazandıran derin ve etkin 

bir  bilgelik  öne  çıkar.  Bu  bakımdan  söyleminde  kişisel  ve  nefsani  tepkileri 

hayatın içinden karşılama yöntemi ön plandadır. Bu tarz ve yöntemiyle şeriat 

hükümlerini uygulamada ödünsüz bir yaklaşım içinde olan Horasan ulema-

sından ayrılmaktadır. Yesevî’nin zikir meclisleri onun bu bağlamdaki yakla-

şımlarını öne çıkaran bir olaya konu olmuştur. Şöyle ki; Horasan uleması ve 

çevresinde bir süredir Yesevî’nin zikir meclislerinin kadınlı erkekli toplantıla-

ra dönüştüğüne ilişkin bir dedikodu üretilmektedir. Bu toplantılarda, 



“örtüsüz kadınlar da devam ederek erkeklerle birlikte zikre karışırlarmış. Şeriat 

hükümlerini muhafazaya şiddetle riayet eden Horasan ve Maverâü’nehr âlim-

leri, bilhassa müfettiş göndererek bu söylentinin doğru olup olmadığını tahkik 

28

   Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet Işleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 



1976, s. 146.

29

   Hayati Bice, “Hazret-i Türkistan: Hoca Ahmed Yesevî”,  Divan-ı Hikmet, 2015: 21.



658  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî



ettiler.  Tahkikat  neticesinde  bunun  sırf  bir  iftiradan  ibaret  olduğu  anlaşıldı; 

lakin hoca Ahmed Yesevî onlara artık bir ders vermek istedi: Bir gün müritleri 

ile bir mecliste otururken, mühürlü bir okka getirtip ortaya koydu. Bütün ce-

maate hitap ederek dedi ki: “Sağ kolunu, buluğ gününden bu ana kadar avrat 

uzuvlarına hiç değdirmemiş evliyadan kim vardır?” Hiç kimse cevap vereme-

di. Derken, Şeyhin müridinden Celal Ata geldi. Hoca Ahmed Yesevî, hokkayı 

onun eline vererek o vasıtayla, müfettişlerle birlikte Maverâünnehr ve Horasan 

memleketlerine gönderdi. Oralarda bütün âlim ve şeriatçılar birleşerek hokkayı 

açtılar: İçindeki pamukla ateş hiç birbirine tesir etmemişti, ne pamuk yanmış, ne 

ateş sönmüştü. O vakit hocadan şüpheye düşerek müfettiş yollamış olan âlimler, 

onun kendilerine vermek istediği dersin manasını bütün çıplaklığıyla anladılar. 

Eğer,  erkek  kadın  bir  ehl-i  hak  meclisinde  birleşerek  beraber  zikir  ve  ibadete 

devam etseler bile Hak Ta‘âlâ onların kalplerindeki her türlü kin ve düşmanlığı 

yok etmeğe muktedirdi. Bunun üzerine hepsi fevkalade utanıp korktular ve he-

diyeler, adaklarla kabahatlerini affettirmeye çalıştılar”

30

Bu örnek olay Yesevî’nin iletişim yöntemindeki farklılığı kadar Islami ko-

nulara olan yaklaşım farkını da ortaya koyar. Kadın ile erkek arasındaki iliş-

kilerde  tutucu  (muhafazakâr)  ve  mesafeli  olan  Horasan  ulemasına  karşılık 

erkeğin kadına hitap etmesi, zikir meclisleri özelinde aynı mekânda sohbet 

ve iletişim imkânına izin veren hoşgörülü yaklaşım ve uygulamaları bu tarzın 

çarpıcı bir örneğidir.

Ahmed Yesevî, çağdaşları üzerinde olduğu gibi kendisinden sonra gelen-

lere de kendi yetişme ve sosyalleşme biçimine uygun düşünce ve etkilere sa-

hiptir. Döneminin bilge kişilerinden (Arslan Baba ve Yusuf Hemedani) özel 

eğitim ve feyz alan Yesevî, bilgi ve görgüsünü bu ilişkinin mantığına uygun 

olarak geliştirme ve yayma çabasını göstermiştir. Toplumun irşat yoluyla eği-

tim ve aydınlatılmasını amaçlayan bu çabanın altı önemli ilkesi bulunur:

1.  Hakkı Bilme, gerçeği tanıma

2.  Mutlak cömertlik

3.  Hakiki sadakat

4.  Sağlam ve kesin bilgi

5.  Hakkın takdir ettiği rızka tam tevekkül

6.  Derin düşünce

30

   Cevâhirül’- Ebrâr min Emvâci’l- Bihâr, s.82-84’den Köprülü, s.33-34.



Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 659


Öyle anlaşılıyor ki toplum ve insanlık için genel geçer doğrular ve değerler 

çevresinde  halkın  aydınlatılması,  bilgilendirilmesi  Yesevî’nin  toplumda  ba-

şarmak istediği temel hedefleri oluşturmaktadır. Islâmiyet ise kendisinin bu 

konudaki duyarlılığını pekiştiren güç ve fırsatları sağlayan en önemli araçtır.

Fuat Köprülü, Ahmed Yesevî’nin etkilerini başlıca dört büyük alanda ara-

mak gerektiğini belirtir: 

1. Kıpçak alanı yani bugünkü Kuzey Türkleri, 2. Türkmen alanı, 3. Azeri 

alanı, 4. Batı Türkleri, Anadolu ve Rumeli alanı.

Yunus Emre, Hacı Bayram Veli ve Evliya Çelebi’ye uzanan geniş bir etki 

alanı bulunmaktadır. Bu çerçevede o görüşleriyle “birkaç yüzyıl sonra doğ-

muş olan Bektaşilik, Mevlevilik ve Nakşibendilik akımlarını” etkilemiştir. Ilginç-

tir Sünni ve Nakşibendi tarikatına bağlı olanlar kadar babaî, haydarî, bektaşî 

gelenekleri de kendilerini onunla ilişkili sayıyorlardı.

31

Ünlü Türk seyyahı Evliya Çelebi kendini Ahmed Yesevî’nin soyundan say-



maktadır.  Seyahatnamesi’nde  Orhan  Gazi’nin  Beyliğe  geçişini  anlatırken  Ye-

sevî’nin atalarından oluşuna şöyle değinmektedir: “Orhan Gazi müstakil bağ 

oldu  (...)  Bunun  padişahlığı  zamanında  yüce  atalarımızdan  Türk  Hoca  Ahmed 

Yesevî Hazretleri, Horasan’da halifesi olan Hacı Bektaş Veli’yi 300 dervişiyle 

seccade sahibi edip icazet verip tef, kudum ve bayrak verdi ve nazar etti.”

32

 

Atsız’a  göre  Evliya  Çelebi’nin  Yesevî  soyundan  oluşuna  işaret  eden  bu 



açıklamasının ispatı mümkün değildir.

33

Yesevî  düşüncesi  Siriderya  (Seyhun)  ve  Taşkent  yöresindeki  bozkırlarda 



yaşayan göçebe Türkler arasında Islam inancının yerleşmesinde büyük rol oy-

nadı.


34

Anadolu hareketlerinin en büyük moral desteği Yesevî düşüncesi olmuş-

tur.  Literatürde  “Horasan  Erenleri”  olarak  geçen  Yesevî  Dervişleri  Anado-

lu’nun Islamlaşması sürecinin hem düşünsel hem de siyasal öncüsü olmuş-

lardır. Yesevî dervişleri göçebe Türk topluluklarının toprağa yerleşme süre-

cinde, yerleşmenin bireysel modellerini kurmak suretiyle destek verdiler. Bu 

dervişler, köylerde, kasabalarda ve şehirlerde kurdukları zaviyeler çevresinde 

31

 



 I. Agah ÇubukçuTürk Düşüncesinde Felsefe Hareketleri, Ankara, 1986, s.247.

32

 



 Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler, Çev. Atsız, Istanbul, 1971, s.16.

33

 



 Aynı, s.11.

34

 



 Ana Britannica, Ahmed Yesevî Maddesi.

660  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî

dini görevler üstlenmelerinin yanı sıra tarla ziraatı, hayvancılık, bağcılık, fı-

rıncılık, değirmencilik yaparak toprağı işlediler, kitlelere örnek oldular.

35

Hoca Ahmed Yesevî kendi döneminin olduğu kadar uzun erimli geleceğin 



de  kaygılarını  yüklenir.  Bu  kaygıda  tanık  olduğu  olaylar  ve  kötü  tecrübeler 

gelecekteki  kötü  günlerin  ipuçlarını  verir.  “Âhir  zaman”  onun  gelecek  im-

gelemi olarak kullandığı anahtar terimdir. Bazen Âhir zaman şeyhleri, bazen 

Âhir zaman yöneticileri (sultan, kadı ve melikler), bazen Âhir zaman hocaları 

(molla, müftü) ve şeyhleri bazen de Âhir zaman ümmetleri ama her hâl ü 

kârda  geleceğin  dünyası  ve  toplumuna  ilişkin  derin  endişe  ve  kaygılar  öne 

çıkar. Geleceğin zalim sultanları, molla-müftü olan ama yalanla fetva veren-

ler, nefislerine tutsak olarak zevk ü sefaya düşen ümmetler, başı sarıklı ama 

ilimden irfandan yoksun olan, amelden uzak olan, derinlik yoksunu ve sığ, 

sözde şeyhler... Özellikle bu sonuncular, onlar için sözleri biraz daha ağırdır:

Hikmet-60

Mümin olsan taharetsiz zikrini söyleme

Kerametler söyleyip halka dinini satma

Müslümanlık iddia edip kâfir gitme

Gelin yığılın zâkir kullar zikir söyleyelim

Âhir zaman kaygısında Yesevî bilgeliğinden pay alanları içeren bazı hik-

metler şunlardır:

Hikmet- 29

Âhir zaman olmuştur, sultan zalim olmuştur

Haram şüphe olmuştur, şaşkın olur Hoca Ahmed

Kul Hoca Ahmed ibadet eyle, ağlamağı âdet eyle

Bela gelse tahammül eyle, Hak’tan olur Hoca Ahmed

Hikmet-18 

Âhir zaman ümmetleri süslerler evlerini;

Nefis hevâya sevinip bozar her an huylarını;

Şan ve şefkatler ile dik tutar boylarını;

Arsan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük

(….)


35

 

 Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, Sayı: II, Istanbul, 1974, 



s.303.

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 661


Âhir zaman ümmetleri dünya fani bilmezler

Gidenleri görerek ondan ibret almazlar,

Erenlerin yaptığını görüp göze iliştirmezler

Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.



Sonuç

Ahmed Yesevî’nin yaşamı Orta Asya Türklüğünün ve Türk toplulukları-

nın Islamiyet’le tanışmalarının erken dönemine tekabül eder. Bir geçiş süreci 

olarak düşünüldüğünde bu dönemin Yesevî’yi tüm zamanlar için değerli ve 

önemli hale getiren karakteristikleri barındırdığı görülür. 

Bu  karakteristiklerin  başında  step  kültürü  gelir.  Coğrafi  ve  toplumsal 

mensubiyetlerin baskın olduğu bu kültürde insanlar aile, dil, yaşam tarzları 

ve inançlarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. O yüzden asabiyyet duyguları çok güç-

lüdür. Yesevî’nin yöntemi bu sosyolojik tabloyu çok iyi tahlil eden bir pratik 

ortaya koymuştur. 

Yesevî’nin bugüne ulaşan ve mesajını hem bugün ve hem de bundan son-

raki zamanlar için önemli ve işlevsel kılan iki önemli husustan söz edilebilir. 

Bu durum aynı zamanda Türk ve Müslüman coğrafya ile birlikte uluslararası 

toplumun neden Hoca Ahmed Yesevî ve mesajlarına sahip çıktığını da açıklar;

1.  Hoca  Ahmed  Yesevî’nin  bilgi,  ufku  ve  vizyonu  çağın  egemen 

değerleriyle  çatışmaktadır.  Bu  durum  Yesevî  bilgeliğinin  gün-

lük hayata odaklanmasının nedeni olmuştur. Toplumsal hayatın 

yanlışları ve doğruları üzerindeki söz ve söylemleri onun çatışma 

alanlarını aşma denemesi olarak kabul edilebilir.

2.  Geleceğe ilişkin kaygıları vardır. Döneminin yanlış kişi ve olayla-

rının gelecekte de rol-model olabilecekleri düşüncesi onun öne 

çıkan tedirginlikleri arasında yer alır. 

O nedenledir ki, Hoca Ahmed Yesevî, hem bir çeşit erginleştirme süreci 

olan yöntemi ile hem de “hikmetleriyle” Türk topluluklarını meydana getiren 

insanların manevi vasıf dokusunu geliştirmeye yönelik önlemleri ve ilkeleri ön 

plana çıkarmayı başarmıştır. Bununla o, sert tabiat koşullarının insan üzerin-

deki olumsuz etkilerini manevi derinlikle telafi etme çabasını gütmüştür. Ona 

göre manevi vasıf dokusu gelişen bireylerden oluşan toplum ancak huzurlu, 

mutlu  ve  sağlıklı  bir  yapı  oluşturabilir.  Yine,  bu  insandır  ki  (sufî), sevgiyi, 

kardeşliği, dayanışmayı, evde-işyerinde ve toplumsal hayatta birbirlerine ta-

hammül etmeyi başarabilir. Yesevî düşüncesinin asıl toplumsal mesajı bu olsa 


662  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî

gerektir: Dünyamız ve toplumumuz XI. yy’ın derinliklerinden yankılanan ve 

daha sonra da Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Mevlana tarafından pekiştirilen ve 

sürdürülen bu sese kulak vermelidir.

Aradan geçen yüz yıllar Ahmed Yesevî’nin hem hedef kitlesi (Müslüman 

Türk dünyası) için hem de toplum düzeni konusundaki evrensel mesajlarını 

doğrulamıştır.  Özellikle “âhir zaman” imgelemi üzerinden ürettiği öngörü 

Türkiye’nin çok değil sadece yakın geçmişinde yaşadığı badirelerin sosyolojik 

nedenlerine ışık tutmaktadır. Kendi kişisel kapris ve ihtiraslarına gömülmüş 

olan Müslümanların din adına ortaya çıkan, - Yesevî’nin diliyle- “şeyhim diye 

mihrap içre oturan…”, “beline kuşak bağlayıp özünü adam sanan”,  “hây u 

hu  deyip  sermest  olan”  ama  olanca  “himmetleri”  dünya  malı  yığmak  olan 

“nâdanlar”ın 15 Temmuz 2016’da Türkiye’ye nelere mal olduğuna tanık ol-

duk.  Ama  Ahmed  Yesevî  bu  himmet  müptezellerini  yüzyıllar  öncesinden 

ölümsüz hikmetlerinde görüyor ve haber veriyor.



KAYNAKÇA

Ahmed-i Yesevî, Divan-ı Hikmet/Seçmeler, Haz. Kemal Eraslan, Ankara, Kültür Ba-

kanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser/98, 1991.

Barkan, Ömer Lütfi, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, Sayı: II, Istan-

bul, 1974.

Çubukçu, I. Agah, Türk Düşüncesinde Felsefe Hareketleri, Ankara, 1986, s.247.

Bice, Hayati, “Hazret-i Türkistan: Hoca Ahmed Yesevî”, Hoca Ahmed Yesevî/Divan-ı 

Hikmet, Ankara, Diyanet Vakfı Yayınları, 2015, S. 9-60.

Bilhan, Saffet, Bilgin Türk Hükümdarlar Devletinde Eğitim-Bilim-Sanat, Ankara, 1988. 

Doğan,  Ismail  “Hoca  Ahmed  Yesevî’ye  Armağan  Nedeniyle”,  Ankara  Üniversitesi 

Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 1995, C.26, S. 1, s. 9-14. 

Doğan, Ismail, “Hoca Ahmed Yesevî Düşüncesinde Ortaya Çıkan Toplumsal Me-

sajlar”, Değişen Türkiye’de Bilim ve Kültür, Ankara, Imaj Yayıncılık, 1997, s. 354-369.

Doğan, Ismail, “Hoca Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet ve Çocuk”, Akıllı Küçük, Is-

tanbul, Sistem Yayıncılık, 2000 Içinde, s.16-20.

Doğan, Ismail. “Hoca Ahmed Yesevî ve Divân-ı Hikmet”, Türk Eğitim Tarihin Ana 



Evreleri,  Ankara, Nobel Yayınevi, 2012, 2. Basım, s. 40-54.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden Seçmeler, Çev. Atsız, Istanbul, 1971.

Günay, Umay, “Ahmed Yesevî’den Hareketle Yazılı Kültürün Sözlü Kültüre Etkisi 

Konusunda Tespitler”, Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara 1992.


Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 663


Hoca Ahmed Yesevî/Divan-ı Hikmet, Haz. Hayati Bice, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı 

Yayınları, 2015.

Isen, Mustafa, “Orta Asya Türk Edebi Dili’nin Anadolu Türk Edebi Diline Etkisi ve 

Ahmed Yesevî”, Ahmed Yesevî Sempozyumu, Taşkent, 30.10.1993.

Kanad, Halil Fikred,  Pedagoji Tarihi, Istanbul, 1963, C.I.

Köprülü, Fuat, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, 1976, 3. Baskı; Gerekli 

Sadeleştirmeler Ve Bazı Notlara Ilavelerle Yayımlayan, Dr. Orhan Fuat Köprülü.

Muhammedrahim Carmuhammed-Ulı, “Hoca Ahmed Yesevî’nin Hayatı Hakkında 

Yeni Deliller Ve O’nun Bilinmeyen “Risale” Adlı Eserinin Ilmî Değeri”, Milletlerarası 

Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1991.


Yesevî’den Yunus’a “Odun Taşıma” Geleneği

(Türkistan’dan Anadolu’ya 

 Odun Taşıma Geleneği ile İlgili Efsanelerin Tahlili)

İsmail TAŞ*

Giriş

Hacı Bektaş Velî’nin “Vilayetname” adlı eserindeki ya da Yesevîlik gelene-

ği içerisinde oluşan birtakım mistik efsaneleri anlamanın yollarından biri, bu 

tür efsaneleri oluşturan toplulukların yaşam ve düşünce biçimlerini bilmek-

tir. Yesevî geleneği söz konusu olduğunda ise bu efsanelerin peyda olduğu 

toplulukların yaşam ve düşünce biçimlerinin yelpazesinin çok geniş olduğu-

nu görmekteyiz. Bu efsanelerde mevcut olan kompleks unsurların, yerleşik 

hayattan göçebeliğe kadar uzanan geniş bir alanda birbirine tedahül ettiğini 

görüyoruz. Bu nedenle bu efsaneleri üreten toplumların düşünce yapılarını ve 

yaşam biçimlerini kavramaya çalışmak önem arz etmektedir. 

Farklı bir çalışmamızda işaret etmiş olduğumuz gibi Türk dinî düşünce-

si, Türk düşüncesinin önemli karakteristiklerinden biridir. Bu anlamda dinî/

mistik  hikâyeler  kolektif  Türk  düşüncesinin  önemli  unsurlarındandır.  Bu 

hikâyelerin mitolojik bir okumaya tabi tutulması, Türk dünyasındaki din al-

gılarını  anlamak  bakımından  oldukça  önemlidir.  Zira  bu  hikâyeler  dikkatle 

incelendiğinde hakikat ile hayalin, gerçek ile mecazın, madde ile mananın, 

siyasal olan ile kamusalın, iktisadi olan ile dinî olanın birbirine tedahül ettiği 

görülecektir.

1

 

Şifahi  kültürün  önemli  taşıyıcılarından  biri  olan  hikâyeler  ve  destanlar, 



yaşam tarzı ve düşünce biçimlerinden bağımsız değillerdir. Tarihte uzun bir 

dönem, Türk halklarının yaşam tarzlarının göçebeliğe dayandığı iyi bilinen 

1

   Bk. Ismail Taş,  “Dinî /Mistik Efsaneleri Türk Din Algısı Bakımından Okumak”, Uluslararası 



Türk Dünyasında Din Anlayışları Sempozyumu 4-6 Kasım 2010 Bildiriler, Isparta 2011, ss. 

227-241.


Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 665


hususlardandır.  O  hâlde  bu  tür  toplulukların  iktisadi  ve  siyasi  olarak  nasıl 

örgütlendiklerini  bilmek  ayrı  bir  önem  taşır.  Barthold,  Göktürklerle  ilişkili 

olarak bu hususu şu şekilde dile getirmektedir: “Normal hayat tabii şartlar 

içinde sürdüğü sürece, göçebe kavim siyasi birliğe ihtiyaç duymuyor. Kavmin 

her  ferdi,  kendisinin  güvenliğini  sağlayacak  idareyi  aşiret  usulü  şartlarında 

görüyor.  Yani  cemiyet  oluşumunun  bu  devresinde  kamu  düzeninin  sağlan-

masını  ve  sürmesini  hedef  edinen  zor  kullanma  ve  belirli  kanunlara  sahip 

bir  hakim  kuvvetine  ihtiyaç  görmüyor  ve  belirli  bir  yönetim  tarzı  oluştur-

mayarak, antlaşmalar yapmayarak sadece aşiretler arasında geçerli olan iliş-

kilerin belirlediği örfe göre kendini yönetiyor. Devlet kuvvetinin temsilcileri 

olan hanlar, bazen imkan bulundukça bütün kavmi veyahut birkaç kavmi bir 

yönetim altında birleştirebiliyordu. Fakat bu olağanüstü şartlarda olabiliyor-

du. Böyle zamanlarda hanlar hükümeti kendiliklerinden ellerine alıyorlardı. 

Bunlar hiç kimse tarafından tayin edilmedikleri gibi hiçbir kimse tarafından 

da seçilmiyorlardı. Kavim ya da kavimler bu emri vakiyi direnmeden kabul 

ediyor  veyahut  ekseriya  uzun  müddet  karşı  çıktıktan  sonra  kabule  mecbur 

kalıyordu. Hatta hanın kendi idaresinde kendi kavminin birliği de uzun süren 

kanlı muharebeler neticesinde meydana gelebiliyordu. Halbuki hanın idaresi 

altında bu gibi kabilelerin birlikte zirai ve medeni ülkelere yaptıkları hücum-

larda daha az kan dökülüyordu. Bu hücum ve savaş neticesinde ele geçen harp 

ganimetleri, bu yeni oluşan hanlığın hakim kuvvetlerini birbiriyle ısındırmak-

ta esas oluyordu.

2

Bu  anlamda  belki  de  Göktürklerden  daha  önce  benzer  yaşam  tarzının 



varlığını Hunlardan başlatmak gerekir. Hunların da toplumsal ve siyasal ör-

gütlenmelerinin kavimler konfederasyonu şeklinde olduğu bilinmektedir. Öz 

olarak söylemek gerekirse, en büyük birlikteliklerin temelinde kabileler bu-

lunmaktadır. 

IX. yüzyıldan itibaren gerek Iran kültürünün etkisi ve gerekse Budist ya 

da  Maniheist  Türk  dinî  inançlarının  etkisiyle  olsun,  Türklerin  Islam’ı  irfa-

ni-mistik kodlar aracılığıyla tercih etmeleri, tekkelerdeki mistik din algısına 

ve hiyerarşik olarak bir pir etrafında örgütlenmelerine daha kolay bir şekil-

de  adapte  olmalarını  sağlamıştır.  Özellikle  siyasi,  iktisadi  ve  toplumsal  ba-

kımdan  tekkelerin  bir  pir  etrafında  örgütlenmeleri  ile  Islam  öncesi,  yiğitli-

ğin  timsali olan alplik  anlayışıyla, Islam mistiklerin de manevi olgunluğun 

 V. V. Barhold, Orta Asya Türk Tarihi, Çev. Hüseyin Dağ, Divan Y., Ankara 2011, S.16-17.



666  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî

timsali olan erenliğin, “alperenlik” şeklinde bütünleşmesi bu kaynaşmanın 

çok güzel bir örneğidir. Ek olarak  kabileci dünya görüşünün düşünce biçimi 

olan destansı dünya görüşüyle, 11. ve 12. yüzyıllarda tasavvufun popüler hâle 

gelmesiyle rasyonel dinî düşünceden ziyade muhayyelata dayalı din algısının 

birbirini desteklemesi, Islam’la eski dini inançlar ve kültlerin kaynaşmasını 

sağlamıştır. 

Tasavvufun sübjektif, tarifi mümkün olmayan ve olağanüstü bir biçimde 

şahsi tecrübenin sosyal hayat için bir temel olması, Hodgson’un ifade ettiği 

gibi bir çelişki olarak değerlendirilebilir. Alabildiğine şahsi ve deruni bir din-

darlık biçimi nasıl bu kadar popüler olabilir? Hodgson’a göre bunun kısmi ce-

vabı, eski dinî geleneklerdeki tabii ve şahıs kültlerinin inanca dönüşmesiydi. 

Eski dinî geleneklerin azizleri ve hatta önemsiz tanrıları, bu durumda tekrar 

ortaya çıkmaktaydı.

3

   



Şeyhler, tekkeler, müritler çerçevesinden aktarılagelen birtakım olağanüs-

tü hadiselerin ya da söz konusu kimselerle ilgili sıradan hadiselerin mitsel bir 

takım  formlara  bürünerek  halk  arasında  yaşama  imkânı  bulmasının  birçok 

nedenleri üzerinde durulabilir. Doğrusu bu metinler, çok farklı açılardan oku-

nabilecek imkânlara da sahiptir. Biz bu metinlerin sadece bir tanesini tercih 

ederek onu anlamaya çalışacağız. 

Her  şeyden  önce  üzerinde  duracağımız  metin  nedir,  onu  ifade  edelim. 

Metnimizin bir efsane olduğunu hemen ifade edelim. Üzerinde duracağımız 

efsane, arkaik olarak Orta Asya’dan başlayıp, aynı gelenek içinde Anadolu’ya 

kadar uzanır. Efsane herkesin bildiği bir efsanedir; tekkeye odun taşımakla 

ilgilidir. Hikâyenin Orta Asya tarafında Süleyman Hakîm Ata Yesevî’ye, Yunus 

Emre de Taptuk Emre’ye hizmet kılmak için odun taşır. Esas itibarıyla seçmiş 

olduğumuz bu hikâye sembolik bir değer ifade etmektedir; yoksa menkıbe 

eserleri, hedeflemiş olduğumuz tartışmalar için türdeş birçok efsaneler ba-

rındırmaktadır. Bizim buradaki amacımız, Ahmet Yesevi’den başlayıp Yunus 

Emre üzerinden anlatılan bir efsane örnekleminden hareketle, Islam toplumu 

ve düşüncesi içerisinde kendine özgün bir karakteristik yapı ve fonksiyon ifa-

de eden tekke müessesesinin siyasi, iktisadi ve teolojik varlığını sorgulayarak 

onu anlamaya çalışmaktır.

Hikâyelerin metinlerini vermeden önce şunu ifade etmeliyiz ki bize göre 

söz konusu hikâyeler birbirinden farklı iki hikâye değildir. Bunlar bize göre 

3

   Bk. M. Hodgson, Islam’ın Serüveni, II/222-225.



Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 667


XII. ve XIII. yüzyıllarda birisi Türkistan’da, diğeri Anadolu’da yaşayan iki gü-

zide sufinin yaşamıyla ilgili olup tarihsel olarak farklı tedahüllerle birlikte tek 

bir hikâyenin farklı aktarımlarıdır. Dahası bu hikâye, kurucu düşünce olarak 

yukarıda ifade etmiş olduğumuz kabileci yaşam tarzıyla birlikte, destansı dü-

şüncenin epistemolojik kaynağı olan muhayyile aracılığıyla koskoca bir tekke 

kurumunu adeta özlü bir şekilde aktarmaktadır. 

Hikâyenin önce arkaik olanını, daha sonra Anadolu’daki güncellenmiş hâ-

liyle anlatılanını aktaralım. Ali Şir Nevâî, söz konusu hikâyeyi oldukça muh-

tasar olarak verir. Yesevî ve Süleyman Hakîm Ata (Şeyh-Mürid) ikilisine bağlı 

olarak anlatılan hikâye şudur



“Süleyman  Hace,    Ahmed-i  Yesevî’nin  (kuddisesırrıhu)  mürididir.  Alir-şir 

Nevâyî’nin bildirdiğine göre, bir gün Hace Ahmed Yesevî, bir toy (yemek: ta-

bhî) emrettiğinde aşçı odun yetmeyecek diye gelmiş, o da ashaba ovadan odun 

toplayıp gelin demişler. O zaman da yağmur yağıyormuş. Ashaptan odun topla-

yıp getiren kimselerin odunları yağan yağmurdan dolayı işe yaramaz olmuştur. 

Hakim  Ata  ise  getirdiği  odunları  elbiselerine  sardığından  dolayı  kuru  olarak 

getirmiştir. Bundan dolayı Hace Hazretleri demiştir ki, “ey ferzend  hâkimâne 

bir iş kıldın. Bu lakap ona bu zamandan kalmadır. Ve Hakîm Ata’ya hikmet dili 

verilmiş olup, onun fevâyidi/ hikmetleri Türkler arasında meşhurdur. Aşağıdaki 

dörtlük bu cümledendir:

Tiki turgan bütedür,

Barganlarnı yutadur.

Barganlar kilmes boldı,

Meğer menzil andadur.

4

“Odun toplama” geleneğinin en arkaik unsurlarını barındıran ve Süleyman 

Hakim Ata ile ilgili olan efsane, daha bütüncül bir şekilde Süleyman Hakim 

Ata’nın “Bakırgan Kitabı” adlı eserde bulunmaktadır: Günlerden bir gün Hızır, 



Hace Ahmed Yesevî’nin evine misafir oldular. Hâce Ahmed Yesevî mektep çocuklarına 

buyurdular: “Kıra gidin, odun alıp gelin, yemek pişirelim!.” Bütün çocuklar koşarak 

yazıya odun toplamaya gittiler. Odun alıp gelirken, gökten bir kara bulut peyda oldu, 

yağmur yağıp, seller olup bütün çocukların odunları ıslandı. Bu durumda Süleyman, 

4

  Ali-şir  Nevâyî,  Nesâyimü’l  mahabbe  min  Şemâyimi’l  fütüvve,  haz.  Kemal  Eraslan,  Ankara 



1996, S. 384.

668  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî



giysisini çıkarıp odununa sararak kendisi çıplak olup geldi. “Bütün çocukların odun-

larını alıp gelip ateşe yakalım dediler.” O çocukların odunları yanmadı. Bu durumda 

Süleyman’ın odununu getirince hemen yandı. Süleyman’ın odunlarının ateşiyle bütün 

çocukların ıslak olan odunları da yandı. Yemek pişirmekle meşgul oldular. Bu durumu 

Hızır  Ata  görüp:  “Bütün  çocukların  odunları  ıslandı  yanmadı,  Süleyman’ın  odunu 

çabucak yandı, Onun tuturuğu ile bütün çocukların odunu da yandı. Bu ne sırdır, diye 

Süleyman’dan sordular: Süleyman tevazu gösterdi ve “yolda gelirken, yağmur yağar-

ken, elbisemi çıkarıp odunuma sardım, kendim çıplak olup geldim; o sebepten odunum 

kurudur, diye cevap verdi.” Hızır Ata çok takdir ettiler. “Hoş hâkimane iş yapmıştır, 

bunun adı Hâkim Süleyman olsun!” deyip  Hâkimlik ad verdiler ve nefes de üflediler. 

Hâce Ahmed Yesevî mutlu oldular. Süleyman’a kutlu nefes ile kutlu ad verdiler, “Mü-

barek olsun ve karşılığını verdi.” Deyince, Hızır, nefesle tükürük bıraktı. Süleyman’ın 

içi bu durumda feyiz ve  nur ile doldu. Hızr, “şimdi durma, mananın sırlarını göster!” 

diyerek izin verdi. Hâkim Hâce’nin mananın sırlarını (göstermek için), ağzını açıp ilk 

önce söylediği hikmet budur. Kaynağımız bundan sonra Süleyman Hakim Ata’ya 

ait hikmetleri sıralar. 

5

Yunus’un kahramanı olduğu şekliyle de hikâye şu şekildedir: Sevrihisar’ın 



güneyinde Sarıgök derler, bir köy vardı. O köyde doğmuş, Yunus Emre adlı biri var-

dı. Bu erin mezarı da gene doğduğu yere yakındır. Yunus ekicilikle geçinir, yoksul bir 

adamdı. Bir yıl kıtlık olmuştu, ekin bitmemişti. Hacı Bektaş’ın vasfını oda duymuştu. 

Gideyim, biraz bir şey isteyeyim, dedi. Bir öküze alıç yükledi, vara vara Karaöyük’e 

geldi. Hünkâra, yoksul bir adamım, ekinimden bir şey alamadım, yemişimi alın, karşı-

lığını lütfedin, ehlimle, ayalimle aşkınıza yiyeyim, dedi. Hünkâr emretti, alıcı yediler. 

Bir iki gün sonra Yunus memleketine dönmeyi kararlaştırdı. Hünkâr, bir derviş gönder-

di, sorun dedi, buğday mı verelim, nefes mi? Yunus’a sordular, ben nefesi ne yapayım, 

bana buğday gerek dedi. Hünkâra bildirdiler. Buyurdu ki, her alıcın çekirdeği başına 

on nefes verelim. Yunus’a bunu söylediler. Ehlim var, ayalim var, bana buğday gerek 

dedi.  Bunun  üzerine  öküzüne  buğday  yüklediler,  yola  düştü.  Fakat  köyün  aşağısına 

gelince, hamamın öte yanındaki yokuşu çıkar çıkmaz, ne olmayacak iş ettim ben dedi, 

vilayet erine vardım, bana nasip sundu, her alıcın çekirdeği başına on nefes verdi, kabul 

etmedim. Verilen buğday birkaç gün yenir biter. Bu yüzden o nasiplerden mahrum kal-

dım, döneyim, tekrar varayım, belki gene himmet eder. Bu fikirle dönüp tekrar tekkeye 

5

  Münevver Tekcan, Hakim Ata Kitabı, Beşir Kitabevi, Istanbul 2007, S. 83-84; Abdurrahman 



Güzel, Süleyman Hakim Ata’nın Bakırgan Kitabı Üzerine Bir Inceleme, Öncü Kitap Y. Ankara 

2008, S. 69-71.



Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 669


geldi. Buğdayı indirdi, erenler dedi, bana himmet ettiği nasibi verin, buğday gerekmez 

bana. Halifeler gidip Hünkâr’a bildirdiler, Hünkâr, o iş bundan böyle olmaz, o kilidin 

anahtarını  Taptuk  Emre’ye  sunduk,  ona  gitsin,  nasibini  ondan  alsın  dedi.  Halifeler 

Hünkâr’ın sözünü Yunus Emre’ye bildirdiler. O da Taptuk Emre’ye gitti, Hünkâr’ın 

selamını söyledi, olanı biteni anlattı. Tapduk; selamı aldı, sefa getirdin, kademler getir-

din, halin bize malum oldu, hizmet et, emek ver, nasibini al dedi.

Yunus, Taptuk Emre’nin tekkesine odun çeker, arkasıyla getirirdi. Yaş ağaç kesmez, 

eğri odun getirmezdi. Kırk yıl hizmet etti. Günün birinde Taptuk Emre’ye neşe geldi, 

hallendi. Meclisinde Yunus-ı Gûyende adlı bir şair vardı, ona söyle dedi. O, mırın kı-

rın etti, söylemedi. Taptuk, Yunus dedi, sohbet et şevkimiz var, işitelim. Yunus gene 

söylemedi. Bu sefer Taptuk Yunus Emre’ye döndü: Hünkâr’ın nefesi yerine geldi, vakti 

tamam oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini verdik, hadi söyle dedi. Hemen Yunus 

Emre’nin gözünden perde kalktı, söylemeye başladı, söylediği nefesler büyük bir divan 

oldu.

6

Hikâyelere yüzeysel olarak bakıldığında bile birçok ortak bağlantılar kur-



maya uygun unsurlar içermektedir. Bunlara kabaca şu şekilce işaret edebiliriz: 

Hikâyede bir iş ve görev icrası söz konusudur. Görev bir mürşide hizmet gibi 

görünmekle birlikte, müşterek bir yaşamın idamesi için bir iş bölümünü anış-

tırmaktadır. Zira tekkenin oduna gereksinimi vardır ve bu gereksinim, birileri 

tarafından giderilmelidir ya da karşılanmalıdır. Yapılan hizmet de daha çok 

tekke  müessesesinde  mutfak  bölümüne  ait  görünmektedir.  Hikâyenin  her 

ikisinde de kahramanlar, dergâh geleneklerine göre müptedi durumdadırlar, 

dolayısıyla  henüz  eğitilmeleri  gereken  bir  durumda  olup  eğitim  araçları  da 

mutfağa odun taşımaktır. Doğal olarak odunların kuru olmaları önem arz et-

mektedir. Süleyman bunu, yağan yağmurdan odunları üzerindeki elbiselerine 

sararak göstermekte, Yunus da yaş odunları kesmeyip kuru odunları keserek 

göstermektedir. Her iki hikâyede de söz konusu belirli bir eğitimden sonra 

kendilerine  verilen  bir  esinle,  her  iki  kahraman  da  “hikmetler”  söylemeye 

başlarlar. Özellikle her iki dervişte de hikmet söylemenin ortaklığı, dergâh-

lardaki farklı bir ruh hâline işaret etmek bakımından oldukça önemlidir. Zira 

her ne kadar bu yapılar dinî-mistik görünümlü yapılar olsalar da kurumsallaş-

maları dikkate alındığında cami ve mescitlerin hemen yanı başında inşa edil-

meleri, onların hem mescide yani ibadete yakınlıklarına ve hem de din algıları 

6

   Vilâyetnâme Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, Hazırlayan: Abdülbâki Gölpınarlı, Inkılâp 



Kitabevi, Istanbul 1958, S. 48-49.

670  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî

bakımından resmî din algılarından farklılaştıklarına ve belirli bir gruba has 

din algılarının oluştuğuna delalet eder.  Diğer bir açıdan da camilerdeki iba-

detlerin evvel emirden beri bir derece siyasi otorite ile bağlantılı olduklarını 

dikkate aldığımızda, mescitlere göre tekkelerin başından beri fevkalade özel 

kuruluşlar daha iyi anlaşılacaktır. Dahası tekkeler, bir emir tarafından özel ba-

ğışlar yapıldığında bile, bu özerk hâllerini devam ettirmişlerdir. Bu bağlamda 

tekkeler, ibadetin daha özel, şahsi tarafının odak noktası hâline geldiklerinde, 

Müslüman toplumlarının gayri siyasi sosyal biçimler içinde parçalara ayrılma-

sını hızlandırmışlardır.

7

 



Sufiler, dergâhların kurumsallaşmasıyla birlikte hem şekil hem de mana 

olarak kendilerine has bir takım ritüeller üretmişlerdir. Zikir, tekke usul ve 

ahlakı, hikmetler okumak ve sema. Işte yukarıdaki hikâyelerde ortak bir un-

sur olarak geçen “hikmetler”, tekkelerdeki ruhî coşkunluğu göstermekte olup 

bunların, şeyh-mürid ilişkisi içerisinde lütfedilen bir ilahî esinle gerçekleşti-

ğine şahit olmaktayız.

Işin doğrusu, gerçekten de Süleyman Hakîm Ata ile Yunus Emre’nin Di-

vanları,  hem  muhteva  hem  de  üslup  bakımından  oldukça  birbirine  benze-

mekte olup meşrep birliktelikleri söz konusudur.

Hikmetler bakımından hikâyenin görünen tarafı bu iken, bir de biraz daha 

dolaylı olmakla birlikte hikâyede, Islam ümmeti içerisindeki birtakım rekabet 

ve mücadelelerin bir yansımasını görmekteyiz. Islam ümmeti içindeki hâkim 

unsurların Acem, Arabî ya da mevali sınıflandırmalarının dışında Orta Çağ 

Islam toplumları, bir takım erdemler bakımından da birbiriyle mukayese edil-

miştir. Söz konusu rekabet, esas itibarıyla yabancısı olduğumuz bir rekabet 

değildir. Miladi sekizinci yüzyıldan başlayıp onuncu yüzyılda zirveye ulaşan 

ve çeşitli literatürlerde gündeme gelen bir sorundan bahsetmekteyiz. Bu tar-

tışmalarda Yunan, Arap, Çin, Iran, Türk, Kürt, Hint ve Zenci gibi unsurlar, 

bazı erdemler bakımından karşılaştırılırlar.

8

Biz burada söz konusu rekabet üzerinde duracak değiliz. Bizim dikkat çek-



mek istediğimiz husus, tekkelerde vücut bulan “hikmetler” üzerinden, Islam 

ümmeti içerisinde geçmişte vaki olan ve bugün de esas itibarıyla devam eden 

7

   M. Hodgson, Islam’ın Serüveni, II/233.



8

   Ismail Taş, Ebu Süleyman es Sicistanî ve Felsefesi, Kömen Y., Konya 2006, S.76-81.



Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 671


farklı bir mücadeleye dikkat çekmektir. Bu mücadele, aynı zamanda kolektif 

bilinçaltının en sert unsuru olan “dil” üzerinden yapılan bir rekabettir.

9

Ilk dönemlerde dil üzerinden yürütülen rekabet, Araplar ve Arapça lehine 



o  kadar  baskındır  ki  Arapçayla  herhangi  bir  dilin  rekabet  etme  şansı  nere-

deyse  söz  konusu  değildir.  Kur’an’ın  Arapça  nazil  olması  ve  anlaşılabilme-

sinin de Arapça bilgisine bağlı görülmesi, hiç şüphe yoktur ki bunda etkili 

olmuştur. Dahası ilk dönemlerdeki usul eserlerinde Kur’an’ın lafzına yapılan 

vurguyla birlikte sadece dilin lafız olarak baskınlığı değil, aynı zamanda dili 

kullananların yaşantılarının da lafza eklemlenerek dâhil edilmesi, Arap kül-

türünü, yaşamını ve insanını doğal olarak en yüksek mertebeye oturtmuştur. 

Islam  düşüncesinin  buna  bağlı  olarak  gelişmesi  ve  Islami  ilimlerin  benzer 

doğrultuda Arapçaya bağlı olarak sistem ve usullerini kurmaları, Arapçanın 

bu hâkimiyetini perçinlemiştir.

10

 Dolayısıyla Islam düşüncesinde ilmî dil, yani 



nesir dili Arapça olmuştur. 

Hikmetlerin tekkelerde üretilmesinde mistik dünya görüşünün etkili ol-

masıyla birlikte, aşağıda değineceğimiz gibi, hikmetlerin tekke çevresinde or-

taya çıkmasının, tekkelerin maddi ve manevi oluşumlarıyla doğrudan bir iliş-

kisinin olduğunu düşünüyoruz. Fiziki olarak mescitlerin hemen yanı başında 

kurulan tekkeler, mescitlerdeki ritüellerden daha bağımsız ve esnek birtakım 

açılımlara  da  imkân  sağlamıştır.  Işte  biz  tekkelerde  üretilen  hikmetleri,  bu 

açılımların bir devamı olarak değerlendiriyoruz. Tekkelerde her ne kadar din 

merkezli bir yaşam sürdürülmüş olsa da farklı din ve kültürel geçmişe sahip 

olan uluslar, orada, dâhil oldukları yeni dinleriyle eski inanç ve kültürlerini 

uzlaştırma fırsatı bulmuşlardır. Mescitlerin ve Arap dilinin kendilerine ver-

medikleri imkânı, sufiler bu anlamda tekkelerde elde etmişlerdir. Dahası bu 

kapıyı nesirle değil, ilk önce şiirle zorlamışlardır. Bunun ilk öncülüğünü de 

Farisiler  Farsça  ile  gerçekleştirmişlerdir.  Daha  sonra  da  bu  yoldan  Türkler 

devam etmişlerdir. Bu, bir din değiştirme ya da bir din tahrifi değildir. Örne-

ğin, bir sufinin Islam dinini yaşarken ulaşmış olduğu coşkunluğu, manevi bir 

9

  Bu hususta Kaşgarlı Mahmud’un Divânü Lügâti’t Türk’e yazmış olduğu mukaddime oldukça 



önemli ve anlamlıdır. Bu hususta bizim “Kaşgarlı Mahmud’un Biliçaltı” adlı makalemize ba-

kılabilir. Ismail Taş, “Kaşgarlı Mahmud’un Bilinçaltı”, Türk Islam Düşüncesi Yazılar, Kömen 

Y. Konya 2011, ss. 207-226; Ismail Taş ,  “Kaşgarlı Mahmud’un Bilinçaltı”, Doğumunun 1000. 

Yılı Dolayısıyla Uluslararası Kaşgarlı Mahmud Sempozyumu 17-19 Ekim 2008, Rize Bildiri 

Metinleri, Rize 2008, ss.507-516.

10

   Ilk usul kitabı olarak kabul edilen Şafii’nin “er Risale”si bunun güzel bir örneğidir.



672  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî

hâli kendi dilindeki hikmetlere döküvermesi, böyle bir uzlaştırmanın ürünü-

dür. Yesevî’nin, Süleyman Hakîm Ata’nın, Hacı Bektaş Velî’nin, Taptuk Emre 

ve Yunus’un Türkçe olarak terennüm ettikleri “hikmetler”, tekke yaşamının 

kazandırdığı edebî ürünlerdir. Dolayısıyla yukarıdaki hikâyemizde ortak bir 

unsur olarak geçen “hikmetler”, Hâkim Ata ve Yunus arasında tekke yaşa-

mındaki dünya görüşüyle birlikte, kolektif düşüncenin köklerine dönüşüyle 

de ilişkili görünmektedir. Bu yönüyle tekkeler, Islam içerisinde halk dindarlı-

ğının gelişmesine oldukça katkıda bulunmuş görünmektedir.

   

Benzerliklerle birlikte hikâyelerin birbirinden farklılaşmış unsurlar içerdi-



ğini de görmekteyiz. Bunlar:

Hikâyenin arkaik olanı ile Anadolu’da güncellenmiş olanı arasında, kaba-

ca bakıldığında, bir fark görünmemekle birlikte, hikâyenin unsurları dikkatle 

gözden geçirildiğinde hikâye kahramanlarının hem maddi hem de ruhi ola-

rak bir takım farklı değişim süreçlerini geçirdikleri anlaşılacaktır. Her şeyden 

önce benzer hikâyelerin inanç ve ideolojik referanslarında bir takım “sapma-

lar”  meydana  gelmiştir.  Hikâyenin  arkaik  olanı,  daha  kadim  köklere  sahip 

olup hikâyeyi yönlendiren ve kuran inanç ve ideolojik yapı, Mecusilik ya da 

geleneksel Iran ve Türk inançlarının izlerini sürebileceğimiz bir görüntü arz 

etmektedir. Nedir bu görüntüyü sağlayan unsurlar?

Her ne kadar hikâyede toplanan odunların kuru olmaları önem arz ediyor 

olsa da bu hususta iki hikâye vurgu bakımından birbirinden farklıdır. Arka-

ik olan hikâyede, odunun ıslanmaması için çok daha özel bir gayret vardır. 

Hikâyede bunun öne çıkarılması için çerçeveye “iklim/yağmur” unsurunun 

dâhil edildiğini görüyoruz. Odunların ıslanmaması için Süleyman Hakim Ata, 

kendisi ıslanma pahasına, topladığı odunları elbiselerine sarmıştır. Buradan 

çıkarılması gereken anlam, her hâlükârda odunlar ıslanmamalıdır.  Bu anla-

yış, müridin şeyhe olan itaatine vurgu olarak değerlendirilebileceği gibi Islam 

öncesi Iran ve Türk inanç sistemlerindeki sönmemesi gereken ateş kültünü 

de akla getirmektedir.

Hikâyenin arkaik olan tarafında durum bu iken Anadolu sahasında hikâye 

daha dinî ve ahlaki bir renge bürünmüştür. Süleyman Hakim Ata’da önemli 

olan, odunun yanması için gerekli olan kuruluğa, yani odunun yanabilecek bir 

nitelikte olmasına vurgu yapılırken hikâyedeki “odun” figürü, Yunus’un dilin-

de ana kökeninden bir sapmaya uğramış, daha ziyade doğruluk ve dürüstlüğü 


Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 673


ifade  eden  bir  metafor  olarak  kullanılmaya  başlamıştır.  Doğrusu  odunların 

eğri büğrü olması, ateşte yanmak için daha elverişli iken Yunus’un topladığı 

odunlar dümdüz hâle gelmiştir.  

Daha arkaik olan hikâyenin kurucu ideolojisi, Türklerin Islam öncesi dün-

ya görüşüne daha yakın durmaktadır. Elbette hikâyenin dış görünüşü, tekke-

lerdeki bir iş bölümünü ve işleyişini işaret etmektedir fakat bunu dile geti-

rirken seçilen unsurlarda yapılan tercihler ise bilinçaltını oluşturan unsurlara 

bir gönderme olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda “ateş” unsurunun Mecu-

siliğe bir referans olarak değerlendirilmesi, uçuk bir yorum değildir. Inanç ve 

ideolojik dünya görüşünün ifade biçimi ise her hâlükârda sönmemesi gereken 

ateş unsuruna yapılan vurgudur. Bunun hem seküler hem de dinî bir anlamı 

vardır.  Ateş,  tekkedeki  birliktelik  için  çok  önemli  bir  unsurdur.  Bu  anlam-

da ateşin kutsanması kadar doğal bir şey yoktur; zira insan yaşamında ateş, 

çok büyük bir değişim yaratmıştır. Ateşin insan yaşamında kutsanması, onun 

daha çok maddi anlam ve öneminden kaynaklanmış olmalıdır.

Hikâyenin Anadolu sahasında yapı ve unsurların aynı olmasına rağmen, 

bu yapıyı kuran ve yönlendiren kurucu irade ve ideolojik dünya görüşünde 

“sapmalar” olduğu açıktır. Bu o kadar açıktır ki Anadolu sahasında gerçek-

leştiği anlaşılan hikâyedeki değişiklikler, henüz hikâyenin ana yapısında daha 

arkaik  olanı  kadar  yeknesaklık  sağlayamamış  görünmektedir.  Hikâyede  Yu-

nus, Hakim Ata gibi, aynı amaçla tekkeye odun taşımaktadır. Ancak Hakim 

Ata’nın elinde ıslanmaması gereken odunların, Yunus’un elinde düzgünlük-

leriyle öne çıktığı görülmektedir. Odunların toplanmasındaki amaç bakımın-

dan bu durum değerlendirildiğinde, toplanan odunların düzgün olmalarının 

ateşi tutuşturmak ya da ateşte yanması bakımından bir anlam ifade etmediği 

gayet  açıktır.  O  hâlde  aynı  unsurlar  kullanılmaya  devam  etmesine  rağmen 

hikâyede değişen ne olmuştur? Her şeyden önce hikâyenin, birkaç asırlık Is-

lamlaşma  sürecindeki  değişimin  kaderine  ortak  olduğunu  tespit  edebiliriz. 

Hikâye, realist bir üsluba sahip iken Anadolu sahasında metaforik bir kılığa 

bürünmüştür. Hikâyede daha çok ahlaki bir erdem olan dürüstlük öne çıkma-

ya başlamıştır. Yunus’un topladığı odun, artık Islam’ın “sırat-ı müstekîm”ini 

ifade etmektedir. Dolayısıyla Anadolu sahasında, hikâyenin kurucu iradesinin 

ve ideolojisinin daha baskın bir şekilde Islamlaştığını ifade edebiliriz.

Buradan hareketle aynı yapıların ve birlikteliklerin farklı inançlara ve ide-

olojilere hizmet eden kurumlar olabileceğini söyleyebiliriz. Biz burada sadece 


674  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî

hikâyenin  kadim  bağlantılarına  ve  bu  bağlantıların  belirli  bir  zaman  dilimi 

içerisindeki inanç ve ideolojik değişim serüvenine yüzeysel olarak değinmiş 

olduk. 

Bununla  birlikte  bizim  asıl  amacımız,  bu  kurumların  Islami  dönemdeki 



iktisadi, siyasi ve dinî bakımdan oluşumunu sorgulamak ve anlamaya çalış-

maktır. Bu bağlamda biz yine hikâyemiz vasıtasıyla sorgulamamızı devam et-

tirmek istiyoruz. Yukarıdaki amaçlarımızı da gözeterek hikâyemize çok basit 

ve sıradan bir takım sorular yöneltmek istiyoruz.

Dinî/ruhani bir görüntü arz eden kimselerin/mürşit, şeyh ya da derviş-

lerin liderleri oldukları bu yapılar nasıl bir yapıdır? Bu yapılarda neler yapıl-

maktadır. Bu birliktelikler neden oluşmuştur; bu yapıların oluşumunu sağla-

yan irade ya da ideolojik, ekonomik, dinî, insani saikler nelerdir?

Bu tarz sorulara cevap ararken yine şu şekilde bir soru sorarak başlayabi-

liriz: Hakim Ata ve Yunus’un böyle bir kurumda işi nedir? Neden böyle bir 

müesseseye katkı sağlamaktadırlar? Belki ilk oluşum süreçlerinde değil ama 

kısa bir zaman diliminde büyük toplumsal yapılara dönüşen tekke/dergâh/

Hankâh vb. neler oldu da yüzlerce insanın geceli gündüzlü birlikte yaşadığı 

kurumlara dönüştü? Tekkelerin oluşumunu sadece tasavvufi dünya görüşüne 

bağlı kalarak ya da salt tanrıya yaklaşma amacında olan insanların müşterek 

gaye ve istikamet doğrultusunda yarattıkları müesseseler olarak izah etmek 

mümkün  müdür  yoksa  daha  kompleks  ve  anlaşılması  güç  bir  takım  insani 

sorunlar  çerçevesinde  bir  takım  izahlar  mı  denememiz  gerekmektedir?  Di-

ğer  bir  ifadeyle  bu  yapıları  anlamaya  çalışırken  antropolojik  verileri,  insan 

psikolojisini, duygu ve düşüncelerini, toplumsal şartları ve bütün bu duygu 

ve düşüncelerin görünürlük kazandığı tarihî vasıtaları mı dikkate almalıyız? 

Cevap elbette olumlu olmalıdır. Nitekim hikâyenin Anadolu’da aldığı suret, 

bu konuda bize oldukça ışık tutmakta, yol göstermektedir. Yukarıda alıntı-

ladığımız hikâyeyi özellikle kapsamlı olarak bir bütünlük içerisinde verdik. 

Hikâyenin başlangıcı, yani Yunus’u dergâha yönlendiren sebep, bir Tanrı ara-

yışı ya da herhangi bir dinî sorun ya da bu sorunu çözme gayesi falan değildir. 

Bu bağlamda tekke/zaviye/dergâh yapılarını dinî yapılar olarak indirgemeci 

bir yaklaşımla izah etme şansımızın olmadığı açıktır.

Zira  böyle  bir  yaklaşımla  şu  şekildeki  basit  bir  soruyu  dahi  cevaplandı-

ramayacağımız gayet açıktır: Eğer bu yapılar sadece dinî saiklerle ortaya çı-

kan ve doğan yapılar idiyse bu yapılar, ortaya çıkmak için neden belirli bir 


Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 675


dönemin  geçmesini  beklemiştir?  Acaba  bu  kompleks  yapıların  arkasındaki 

ruhun,  Islam’ın  ilk  yıllarında  Hz.  Peygamber’in  mescit  etrafında  maddi  ve 

manevi olarak bakımlarıyla ve yetişmeleriyle özel olarak ilgilendiği “ashab-ı 

suffe”deki nebevî bir ruhu mu aramalıyız yoksa bunların bir anakronizm ol-

duğunu teslim etmeli miyiz?

Hiç şüphe yok ki hem tekke hem de zaviyeler, mistik dünya görüşünün bir 

ürünüdür. Bu bağlamda burada belki şunu eklemeliyiz: bu oluşumlar söz ko-

nusu dünya görüşlerinin kurumsallaşmalarıyla ilişkilidir. Her kurumsallaşma 

da belirli bir çağda, belirli bir dönemde ve kendi imkânları çerçevesinde şe-

killenir, varlık kazanır. Tekke ve zaviyeler, bu anlamda herhangi bir müessese 

değildir. Müessese olarak bakıldığında bir beden görüntüsü arz etseler de bu 

bedenin varlığa gelmesine neden olan ve onu sevk ve idare eden bir ruhun 

varlığı da muhakkaktır. Bu bağlamda tekke ve zaviyeleri var eden ve yöneten 

asli ruhun tasavvufi dünya görüşü olduğu varsayımından hareket ettiğimizi 

ifade etmeliyiz.

Bu ruhun kendini ifade ettiği yapıyla arasındaki ilişkiyi nasıl ortaya ko-

yabiliriz?  Sorun  zannedildiği  kadar  kolay  değildir  zira  bedeni  oluşturan  et-

kenlerin, yapıları oluşturan ruh olduğu, hâkim kanaat olarak ifade edilse de 

kurumsallaşma  bütün  işlevleriyle  birlikte  hâkim  olduğunda  aynı  zamanda 

kendi  ruhunu  da  şekillendirmekte  ve  sınırlandırmaktadır.  Dolayısıyla  ku-

rumsallaşmaları  meydana  getiren  bu  ikili  yapı  arasındaki  ilişkiyi  anlamaya 

çalışmak, birçok insani duyguların ve ahvalin dikkate alınmasını elzem hâle 

getirmektedir.

Konuyu biraz daha açmak maksadıyla, Yunus’un, Taptuk’un dergâhına ilk 

olarak gelişini dile getiren kısmıyla ilgilenebiliriz. 

Metnin bu kısmı, tekke ve zaviyelerin kurumsallaşmasını anlamak bakı-

mından önemli görünüyor. Yunus, tekkeye neden bağlanmıştı? Hikâyeye göre 

Yunus’un Hacı Bektaş’ın dergâhına gitme sebebi, daha iyi bir kul olmak ya 

da iyi bir sufi olarak yetiştirmek falan değildir. Zavallı Yunus, kıtlığın başına 

getirdiklerinden hem kendini hem de aile efradını kurtarmak istemektedir.  

Bu amaçla yanına biraz yemiş alır, Hacı Bektaş’a gider. Çünkü onun vasfını 

duymuştur; yemişini ona verecek, karşılığını da biraz fazlasıyla alıp köyüne 

geri dönecektir. Hikâye malum. Burada hikâyenin bize hem Yunus hakkında 

hem  de  Hacı  Bektaş  hakkında  öğrettikleri  vardır.  Yunus,  Hacı  Bektaş  diye 

birini  bilmektedir.  Fakat  bilgisi  çok  derin  değildir,  söylenti  derecesindedir; 


676  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî

gerçi tekkenin velâyetle, tasavvufla ilişkili bir mekân olduğunu falan duymuş-

tur  ama  kendi  talep  ettiklerinden  daha  kıymetli  bir  değer  olan  “himmet”i 

ölçebilecek kadar bilgi sahibi olmadığı bellidir. Bununla birlikte Hacı Bektaş 

dergâhında bir ümit vardır ve dergâh hakkındaki Yunus’un bu düşüncesi ve 

duygusu tekil bir duygu ve düşünce olmamalıdır; bu ümit, tekke ya da dergâh 

hakkında toplumda yaygınlaşmış bir genel kanaatin Yunus’taki yansımasını 

göstermektedir. 

Tekkenin halkta yansımasını bulan bu durum nedir? Anlaşılan o ki tekke-

ler halktan tamamen izole olmuş değildir. O zaman tekkeler ve tekke dışında-

kilerle arasında nasıl bir ilişki söz konusudur, bu sorun aydınlatılmalıdır. Her 

şeyden önce şunu ifade etmeliyiz ki yukarıda da işaret ettiğimiz gibi tasav-

vufun Irak’tan Horasan’a geçmesiyle birlikte XI. ve XII. yüzyıllarda bir grup 

elitin uğraştığı bir alan olmaktan çıkarak daha popüler hâle geldiğini tekrar 

ifade etmek gerekir. Bu nokta, tekkelerin aynı zamanda bir müessese olarak 

işleyişinin de  tamamlandığı  bir  döneme tekabül  eder.  Horasan’dan  Anado-

lu’ya uzanan müessese de bu müessesedir. Tekkede icra edilen tarikat, aynı 

zamanda hiyerarşik bir düzenin varlığını gerekli kılmaktadır. Bu düzen saye-

sinde tekke, kendi varlığını devam ettirebilmektedir. Bununla birlikte tekke 

yaşamı, dış dünyadan tamamen kopuk değildir; dışarıya insan kaynağı verdiği 

gibi, oradan yeni üyeler almaya da açıktırlar.

11

Hikâyenin  bu  cüzü,  tekkelerin  ekonomik  yapılanmasıyla  doğrudan  iliş-



kilidir. Tekkeler, hikâyenin daha sonraki safhalarından da öğrendiğimiz gibi 

birçok  insanın  bir  arada  yaşadıkları  bir  müessesedir.  Nitekim  Yunus,  daha 

sonra bu yapıdaki birlikteliğin bir ferdi olarak hayatını burada geçirecektir. 

Dolayısıyla  buralarda  da  gündelik  yaşam  devam  etmekte,  ve  birtakım  ya-

şamsal gereksinimlere ihtiyaç duyulmaktadır. Dahası tekkenin dışındakilerin 

ekonomik olarak yardım umabileceği kadar da iyi bir durumdadır. Hikâyenin 

yaşandığı çağ, Selçuklular dönemidir ve bu dönemde artık tasavvuf; farklı bir 

dünya görüşü, düşünce biçimi ve yaşam tarzıyla hem ruhani hem de maddi 

varlığını çoktan tamamlamıştı. Bununla birlikte tasavvufun, dünyevi mesele-

ler üzerinde daha az duran ısrarlı modeli gittikçe daha fazla hürmet kazan-

maya başlamıştır. Bu çağ, aynı zamanda popüler tasavvufun oluşum çağıdır. 

Ulemanın pek çoğundan daha önce kitleler, sufi pirleri ve ermişleri manevi 

11

    Detaylı  bilgi  için  bk.:  Ahmet  T.  Karamustafa,  Tanrı’nın  Kural  Tanımaz  Kulları,  çev.  Ruşen 



Sezer, YKY. 2007, S. 104-105.

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 677


konularda rehberleri olarak kabul etmeye başlamışlardı. Doğrusu XII. yüzyıla 

gelindiğinde tasavvuf, dinî hayatın ve hatta dinî ilmin kabul görmüş bir bö-

lümünü oluşturmuştur. Bu noktadan itibaren Islam’ın iki değişik yönü vardı. 

Birincisi; şer’i ulema tarafından belirlenen, şeriat eksenli düşünen, dış dünya 

ile ilgili, sosyal yaşayışa ait düzenlemelerle ilgili kısmı; diğeri pirlerin hima-

yesinde, kişinin içe dönük, şahsi hayatıyla ilgili mistik eksenli düşünen kısmı. 

Çoğu kez aynı dinî lider hem pir hem şeriat âlimiydi ya da en azından Islam’ın 

her iki yönüne de önem veriyordu. Müslümanlar da her iki kesimden de ya-

rarlanıyordu. Bir yönünü tercih edenler de vardı.

12

Gerçi Ebu Said Ebu’l Hayr’dan beri (X. yy.), tekkeler farklı bir kurum ola-



rak  fonksiyon  icra  etmeye  başlamış,  içerik  ve  işleyiş  belirli  bir  düzene  ka-

vuşmuştur.  Örneğin;  Kur’an’dan  başka,  beyitlerin,  gazellerin  ve  vecizelerin 

okunabilme  yolu  açılmış,  sema  ve  gazel  okuma  meclisleri  düzenlenir  hâle 

gelmiştir.  Hatta  bundan  dolayı  Ebu  Said,  fakihlerin  muhalefetiyle  karşılaş-

mış ve Gazneli Mahmut’un sarayına şikâyet edilmiştir.

13

 Bu anlamda tekke-



ler,  tasavvufun  gelişmesine  paralel  bir  gelişme  sergilemişlerdir.  X.  yüzyılın 

sonlarından  itibaren  Horasan’ın  birçok  yerlerinde  hankâhlar/tekkeler  yapı-

larak eğitim ve öğretim kurumlarından biri hâline gelmiştir. Bu kurumların 

hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri için de kendilerine vakıflar bağlanmıştır. 

Bunların en mükemmel ve en büyük örneği de Ebu Said Ebu’l Hayr’ın Nişa-

bur’daki hankâhı kabul edilir.

14

  

Tekkelerin mimari, eğitsel ve iktisadi işleyiş tarzı, söz konusu tekkelerde 



oldukça  belirginleşmeye  başlamıştır.  Ebu  Said’in  kurduğu  hankâhların  mi-

mari yapısı, birkaç bölümden meydana gelirdi. En büyük kısmını eyvan şek-

lindeki bir salon teşkil ederdi. Bu salon, toplu halde zikir, sema ve yemekli 

toplantılarda kullanılırdı. Hankâhın bir başka bölümünü de pir, müritler ve 

hizmetçiler için yapılmış zaviye ve hücre denilen odalar teşkil ederdi. Bunla-

rın dışında mutfak vs. başka bölümler de vardı. Şeyhin zaviyesi yani odası, 

onun tefekkür ve kabul yeri idi. Hizmetinde bulunan hizmetçilerden başkası 

oraya  giremezdi.  Genellikle  her  hankâhta,  şeyhle  sufiler  arasındaki  irtibatı 

sağlayan özel bir hizmetçisi olurdu. O kişi, hankâhın yönetimini ve dış iliş-

kilerini  yürütürdü.  Yiyecek  ve  diğer  ihtiyaçların  giderilmesi  ya  da  hazırlığı 

12

   M. Hodgson, Islam’ın Serüveni, II/221-222.



13

   Mürsel Öztürk, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan, Kültür Bakanlığı Y., Ankara 2001, S. 

253.

14

   Mürsel Öztürk, age.  S. 250.



678  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî

ona aitti. Özel hizmetçiden başka, hankâhın yemek, temizlik ve diğer işlerine 

bakan hizmetçiler bulunurdu.

15

Hankâhın “fütuh” denilen gelir kaynakları birileri aracılığıyla toplanırdı. 



Önemli  gelir  kaynaklarından  diğer  birisi  ise  adaklardı.  Fütuhun  veya  adak-

ların  gelmediği  zamanlar  da  olurdu.  Bu  durumda  zenginlerden  borç  alınır, 

bazen de şeyh çaresiz kalarak mecliste konuşurken orada hazır bulunanlardan 

yardım talep ederdi. Bunlardan başka hankâhın belki de en önemli gelir kay-

naklarından biri, bazı zenginlerin bütün servetlerini hankâhlara bağışlayarak 

vakfetmeleridir.

16

 Elbette tekke ve dergâhlara yapılan bağışları ve vakfetme-



leri  sadece  zenginlerle  sınırlandırmamak  gerekir.  Devlet  adamları  ve  siyasi 

otoriteler, bu hususta daha önemlidirler. 

Yine  tekkelerin  eğitim  düzeni,  Ebu  Said’in  başlatmış  olduğu  bir  yenilik 

olarak zikredilmelidir. Tekkelerde aşağı yukarı daha sonra da aynı şekilde de-

vam eden bu düzene göre, tekke sakinlerinin yapması gerekenler üç ana baş-

lıkta toplanabilir:

1.  Ilim öğrenmek veya zikir yapmak

2.  Başkalarının hizmetinde bulunmak veya başkalarına iyilik etmek,

3.  Kazanç ile meşgul olmak

Tekkelerde  tasavvuf  eğitiminin  yanı  sıra  başta  tefsir,  hadis,  fıkıh,  akaid 

ve Arapça olmak üzere çeşitli konularda dersler de verilirdi. Bazı konularda 

kitaplar yazılır ve çoğaltılırdı. Dinî mûsikîye önem verilir, şiir ve ilahiler oku-

nur, sema yapılırdı.

17

Onuncu  yüzyılda  bu  şekilde  kurumsallaşmaya  başlayan  tekkeler,  Islam 



dünyasındaki barışın, güvenliğin ve devlet otoritesinin zayıflamasıyla birlikte, 

meydana gelen kaotik ortama karşı oluşan örgütlenmelerle ilişki içine girmiş 

ve hatta onları örgütlenme bakımından oldukça etkilemiştir. Bu kurum fü-

tüvvet kurumudur. Bu kurum, daha sonra Anadolu’da Ahiliğe dönüşecektir.

18

 

Ahiliğin sosyal dayanışma ruhu sayesinde devletin hiçbir tesiri olmadan şehir 



esnafı ve halkı kendi kendini idare ediyor, en küçük bir suistimal, yolsuzluk 

ve ananeye aykırı harekete fırsat verilmiyordu.

19

15

   Mürsel Öztürk, age. S.256.



16

   Mürsel Öztürk, age. S.254.

17

   Süleyman Uludağ, “Hankah”, TDVIA, C. 16, S. 43.



18

   Bk. Mürsel Öztürk, age. S.

19

   Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi, Istanbul 1962, C. 2, S.21; Veysi Erken, Bir 



Sivil Örgütlenme Modeli Ahilik, Seba Y., Ankara 1988; S. 44-52;  Charles Lindholm, Islami 

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî 

 679


Işte Yunus’un dâhil olduğu kurum, böyle bir kurumdur. Hikâyeye göre Yu-

nus, böyle bir kurumdan yardım almaya gitmiştir. Dahası hikâyede Yunus’u 

yardım talep etmek zorunda bırakan doğal felaket, sadece kıtlık da değildir; 

Moğol  baskınlarının  bozduğu  sosyal  ve  siyasal  düzenle  bunun  neticesinde 

ortaya çıkan ahlaki çözülmeleri de dâhil etmemiz gerekir. Böyle bir ortamda 

sufilik ve onun kurumsal ifadesi olan tekke, toplumsal düzenin bir dayanağı, 

ihtiyaç sahiplerinin bir sığınağı hâline gelmiştir. 

Hikâyedeki, Yunus’un Hacı Bektaş’a geldiğinde onun himmetini değil de 

vereceği buğdayı tercih ettiğini fakat yolda yaptığı yanlışı anlayıp geri döndü-

ğünü ifade eden kısmına küçük bir müdahale etme imkânının olup olmaya-

cağını da sorgulamak gerekmektedir. Bizce Yunus, Hacı Bektaş’tan buğdayı 

aldıktan sonra yoldan geri dönmemiş olmamalıdır ve dahası bu olayın bir-

kaç kez tekrar etmiş olması da muhtemeldir. Burada hikâyenin oluşumunu 

geçmiş olaylar üzerine bir hatırlama olarak kabul edersek ve bütün hatırla-

maların yeniden bir inşa ve kurgu olduğunu dikkate alırsak durum daha iyi 

anlaşılacaktır.  Olay,  Yunus’un  yaşamından  da  sonra  ve  onun  övgüye  dayalı 

bir geçmişi dile getirdiğinden dolayı oldukça rafine edilerek anlatılır hâle gel-

miştir. Geriye dönük hatırlamalarda öne çıkan iyilikse, bu kurgular genellikle 

daha iyiye doğru, öne çıkan baskın karakter kötülükse, kurgulardaki istika-

metin  daha  kötüye  doğru  meyletmesinin  bir  neticesidir.  Hikâyenin  kurucu 

ideolojisi mistik tekke dünya görüşü olduğu için bu kurumun başı olan pir, 

“himmet” ve “nefes” vurgusuyla öne çıkarılmıştır ve böylece tekke hem ruha-

ni olarak hem de insan, insancıllık bakımından yüceltilmiştir. Hikâyede ayrıca 

Yunus gibi bir büyük ermişin dahi tekkede en aşağı bir mertebe olan “odun 

taşımak”la  işe  başlaması  dile  getirilerek  pirin  gözetiminde  bir  müptedinin 

nasıl kemâle erdiği anlatılmak istenmiştir. Bununla birlikte odun taşıma eyle-

minin tekkedeki birlikte yaşamı destekleyen bir iktisadi iş bölümü olarak da 

görmek gerekmektedir.

Sonuç: Süleyman Hakim Ata ve Yunus Emre’nin kahramanı oldukları tek-

keye  odun  taşımakla  ilgili  olan  hikâye,  esas  itibarıyla  Türkistan  erenleriyle 

Anadolu  erenlerinin  tekke  etrafındaki  maddi  ve  manevi  yaşamlarını  bütün 

unsurlarıyla birlikte ve ideolojik değişimlerini de aksettirecek şekilde resmet-

mektedir. Bu anlamda hikâye; tekkelerin dinî, siyasi, içtimaî ve iktisadi olu-

şumlarına da referanslar barındırmaktadır. 

Orta Doğu, Balkı Şafak, Imge Y. 2004, S. 323-326.


680  

Geçmişten Geleceğe Hoca Ahmed Yesevî



KAYNAKÇA

Ali-şir Nevâyî, Nesâyimü’l mahabbe min Şemâyimi’l fütüvve, haz. Kemal Eraslan, An-

kara 1996.

Barhold, V. V.,  Orta Asya Türk Tarihi, Çev. Hüseyin Dağ, Divan Y., Ankara 2011.

Erken, Veysi, Bir Sivil Örgütlenme Modeli Ahilik, Seba Y., Ankara 1988.

Güzel, Abdurrahman, Süleyman Hakim Ata’nın Bakırgan Kitabı Üzerine Bir İnceleme

Öncü Kitap Y. Ankara 2008.

Karamustafa,  Ahmet  T.,  Tanrı’nın  Kural  Tanımaz  Kulları,  çev.  Ruşen  Sezer,  YKY. 

2007.

Lindholm, Charles, İslami Orta Doğu, Balkı Şafak, Imge Y. 2004.



Marshal  G.  S.  Hodgson,  İslam’ın  Serüveni,  çev.  Komisyon,  Iz  Yayıncılık,  Istanbul 

1995.


Öztürk, Mürsel, Anadolu Erenlerinin Kaynağı Horasan, Kültür Bakanlığı Y., Ankara 

2001.


Taş, Ismail,  “Dinî /Mistik Efsaneleri Türk Din Algısı Bakımından Okumak”, Ulus-

lararası Türk Dünyasında Din Anlayışları Sempozyumu 4-6 Kasım 2010 Bildiriler, Isparta 

2011, ss. 227-241. 

Taş, Ismail,  Ebu Süleyman es Sicistanî ve Felsefesi, Kömen Y., Konya 2006.

Taş,  Ismail,    “Kaşgarlı  Mahmud’un  Bilinçaltı”,  Doğumunun  1000.  Yılı  Dolayısıyla 



Uluslararası Kaşgarlı Mahmud Sempozyumu 17-19 ekim 2008, Rize Bildiri Metinleri, Rize 

2008, ss.507-516.

Taş, Ismail, “Kaşgarlı Mahmud’un Bilinçaltı”, Türk İslam Düşüncesi Yazıları, Kömen 

Y. Konya 2011, ss. 207-226.

Tekcan, Münevver, Hakim Ata Kitabı, Beşir Kitabevi, Istanbul 2007.

Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi, Istanbul 1962.

Uludağ, Süleyman “Hankâh”, TDVİA, C. 16.

Vilâyetnâme Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, Hazırlayan: Abdülbâki Gölpınarlı, 

Inkılâp Kitabevi, Istanbul 1958.



Yüklə 6,61 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   51   52   53   54   55   56   57   58   59




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin