Sonuç:
Kolorektal kanser olan bir hastada; paylaşılmış risk faktörleri
nedeniyle ikincil kanser geliştirme riski yüksektir. Beslenme,
genetik yatkınlık, ilk kanserin tedavisi, yakın takip ve
immün yetersizlik ikincil kanser görülmesini etkileyen
faktörlerdir. Özellikle kolorektal kanser sonrası ikincil kanser
görülen hastalarda kolon kanseri tanısı esnasındaki yaş ve takip
süresi önem kazanır. Hastalarda birinci kanser sonrası düzenli
aralıklarla takip bu hastalarda yeni kanser teşhislerini artırabilir.
Yorum: Klinisyenler, kolorektal kanser hastalarının takibinde
dikkatli olmalı ve hastaları da sekonder kanser açısından
yüksek risk konusunda bilgilendirmelidir. Hastalar, ilk 0-3
yılda, özellikle de ilk 24 ay içinde kolorektal dışı kanserler için
taranmalıdır.
EP-80
KEMOTERAPİ VEREN HEKİMLER HEPATİT B
REAKTİVASYONUNUN FARKINDA MI?
KAMURAN TÜRKER
1
, BERNA ÖKSÜZOĞLU
2
, ELÇİN BALCI
3
,
ÜMMÜGÜL ÜYETÜRK
2
, MEDİNE HASÇUHADAR
4
1
İSTANBUL BAĞCILAR EĞİTİM ARAŞTIRMA HASTANESİ
ENFEKSİYON HASTALIKLARI BÖLÜMÜ, İSTANBUL
2
ANKARA ONKOLOJİ HASTANESİ MEDİKAL ONKOLOJİ BÖLÜMÜ,
ANKARA
3
KAYSERİ ERCİYES ÜNİVERSİTESİ HALK SAĞLIĞI ANABİLİM
DALI, KAYSERİ
4
ANKARA ATATÜRK EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
ENFEKSİYON HASTALIKLARI BÖLÜMÜ, ANKARA
Amaç:
Kemoterapi ya da immunosupresyon altında Hepatit B
enfeksiyonunun reaktivasyonu %20-80 arasındadır. Bu
reaktivasyonun mortalitesi %60’lara kadar yükselebilir. Bununla
beraber bir çok onkolog ve kemoterapi uygulayan hekim bu
komplikasyonu tecrübe etmemiştir. Amacımız günlük pratikte
kemoterapi uygulayan hekimler arasında bu reaktivasyon
riskinin farkındalığı ve ne oranda Hepatit B infeksiyonuna
güncel öneriler doğrultusunda yaklaşıldığını saptamak.
Gereç ve Yöntem:
Ankara’da kemoterapi veren hekimler arasında –onkolog,
hematolog, genel cerrahi vb bir anket çalışması yapmak.
Bulgular:
83 katılımcıya 18 soru soruldu. Katlılımcıların %41’i Medikal
Onkolog, %41’i Genel Cerrah, %4,8’i Hematolog, %13,2’si
TIBBI
ONKOLOJI
KONGRESI
177
diğer branşlardan hekimlerdi. Katılımcıların %90’dan fazlası
Hepatit B infeksiyonunun önemli olduğunu düşünmesine
rağmen ancak %59’u her zaman, %18,1’i de bazı durumlarda
kemoterapi vermeden önce Hepatit B infeksiyonu yönünden
araştırıyordu. Neredeyse %80 katılımcı reaktivasyondan
haberdardı ancak %41’i vaka ile tecrübe etmişti. Katılımcıların
%60,2’si profilaksi verilmesi gerektiğini düşünüyordu ancak
%44,6’sı profilaksi vermişti. Yaklaşık % 60’ı tüm hastaları
tararken, %19,3’ü ancak bazı risk faktörleri varlığında tarıyordu,
%71’i asemptomatik taşıyıcılıkta profilaksinin uygun olduğunu
düşünüyordu. Profilakside kullanılan ajan yaklaşık %90 tek
başına lamivudin iken %10 ek diğer antivirallerde lamivudinle
beraber kullanılmıştı. Katılımcıların çoğu Hepatit B enfeksiyonu
takibini bir Gastroenterolog ya da Enfeksiyon Hastalıkları
uzmanı ile birlikte yapmak istiyorlardı.
Sonuç:
Tüm dünyada yaklaşık 2 milyar insan Hepatit B virüsü ile
infekte olmuş ve bunun yaklaşık 350 milyonu kronik hepatit
B taşıyıcısı olduğu tahmin ediliyor. Her yıl yaklaşık bir milyon
ölüm Hepatit B infeksiyonuna bağlı siroz ve karaciğer kanseri
nedeniyle meydana gelmekte. Türkiye’de hepatit B taşıyıcılığı
%4, hepatit B ile enfekte olma oranı %32’dir. Ve dünyada her yıl
artan oranları ile her üç kişiden birinin yaşam boyu bir kansere
yakalanma olasılığı tahmin ediliyor. Bizim gibi hepatit B ile
enfekte olan ülkelerde kemoterapi alan hastalarda hepatit B
reaktivasyonu sık karşılaşılabilecek bir problem olabileceği için
tüm kemoterapi veren hekimlerin bu konuda uyanık ve konu
ile ilgili branştan hekimlerle işbirliği içinde olması gerektiğine
inanıyoruz.
EP-81
PET-BT’DE SUVMAX DEĞERİ SERUM CEA İLE İLİŞKİLİ Mİ?
SAADETTİN KILIÇKAP
1
, AHMET KERİM TÜRESİN
2
, TUNÇ
GÜLER
3
, DİDEM TAŞTEKİN
3
, TURGUT KAÇAN
1
, NALAN AKGÜL
BABACAN
1
1
CÜTF TIBBİ ONKOLOJİ
2
DAHİLİYE
3
SELÇUK ÜMTF
Amaç:
Kanserli hastalarda PET-BT SUVmax değerinin CEA ve hastalık
yaygınlığı ile olan ilişkisinin belirlenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem:
PET-BT çekilen hastalarda en yüksek ve total SUVmax değeri
ile aynı dönemde bakılan serum CEA düzeyi ve metastaz sayısı
arasındaki ilişkinin belirlenmesi için hasta raporları incelendi.
Bulgular:
Çalışmada 22’si (43) kadın, 29’u (%57) erkek toplam 51
hastaya ait veriler analiz edildi. Ortanca yaş 57 (24-77 yaş) ve
ortanca metastatik odak sayısı 3 (1-9) idi. En sık izlenen primer
tümörler sırasıyla akciğer (%29), Kolorektal (%22) ve meme
kanseri (%14) idi. En sık görülen metastaz yeri akciğer (%53) ve
karaciğer (%28) idi. Ortanca CEA düzeyi 3 (0,6 – 706), ortanca
SUVmax 8,9 (1-27,9) ve ortanca total SUVmax 20 (1-100) idi.
Korelasyon analizinde serum CEA ile metastaz sayısı, en yüksek
ve total Suvmax değerleri arasında bir korelasyon olmadığı
görüldü. Metastaz sayısı ile total SUVmax değeri pozitif yönde,
güçlü ve istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu (r=0.71 ve
p<0.001).
Sonuç:
Metastatik kanser olgularında yüksek CEA değeri
izlenmekle birlikte bu değer SUVmax değeri ile korelasyon
göstermemektedir. Ancak metastaz sayısı total SUVmax değeri
ile ilişkilidir. Çalışmanın daha geniş ve homojen hasta grubu ile
yenilenmesi yararlı olabilir.
EP-82
KANSER HASTALARINDA TANI ANINDAKİ YAŞAM KALİTESİ
GENEL SAĞKALIMI ETKİLİYOR MU?
SAADETTİN KILIÇKAP
1
, MUTLU HAYRAN
2
, DENİZ YÜCE
2
,
MUSTAFA ERMAN
2
, İSMAİL ÇELİK
2
1
CÜTF TIBBİ ONKOLOJİ
2
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ PREVANTİF ONKOLOJİ
Amaç:
Kanser hastalarında yaşam kalitesi (YK) tanı anından son
döneme kadar değişebilmektedir. Bu çalışmada tanı anındaki
düşük yaşam kalitesi skorunun (DYKS) sağkalım üzerine olan
etkisi araştırıldı.
Gereç ve Yöntem:
Yeni tanı almış hastalarda YK, tanı sonrası ilk 2 ay içerisinde
EORTC YK ölçeği ile değerlendirildi. Sağkalım analizi, resmi
nüfus kayıtları incelenerek belirlendi.
Bulgular:
457 hastanın verileri analiz edildi. Yaş ortalaması 53,6±15,6
olan hastaların %59’u erkek idi. En sık izlenen tanılar sırasıyla
akciğer (%19), hematolojik (%14) ve kolorektal (%10,5)
kanserdi. Yüzde 51 evre 4 idi. Hastaların %60’ı ECOG PS “0”dı.
Yüzde 68 olgu aktif tedavi almaktaydı. Hastaların %87’si
kemoterapi almakta ve %29’u yatarak tedavi edilmekteydi.
Yüzde 26 olguda komorbid hastalık bulunmaktaydı.
İleri evre, düşük hemoglobin ve albumin düzeyi, ECOG PS≥1
olması, yatarak tedavi edilme, komorbid hastalık ve uzak
metastaz DYKS ile ilişkiliydi.
Ortanca izlem süresinin 25 ay (1-60) idi. Tanı anında DYKS
skoru olan hastalarda genel sağkalım anlamlı derecede daha
düşük bulundu (ortanca 10 vs 40 ay; p≤0,001). 3-yıllık sağkalım
oranları DYKS olan bireylerde daha düşüktü (%27 vs %52). Çok
değişkenli analizde evre (p≤0,001), hipoalbuminemi (p≤0,001),
ECOG performans skoru (p≤0,001) ve DYKS (p=0,022) sağkalımı
etkileyen bağımsız değişkenlerdi.
Sonuç:
Tanı anında DYKS, sağkalımı etkileyen bağımsız bir değişkendir.
Yeni tanı almış her hastada YK ölçeğinin uygulaması yararlı
olabilir.
178
EP-83
SOMATOSTATİN ANALOĞU VE STEROİD TEDAVİSİYLE
SEMPTOMU DÜZELEN BİR METASTATİK İNSÜLİNOMA VAKASI
MURAT AKYOL , AHMET DİRİCAN , LÜTFİYE DEMİR , ALPER
CAN , VEDAT BAYOĞLU , YÜKSEL KÜÇÜKZEYBEK , ÇİĞDEM
ERTEN , MUSTAFA OKTAY TARHAN
İZMİR ATATÜRK EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ, TIBBİ
ONKOLOJİ KLİNİĞİ
Amaç:
Pankreas nöroendokrin karsinomları tüm pankreas tümörlerinin
%10’unu oluşturmaktadır. Fonksiyonel pankreas nöroendokrin
tümörlerinin %70’i ise insülinomalardır. İnsülinomaların ise
yalnızca %10’u maligndir.Bu olgu sunumunda karaciğerde
multipl metastatik lezyonu olan, semptomatik hipoglisemilerle
seyreden bir insülinoma vakası sunuldu.
Bulgular:
Karın ağrısı şikayetiyle başvuran 57 yaşında kadın hastanın üst
abdomen tomografisinde pankreas kuyrukda 23 mmhipodens
solid kitle, karaciğerde multipl metastaz saptandı. Açlıkta
ortaya çıkan, yemekle düzelen halsizlik ve ellerde titreme
yakınması da olan hastanın Glukoz:33mg/dl İnsülin:29.2uIU/
ml, C-peptit:4.5ng/ml saptandı. Uzamış açlık testinde
16.saatinde hipoglisemi ve eş zamanlı insülin düzeyi > 50uIU/ml
saptandı. Glukagon uyarısı ile normoglisemi sağlanan hastada
insülinoma tanısı kondu. Oktreotid sintigrafisinde pankreas
kuyruğunda ve karaciğerde metastazla uyumlu tutulum
izlendi. Endoskopik ultrasonografi ile alınan pankreas iğne
biopsisi sinaptofizin+,kromogranin+,CD56+,Ki67 proliferasyon
indeksi %1 olan nöroendokrin karsinoma , karaciğer biyopsisi
nöroendokrin karsinom metastazı olarak saptanan hastaya
Cisplatin+Etoposide kombinasyon kemoterapisi verildi. Bu
arada hipoglisemi semptomları için steroid ve kalsiyum
kanal blokeri tedavisi düzenlendi. İkinci ayda yapılan
görüntülemelerinde stabil hastalık saptanan hastanın 6.
kürden sonra hipoglisemi semptomlarının devam etmesi
üzerine somatostatin analoğu (3x0.1 mg, 14 gün süreyle,
SC) tedaviye eklendi. Ancak kombinasyon tedavisi altında
grade IV nötropenisi olması nedeniyle tedaviye tek ajan uzun
etkili somatostatin analoğu ( 20 mg, 28 günde bir SC) olarak
devam edildi. Sandostatin+steroid tedavisi altında hipoglisemi
semptomları düzelen hasta bu tedavinin 2. ayında sorunsuz
takip edilmektedir.
Sonuç:
Metastatik insülinomalarda hipoglisemi ve hiperinsülinemi
yönetimi zordur. Hipoglisemi yönetimi ve tümörün boyutlarını
küçültmeye yönelik olarak çeşitli tedaviler kullanılmaktadır. Bu
vakada bu amaçla sistemik kemoterapi, steroid ve somatostatin
analogları birlikte kulanılmıştır.
EP-84
HBSAG (+) OLAN MALİGNİTELİ HASTALARDA KEMOTERAPİ
BOYUNCA PROFLAKTİK LAMUVİDİN KULLANIMININ
ETKİNLİĞİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
FATİH İNCİ
SELÇUK ÜNİV. SELÇUKLU TIP FAK. TIBBİ ONKOLOJİ
Amaç:
Maligniteli hastalarda kemoterapiye bağlı hepatit B
reaktivasyonu morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerinden
biridir. Bu çalışmada, retrospektif olarak, kemoterapi başlanan
hastalarda Hbs Ag seropozitif insidansını ve bu hastalarda
proflaktik lamuvidin kullanımının etkinliğini değerlendirmeye
çalıştık.
Gereç ve Yöntem:
Haziran 2010-Kasım 2011 tarihleri arasında başvurmuş
950 hastanın kayıtları incelendi ve kemoterapi planlanmış
536 hastanın viral markırları dökümente edildi. Hbs Ag (+)
saptananlara kemoterapi verilmeden 7-10 gün önce proflaktik
lamuvidin 100 mg başlandı ve kemoterapinin bitiminden
sonra 3 ay devam edildi. Herhangi bir nedenle akut ve/veya
kronik hepatite bağlı karaciğer fonksiyon testleri yüksek olan
ve hepatoselüler karsinomu olan hastalar çalışmaya alınmadı.
Bulgular:
Kemoterapi başlanan 536 hastanın 26’ sında (%4.85) Hbs Ag (+)
tespit edildi. Hbs Ag (+) hastaların 23’ünde ( %94.2 ) solid tümör,
3’ünde (% 5.78) hematolojik malignite mevcuttu. Lamuvidin
proflaksisi başlanan 26 hastanın hiçbirinde kemoterapi
süresince akut alevlenme saptanmadı. Sadece hematolojik
malignitesi olan bir hastada kemoterapi tamamlandıktan
yaklaşık 5 ay sonra akut alevlenme tespit edildi.
Sonuç:
Çalışmamızda Hbs Ag seropozitiflik oranı %5 civarında olup
Türkiye’deki seroprevelans ile benzerdir. Hbs Ag (+) olup
kemoterapi planlanan hastalarda tedavi süresince lamuvidin
proflaksisi, tedaviye bağlı oluşabilecek akut hepatit B
rektivasyonunu büyük oranda önleyebilir.
EP-85
SERUM D-DİMER DÜZEYİ KEMOTERAPİ İLE İLİŞKİLİ KEMİK
İLİĞİ TOKSİSİTESİNİ PREDİKTE EDER Mİ?
ÖZGÜR TANRIVERDİ
S.B. MUĞLA ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ,
TIBBİ ONKOLOJİ BÖLÜMÜ,MUĞLA
Amaç:
Kanserli hastalarda hemostatik aktivasyon bilinen bir durumdur
ve serum D-dimer düzeyi bu durumu gösteren iyi bir belirteçtir.
Serum D-dimer düzeyinin kanserli hastalarda kemoterapi yanıtı
ve prognoz üzerine olan prediktif değeriyle ilgili yapılan birçok
çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada serum D-dimer düzeyinin
kemoterapi ile ilişkili kemik iliği toksisitesinin prediksiyonundaki
yeri ve değeri araştırılmıştır.
Gereç ve Yöntem:
Bu çalışma, 2006-2012 yılları arasında kolon kanseri tanısı ile
opere edilen ve herhangi bir nedenle ilk kemoterapi seansı öncesi
serum D-dimer düzeyi bilgilerine ulaşılan Evre III toplam 38
hastanın verileri retrospektif incelenerek yapılmıştır. Neoadjuvan
kemo/radyoterapi uygulanan, senkron akciğer, karaciğer
ve peritoneal metastazı olanlar, kronik böbrek yetersizliği,
TIBBI
ONKOLOJI
KONGRESI
179
inflamatuvar barsak hastalığı, hematolojik malignensi,
kronik ITP veya dissemine intravasküler koagülasyon,
kronik infeksiyon hastalığı ve romatizmal hastalığı olanlar
ile metokron/senkron multipl primer kanserli hastalar
çalışma dışı bırakıldı. İlk kemoterapi seansı öncesi bakılan
serum D-dimer düzeyinin sonraki kürlerde kemik iliği
toksisitesini göstermedeki prediktif değerine ilişkin duyarlılık,
özgüllük ve doğruluk oranları belirlenmiştir.
Bulgular:
Hastaların yaş ortalaması 48 ± 19 (yıl), erkek/kadın oranı
24/14 idi. Kemoterapi öncesi serum D-dimer düzeyinin
cut- off değeri 428 mcg/ml olarak belirlendi. Hastaların
adjuvant tedavileri sırasıyla FUFA- MAYO rejimi (n=2), FUFA-
De Gramount rejimi (n=3), FOLFOX4 (n=22),mFOLFOX6
(n=11) idi. Tüm adjuvant tedavi boyunca toplam
16 hastada en az bir hücreyi ilgilendiren kemik iliği
toksisitesi (WHO sınıflamasına göre) geliştiği saptandı.
Grade 1 anemi (n=7), grade 2 anemi (n=3), grade 3 anemi
(n=1); grade 1 nötropeni (n=3), grade 2 nötropeni (n=3),
grade 3 nötropeni (n=2) ve grade 1 trombositopeni (n=8),
grade 2 trombositopeni (n=2), grade 3 trombositopeni (n=1)
idi. Kemoterapi öncesi serum D-dimer düzeyi 428 mcg/ml
üzerinde olan hastalarda grade 2 ve grade 3 trombositopeni
görülme oranı anlamlı olarak yüksekti (p=0.0034). Buna karşın
anemi ve nötropeni derecesi ile serum D-dimer yüksekliği
arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (sırasıyla; p=0.148,
p=0.205). Kemoterapi öncesi bakılan serum D-dimer düzeyinin
428 mcg/ml üzerindeki değerlerde olmasının grade 2 ve grade
3 trombositopeniyi göstermedeki doğruluk, duyarlılık ve
özgüllük oranları sırasıyla %84, %88 ve %86 iken; bu oranlar
grade 2 ve grade 3 anemi için sırasıyla %51, %58 ve %62; grade
2 ve 3 nötropeni için ise sırasıyla %67, %64 ve %66 olarak
saptandı. Serum D-dimer düzeyindeki yüksekliğ ile vücut
yüzey alanı, kilo, nod sayısı, tümör büyüklüğü, lenfovasküler
invazyon arasında pozitif yönde korelasyon olduğu belirlendi
(her biri için p<0.05). Grade 2 ve 3 trombositopeni ile
serum D-dimer düzeyi arasındaki ilişkinin diğer çalışma
değişkenlerinden bağımsız olduğu saptandı.
Sonuç:
Kemoterapi öncesi bakılan serum D-dimer düzeyinin özellikle
kemoterapi ile ilişkili trombositopeniyi predikte edebileceği
kanısına varıldı. Bu çalışmanın daha geniş hasta serilerinde,
diğer kanser tipleri ve kemoterapi rejimlerini de kapsayacak
şekilde geliştirilmesi önerilebilir.
EP-86
BEVACİZUMAB ÇENE OSTEONEKROZU İÇİN BİR RİSK
FAKTÖRÜ MÜDÜR?
MERAL GÜNALDI , BERKSOY ŞAHİN , BERNA BOZKURT
DUMAN, VEHBİ ERÇOLAK , ÇİGDEM USUL AFŞAR
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ TIBBİ ONKOLOJİ
BİLİM DALI
Amaç:
Kemik metastazı olan hastalarda uzun süre bir Bifosfanat
türevi olan Zoledronik Asit (ZA) kullanılmaktadır. Kemik
metastazı nedeniyle kullanılan Bifosfanata bağlı çene
osteonekrozu (ÇON) % 1-18oranla görülmektedir. “Bevacizumab
ve ZA ‘in birlikte kullanımı ÇON gelişim riskini artırıyor
mu?” sorusunu getirmeyi amaçladık
Gereç ve Yöntem:
Bevacizumab ve ZA kullanımı sonrasında ÇON gelişen bir
olgunun klinik özellikleri anlatıldı.
Bulgular:
61 y kadın hasta, Mart 2006’da sigmoid kolon karsinomu
tanısıyla opere edilmiş ve E2B-yüksek riskli olması nedeniyle
kemoterapisi verildi. 2 yıl sonra retroperitonda metastatik lenf
nodları ve kemik metastazı saptandı. Capesitabine (1250 mg/
m2)+Bevacizumab (7.5 mg/kg)+ ZA başlandı. 12 kür KT ve 15
ay ZA verildi. ZA almaya devam ederken diş çekimine sekonder
sağ maksillada sekestrasyon (osteonekroz), bilateral maksillada
pürülan akıntılı fistül izlendi. Hastaya plastik cerrahisi biyopsi
yapmış; Osteomyelit, mantar hifaları, aktinomikoz olarak
raporlandı. Enfeksiyon hastalıkları 3 hf IV 6x4 MÜ kristalize
penisilin ve sonrasında 6 ay Doksisiklin 2x100 mg ile tedavi
planladı. ZA tedavisi kesilerek, metastatik kolon karsinomu için
Cetuksimab+Irinotekan tedavisi ile takip edilmektedir.
Sonuç:
Bevacizumab, metastatik kolon kanserlerinde hastalıksız
sağ kalımı arttırdığı bilinen bir anjiogenez inhibitörüdür.
Olgumuzda Bevacizumabla birlikte ZA kullanımına bağlı
ÇON gelişmiştir. Bevacizumab ile ilgili RIBBON1, AVADO,
ATHENA çalışmalarında; tek başına Bevacizumab verilenlerle
Bevacizumab+ZA verilmiş olgularda %0.3-0.4 oranda
ÇON geliştiği, retrospektif bir analizde ise Bevacizumaba
bağlı %2 oranla ÇON geliştiği saptanmıştır. ÇON, metastatik
hastaların yaşam kalitesini etkilemesi ve tedaviye idameyi
etkileyecek bir klinik olması nedeniyle önemlidir. Bevacizumab,
diğer metastatik kanserlerde de kullanılmakta olup, gelecekte
angiogenez inhibitörleri ile ZA kullanımının gittikçe artması
nedeniyle, ÇON gelişimine dikkat edilmesini öneririz.
EP-87
ÇOMAK PARMAK İLE PRAZENTE OLAN MALİYN PLEVRAL
MEZOTELYOMA OLGUSU
HASAN MUTLU
1
, ABDULLAH BÜYÜKÇELİK
2
1
ACIBADEM KAYSERİ HASTANESİ, MEDİKAL ONKOLOJİ KLİNİĞİ,
KAYSERİ, TÜRKİYE,
2
ACIBADEM ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ, İÇ HASTALIKLARI
A.B.D., İSTANBUL,TÜRKİYE.
Amaç:
Maliyn plevral mezotelyomalı hastalarda, çomak parmak sık
karşılaşılan bir bulgu değildir. Bu bildiride, çomak parmak ile
prazente olan bir maliyn mezotelyoma olgusunun sunulması
amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem:
62 yaşında erkek hasta, sağ göğüs ağrısı, dispne ve son 7
ay içinde kilo kaybı ile kliniğe başvurdu. Fizik muayenede,
sağ hemitoraksın solunuma katılımının azaldığı, bu tarafta
solunum seslerinin azaldığı, sağ kosto-frenik sinüslerin
180
açılmadığı, perküsyonda matitenin olduğu ve aşikar çomak
parmak saptandı. Öyküde kronik erionit maruziyetinin olduğu
belirlendi. Kırk iki yıl Karain köyünde yaşadığı öğrenildi. PA
Akciğer grafisinde sağ hemitoraksta plevral kalınlaşmanın
olduğu görüldü. Toraksın bilgisayarlı tomografisinde, aşikar
sağ plevral kalınlaşma saptandı. Plevral biyopsi ile epiteloid tip
maliyn plevral mezotelyoma tanısı konuldu.
Bulgular:
Hastalık rezektabıl olmadığı için, palyatif sisplatin ve
pemetrexed tedavisi başlandı. Dört kür uygulandıktan sonra
hastalık progresyonu nedeniyle, ikinci basamak olarak sisplatin
ve gemsitabin tedavisine geçildi. İkinci basamak tedaviye yanıt
alınamadı. Kemoterapi kesilerek sağ hemitoraksa palyatif
amaçlı radyoterapi uygulandı. Hasta destek tedavisi ile takip
edilmektedir.
Sonuç:
Çomak parmak, kalp-damar hastalıkları, pulmoner fibrozis,
akciğer kanseri, akciğer tüberkülozu ve inflamatuvar barsak
hastalıkları gibi birçok hastalıkta görülebilir. Çomak parmak,
maliyn plevral mezotelyomada nadir ancak önemlidir. Asbest
ve asbest benzeri minerallere maruziyet gibi kronik plevral
irritasyona işaret edebilir.
EP-88
OLGU BİLDİRİMİ: DESMOPLASTİK KÜÇÜK YUVARLAK
HÜCRELİ TÜMÖR; UZUN SÜRELİ SAĞKALIM MÜMKÜN MÜ?
LEYLA KILIÇ , MELTEM EKENEL , FATMA ŞEN , İBRAHİM YILDIZ ,
SERKAN KESKİN , FATMA AYDOĞAN , MERT BASARAN , SEVİL BAVBEK
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ, ONKOLOJİ ENSTİTÜSÜ, MEDİKAL
ONKOLOJİ BİLİM DALI
Amaç:
Desmoplastik küçük yuvarlak hücreli tümör genellikle periton
gibi mezotel yüzeylerden kaynaklanan, spesifik olarak EWS-
WT1 gen füzyonu, tipik resiprok translokasyonu sonucu oluşan
bir tümördür. Dünyada birkaç yüz olgu bildirilmiştir.
Gereç ve Yöntem:
20 yaşında erkek hasta 2008’de karın ağrısı ve sarılıkla başvurdu.
Bu sırada total bilirubin: 14 mg/dl, direkt bilirubin :10 mg/dl,
safra yolları dilate saptanmıştı. Batın MRG’sinde karaciğerde
metastatik lezyonlar, asit, porta hepatis düzeyinde 7X8 cm
kitle saptandı. Karaciğer biyopsisi desmoplastik küçük yuvarlak
hücreli tümörle uyumlu geldi. PTK yapılarak sisplatin tedavisi
başlanan hastanın bilirubin değerleri normale döndü. Daha
sonra aralıklı olarak sisplatin+etoposid, ifosfamid+etoposid,
oral siklofosfamid ve VAC (vinkristin, adriamisin, siklofosfamid)
tedavileri alan hastanın halen KT yanıtı devam etmektedir ve
debulking cerrahiyle HIPEC planlanmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |