Gereç ve Yöntem:
Ocak 2007 ile Ocak 2012 tarihleri arasında merkezimize
başvuran 3108 hastaya dosyası taranarak MPMN tanılı 38
hastanın demografik verileri, klinik özellikleri değerlendirildi.
Bulgular:
Beş yıllık hasta verilere göre 3108 kanser tanılı hastanın
38’inde (%1.2) MPMN saptandı. Bunların 21’i (%55.3) kadın,
17’si (%44.7) erkekti. Otuz yedi hastada çift primer 1 hastada
3 primer neoplazi mevcuttu. Hastaların 6’sı (%15.8) senkron,
31’i (%83.8) metakron olarak MPMN tanısı almıştı. İki tanı
arası geçen ortanca süre 22.3 aydı (0-372 ay). Tüm hastalar
değerlendirildiğinde en sık 1. kanser jinekolojik tümörler (10
hasta, % 26.3), en sık 2. kanser ise meme ca (7 hasta, % 18.4)
idi.
Sonuç:
Amerikan SEER (Surveillance, Epidemiology, and Results)
verilerine gore (1973-2003); MPMN hastalarında en sık
1. tümörler meme, prostat ve solunum sistemi-akciğer
kanserleridir. Bizde ise ilk sırayı jinekolojik tümörler, meme
ve solunum sistemi-akciğer kanserleri almaktadır. Kanser
tanısı almış hastalar, olası ikinci kanserler, koruyucu önlemler
ve tarama hakkında bilgilendirilmeli ve şüpheli lezyonlarda
biyopsiden kaçınılmamalıdır.
EP-70
SOLİD TÜMÖRLÜ FEBRİL NÖTROPENİ OLGULARINDA
PROKALSİTONİN VE C-REAKTİF PROTEİNİN
KARŞILAŞTIRILMASI
MURAT ARAZ ,
SELÇUK ÜNİV. SELÇUKLU TIP FAK. TIBBİ ONKOLOJİ
Amaç:
Bu çalışmada, solid tümörü nedeni ile kemoterapi alan
ve febril nötropeni gelişen hastalarda prokalsitonin ve
C-reaktif protein (CRP) nin diagnostik ve prognostik belirteç
olarak karşılaştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem:
Çalışmaya 32 solid tümörü olan febril nötropenik hasta dahil
edilmiştir. Hastalar 3 gruba ayrıldı; klinik olarak tanımlanmış
enfeksiyonu olanlar, mikrobiyolojik olarak tanımlanmış
enfeksiyonu olanlar ve dökümente edilmiş enfeksiyon bulgusu
saptanmayanlar (nedeni bilinmeyen ateş).Tüm hastalarda,
febril nötropenik epizodun başlangıcında (bazal) ve ampirik
antibiyoterapi başlandıktan 48 saat sonra prokalsitonin ve
CRP değerleri ölçülerek karşılaştırıldı.
Bulgular:
19(%59) hastada klinik olarak tanımlanmış enfeksiyon ve 6
hastada (%18) mikrobiyolojik olarak tanımlanmış enfeksiyon
saptandı. Klinik ya da mikrobiyolojik dökümente edilmiş
enfeksiyonu olmayan hasta sayısı 9(%28) idi. Klinik veya
mikrobiyolojik olarak dökümente edilmiş enfeksiyonu olan
ve olmayan hastaların bazal serum prokalsitonin (p=0.78 ) ve
CRP (p=0.194 ) değerlerinde anlamlı fark bulunmadı. Tüm
hastaların bazal ve 48. saat prokalsitonin ve CRP değerleri
karşılaştırıldığında tedavi ile prokalsitonin değerlerinde anlamlı
(p=0.004) azalma görüldü. Dökümente edilmiş enfeksiyonu
olan hastalarda da yine prokalsitonin değerlerinde tedavi ile
anlamlı (p=0.012) azalma saptandı. Tersine dökümente edilmiş
enfeksiyonu olmayan hastalarda tedavi ile prokalsitonin
değerlerinde anlamlı düşüş olmazken (p=0.078), CRP
değerlerinde (p=0.025)anlamlı düşüş tespit edildi.
Sonuç:
Febril nötropeni ile başvuran hastalarda serum CRP ve
prokalsitonin değerleri enfeksiyonu olan ve olmayan hastaları
ayırt etmek için önemli parametreler olarak bulunmamıştır.
Ancak dökümente enfeksiyonu olan hastalarda prokalsitonin
TIBBI
ONKOLOJI
KONGRESI
173
tedaviye yanıtı değerlendirmede önemli bir parametre olarak
bulunmuştur.
EP-71
TRANSARTERİYEL KEMOEMBOLİZASYON DENEYİMLERİMİZ
MUZAFFER SEZER , YEŞİM YILDIRIM , İ. NECDET ÜSKENT ,
HALUK ONAT
ANADOLU SAĞLIK MERKEZİ TIBBİ ONKOLOJİ DEPARTMANI
Amaç:
Transarteriyel kemoembolizasyon (TACE) intraarteriyel
kemoterapi ve arteriyel embolizasyonun aynı anda
uygulanmasıdır. Bu çalışmada 2006-2011 tarihleri arasında
merkezimizde yapılan TACE olguları retrospektif olarak
incelenmiştir.
Gereç ve Yöntem:
36 hastaya toplam 54 kez TACE yapılmış olup bunların 14 üne
birden fazla TACE yapılmıştır. Ondokuz hasta kadın (%53), 17
hasta erkek (%47) olup ortalama yaş 58 dir. Hastaların 12 si
(%33) primer karaciğer kanseri, 9 u (%25) metastatik kolorektal
karsinom, 4 ü (%11) kolanjiokarsinom ve geri kalanı metastatik
servikal, meme, bronş ve testiküler karsinomdu. Bütün işlemler
girişimsel radyologlar tarafından biplane anjiografi eşliğinde
yapıldı. Lokal anestezi ile 5F kılıf common femoral artere
yerleştirildikten sonra aortagrafi, çölyak ve süperior mezenterik
arteriografiyi takip ederek 5F cobra veya Sim1 kateter sol veya sağ
hepatik artere kılavuz kateter olarak yerleştirildi. Mikrokateter
kullanarak ilaç yüklü partiküllerle lober, segmental veya süper
selektif kemoembolizasyon gerçekleştiridi. Tümör çapına
bağlı olarak 50 mg/2ml doksorubisin (maksimum 150 mg) ve
100 mg/2ml irinotekan (en sık kolorektal metastazlarda ve
maksimum 200mg) yüklü 100-300, 300-500, 500-700 micron
partiküller kullanıldı. Bütün hastalarda işlem öncesi ve sonrası
antibiyotik profilaksisi antiemetik ve ağrı palyasyonu sağlandı.
Bulgular:
TACE uygulanan olgularımızda irinotekan 14 kez (%26),
doksorubisin 40 kez (%74) kemoterapötik ajan olarak kullanıldı.
Olgularımızın hiçbirinde kontrol edilebilir ateş ve ağrı dışında
ciddi komplikasyon görülmedi.
Sonuç:
Günümüzde TACE karaciğerin primer ve sekonder kanserlerinin
tedavisinde cerrahi rezeksiyona alternatif bir yaklaşım olarak
kabul edilmektedir.
EP-72
OTOİMMUN HASTALIKLARDA LENFOMA: 9 OLGU
SEMRA PAYDAŞ
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
Amaç:
Otoimmun hastalığı olan kişilerde lenfoproliferatif hastalık
olasılığının arttığı bilinmektedir. Burada, otoimmun hastalık
öyküsü olan ve daha sonra lenfoma gelişen 9 olgu sunulmuş ve
t mevcut bilgiler gözden geçirilmiştir.
Gereç ve Yöntem:
Lenfoma tanısı ile başvuran olgulardan otoimmun hastalık
öyküsü olan olgular geriye dönük olarak gözden geçirilerek
sunulmuştur.
Bulgular:
Olguların 3’ü erkek 6’sı kadın idi. Otoimmun hastalık başlama
yaşı 18-49 arasında değişmekte iken lenfoma tanı yaşı 28 ile
62 arasında değişmekte idi. Olguların 3’ünde romatoid artrit,
2’sinde Behçet hastalığı, 2’sinde Sjogren sendromu varken 1’er
olguda anti-foslipd sendromu ve romatoid artrit-polimiyozit
overlap sendromu mevcuttu. En fazla kullanılan ilaç prednizon
ve metotreksat iken Behçet olgularında yalnızca lokal tedavi
öyküsü vardı. Olgulardan anti-fosfolipid sendromu olan olguda
Anjiyoimmunoblastik T hücreli lenfoma gelişti, geri kalan 8
olguda gelişen lenfoma B hücre kökenliydi. Bu olgulardan
5’inde diffüz büyük B hücreli lenfoma, 2 olguda marjinal zon
lenfoma ve 1 olguda foliküler lenfoma vardı. Lenfoma tipi ve
evresine uygun tedavi verilen olgularda tam remisyon sağlandı.
Bir olgu relaps ile kaybedildi, 1 olgu lokal relaps ile, 7 olgu
remisyonda izlenmektedir.
Sonuç:
Otoimmun hastalık nedeniyle izlenen hastalarda ortaya
çıkan lenfomalar ağırlıklı olarak B hücre kökenli olup en
fazla romatoid artrit öyküsü olanlarda ve metotreksat
tedavisi uygulanan hastalarda saptanmıştır. B hücre kökenli
lenfomalarda tedavide kullanılan rituximab’ın otoimmun
hastalık tedavisinde de etkili olduğu dikkate alınacak olursa
2 hastalık için de avantaj sağlanabileceği düşünülse de bu
olgularda PML riski de dikkate alınmalıdır.
EP-73
ONKOLOJİ KLİNİĞİNİNE BAŞVURAN HASTALARDA STRES
DURUMUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ
AHMET TANER SÜMBÜL , HÜSEYİN ABALI , UMUT DİŞEL , AYBERK
BEŞEN , AHMET SEZER , FATİH KÖSE , HÜSEYİN MERTSOYLU ,
SADIK MUALLAOĞLU , ÖZGÜR ÖZYILKAN
BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ TIBBİ ONKOLOJİ BİLİM
DALI
Amaç:
21 yy en önemli problemlerinde birisi olan stres kanserle hem
etyolojik olarak hemde sonlanım yönünden ilişkilidir. Bizde
çalışmamızda onkoloji polikliniğimize başvuran hastalarda
stres seviyesini ölçerek hastalık durumu ve sosyal faktörlerle
ilişkisine baktık.
Gereç ve Yöntem:
Çalışmamıza kliniğimizde takip edilen 653 hasta dahil edildi.
Bulgular:
Hastaların 209’u (%32) adjuvan, 321’i (%49.2) palyatif KT
almaktaydı. 123 hastada (%18.8) tedavisini tamamlamış
kontrollere gelen hastaydı.Hastaların 48’ de (%7.4) sosyal
destek zayıf, 272’sinde (%41.7) orta ve 237’sinde (%36.3) iyiydi.
134 hasta (%20.5) hiç okula gitmemiş, 285’i (%43.6) ilkokul,
174
174’ü (%26.6) orta-lise ve 58’i (%8.9) üniversite mezunuydu.
Stres skalasını kullanarak ( 0: stres yok, 10: yüksek stres) tüm
hastaların stres durumları ölçüldü. Stres puanının ortancası
4 olarak saptandı. Adjuvan, palyatif ve kontol grubunda olan
hastaların stres ortancaları sırasıyla 5 (4,4-4,9 95% GA), 5 (4,3-
4,9 95% GA) and 3(2,6-3,4 95% GA) oarak bulundu. Eğitim
durumu ve sosyal destekle, adjuvan ile palyatif kemoterapi alan
kollar arasında stres seviyesi yönünden ilişki saptamazken aktif
kemoterapi almayan kontrollere gelen grupta stres seviyesi
istatiksel anlamlı olarak daha düşük saptandı (p:0.0001).
Sonuç:
Bulgularımızla onkoloji kliniğinine başvuran tüm hastalarda
stres olduğunu ancak bu durumun eğitim ve sosyal destek
durumuyla ilşkili olmadığını ancak stres seviyesinin aktif
kemoterapi alan hastalarda daha yüksek olduğunu gösterdik.
EP-74
KAPESİTABİN İLİŞKİLİ CİDDİ HİPERTRİGLİSERİDEMİ; İKİ OLGU
SUNUMU
BERNA BOZKURT DUMAN
1
, SEMRA PAYDAŞ
2
, MERAL
GÜNALDI
2
, ÇİĞDEM USUL AFŞAR
2
, VEHBİ ERÇOLAK
2
, TAMER
TETİKER
3
, MERVE ŞİMŞEK DİLLİ
4
, VEYSEL HAKSÖYLER
4
1
ADANA NUMUNE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
2
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ MEDİKAL ONKOLOJİ
B.D.
3
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ENDOKRİNOLOJİ
B.D.
4
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ HASTALIKLARI
A.B.D
Amaç:
GİRİŞ: Kapesitabin meme kanseri ve kolon kanserinde sıklıkla
kullanılan bir oral fluropirimidindir. Kapesitabinle ilişkili olarak
sıklıkla gözlenen yan etkiler gastrointestinal hematolojik
yanetkiler ve palmoplantar dizestezidir. Burada kapesitabini
yan etkisi olarak ciddi hipertrigliseridemili 2 olgu sunulmuştur.
Gereç ve Yöntem:
OLGU-1: 47 yaşında metastatik meme karsinomu tanılı
hasta;kapesitabin 2500mg/m
2
iki dozda 2 hafta sürekli, 3
haftada bir uygulandı. Bazal lipid profili ve trigliserid düzeyi
normal sınırlarda idi. Takiplerinde 5 siklus kapesitabin tedavisi
sonrası; trigliserid düzeyi 9050 olarak ve kontrolünde 9063
olarak saptandı. Kapesitabin kesildi; hastaneye yatırılan olguya
lipid aferezi uygulandı. Lipid aferezini takiben lipid düşürücü
tedavi ve diyet uygulandı. Tedavinin 14. gününde trigliserid
düzeyi normale döndü. Normal lipid düzeyleri ile hastanın
takibi sürmektedir.
OLG-2: 48 yaşında metastatik meme karsinomu tanılı hasta;
kapesitabin 2500mg/m
2
iki dozda 2 hafta sürekli, 3 haftada
bir uygulandı. .Bazal trigliserid düzeyi 200-220mg/dl idi.
Takiplerinde 8 siklus kapesitabin tedavisi sonrası; trigliserid
düzeyi 657 oldu. Kapesitabin kesildi; Hastaya lipid düşürücü
tedavi ve diyet başlandı. Kontrolü planlanan hastanın takibi
sürmektedir.
Tartışma:
Hipertrigliseridemi, burada sunulan 2 olguda olduğu gibi
kapesitabinin önemli ancak sık saptanmasa da ciddi yan
etkilerinden biridir. Kapesitabin ilişkili hipertrigliserideminin
etyolojisi tam olarak bilinmemektedir. Hipertrigliserideminin,
olgularımızda olduğu gibi geç başlaması; kapesitabinin
trigiliserid metabolizması ile ilgili enzimleri (lipoprotein lipaz,
hepatik lipoprotein lipaz apoprotein CII gibi apoproteinler)
etkilemesi ile ilişkili olabileceği ileri sürülmektedir.
Sonuç:
Lipid profili kanser hastalarında rutin pratikte çok
kullanılmamaktadır. Bu iki olgu dolayısıyla anormal lipid
profilinin bilinen kardiyovasküler yan etkileri yanı sıra ciddi akut
pankreatit gibi durumlara yol açabilmesi nedeniyle özelliklede
trigliserid düzeylerinin kapesitabin kullanan hastalarda
takibinin yapılması gereklidir.
EP-75
KANSERLİ HASTALARDA GİZLİ HEPATİT B ENFEKSİYONUNUN
ÖNEMİ VAR MI?
VOLKAN ERDOĞAN
1
, ATIFET YASEMİN ÖZTOP
1
, SAADETTİN
KILIÇKAP
2
, TUNÇ GÜLER
3
1
C.Ü. TIBBİ MİKROBİYOLOJİ ABD
2
C.Ü. TIBBİ ONKOLOJİ ABD
3
SÜ MERAM TF TIBBİ ONKOLOJİ
Amaç:
HBsAg’nin negatif olduğu durumlarda, HBV DNA varlığı gizli
hepatit B olarak bilinmektedir. Immunsüpresif hastalarda
HBV reaktivasyonuna neden olması gizli HBV enfeksiyonunun
önemini artırmaktadır
Gereç ve Yöntem:
Çalışmada akciğer, meme ve gastrointestinal sistem kanserli
hastalarda tedavi öncesi alınan kan örneklerinde Hepatit
markırları, KCFT bakıldı ve gizli HBV varlığı real-time PCR ile
araştırıldı.
Bulgular:
Çalışmaya HBsAg negatif 180 kanserli hasta (60 GIS, 60 akciğer
ve 60 meme kanseri) ve 60 sağlıklı birey alındı. Toplam 240
bireyden alınan serumda gizli HBV sağlıklı bireylere oranla
kanserli hastalarda daha yüksek oranda izlendi (p<0,001).
Kanserli hastalarda HBV DNA pozitifliği %18, sağlıklı bireylerde
%2 idi. En yüksek gizli HBV GIS kanserlilerde görüldü (%22).
Akciğer ve meme kanserlerinde bu oran sırasıyla %18 ve %13
idi. Kanser türüne göre gruplar arasında bir fark bulunamadı
(p=0,09). Gizli HBV enfeksiyonu her iki cinsiyette de benzer
oranlardaydı (p=0,809). Bazal KCFT’leri, serum antiHBs ve
antiHBc gizli HBV enfeksiyonu olan ve olmayan gruplarda
benzerdi (p>0.05). Gizli Hepatit B enfeksiyonlu hastaların
%47’si 10
1
IU/ml’den az, %28’i 10
1
IU/ml ile 10
2
IU/ml arasında,
%9’u 10
2
IU/ml ile 10
3
IU/ml arasında, %12’si 10
3
IU/ml ile
10
4
IU/ml arasında ve %3’ü 10
4
IU/ml’den yüksek HBV DNA
bulundu.
Sonuç:
Kanserli hastalarda gizli HBV enfeksiyonu sağlıklı bireylere göre
daha yüksek orandadır. Kemoterapi verilen hastalarda gizli
TIBBI
ONKOLOJI
KONGRESI
175
HBV enfeksiyonu varlığının bilinmesi reaktivasyonu önlemede
yararlı olabilir.
EP-76
MALİGNİTEYE BAĞLI ASİTLİ HASTALARDA MELD-NA
SKORUNUN GENEL SAĞKALIMA ETKİSİ
HÜSEYİN ENGİN
1
, CEMİL BİLİR
1
, YÜCEL ÜSTÜNDAĞ
2
1
ZONGULDAK KARAELMAS ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ
ONKOLOJİ B.D
2
ZONGULDAK KARAELMAS ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ
HASTALIKLARI A.D
Amaç:
Asit birçok kanser hastasında son dönem bulgusu olarak
ortaya çıkmaktadır ancak malign asitli hastalarda sürviye ilişkin
faktörler yeterince çalışılmamıştır. Bizde çalışmamızda KCS li
hastalarda kullanılan MELD-Na skorlamasını maligniteye bağlı
asitli hastalarda araştırdık.
Gereç ve Yöntem:
2004-2011 yılları arasında üniversitemiz Onkoloji kliniğinde
takip ve tedavi edilen toplam 82 pankreatik ve mide kanserli
hasta çalışmaya alındı.
Bulgular:
Çalışma grubunda ortalama yaş 59(±12) du. 59 mide kanseri,
23 hastada ise pankreas kanseri mevcuttu. Genel sağkalım
(OS) mide kanserinde 16.8 (IR 1-98) ay, pankreas kanserinde
16.3 (0.5-81) aydı ve 2 grup arasında fark yoktu. Progresyonsuz
sağkalım ise mide kanserinde anlamlı olarak uzundu (16.5
aya karşın 6.5 ayd, P:0.04). MELD-Na skoru mide kanserli
hastalarda 22, pankreas kanserlilerde ise 19.5’du. Multiple
regresyon analizinde OS ile 2 bağımsız risk faktörü anlamlı
olarak bulundu. Bunlar PFS ve MELD-Na skoruydu, R² %82,
regresyon eşitliği Overall Survival =17,4 - 0,522 MELD-Na +
0,902 PFS olarak bulundu.
Sonuç:
MELD-Na skoru serum kreatinin, INR ve bilirubin düzeylerine
sodyum düzeyi de ilave edilerek bulunmuş bir skorlamadır.
Son dönem kanser hastalarında gerek akut böbrek yetmezliği
gerekse çeşitli sebeplere dayalı olarak azalan karaciğer
rezervi ve INR veya bilirubin artışı, elektrolit bozukluklarından
özellikle hiponatremi KCS li hastalara benzer olarak bizim
hasta grubumuzda da terminal dönemde görülmektedir. Bu
nedenle sonuçlarımız MELD-Na skorlaması asit gelişmiş kanser
hastalarında da sağkalımı tahmin etmede kullanılabilecek bir
skorlama olarak araştırılmalıdır.
EP-77
ETKİLEŞİMLİ PORTABLE DOCUMENT FILE (PDF)
DOSYALARININ ONKOLOJİ KLİNİKLERİNDE HASTA VE TEDAVİ
KAYITLARINDA KULLANIMI
CÜNEYT EBRULİ
1
, FERHAT EYİLER
2
1
KOCAELİ DEVLET HASTANESİ
2
AYDIN ATATÜRK DEVLET HASTANESİ
Amaç:
Onkoloji kliniklerinde ayaktan ve yatarak tedavi gören
hastalarda kayıt, dökümantasyon ve arşiv amaçlı harcanan
zamanın azaltılması.
Gereç ve Yöntem:
Masaüstü ve/veya dizüstübilgisayarlara kurulan adobe
acrobat professıonal v.9 yazılımı ile klinik dosya girişi ve takibi
formu, reçete formu, laboratuvar istek formu, radyoloji istek
formu, radyoterapi takip formu, kemoterapi order formu,
konsültasyon formu, epikriz formu ile yatan hasta formları;
etkileşimli pdf formları halinde hazırlandı. hazırlanan formlar
hastanın kliniğe başvurusundan başlayarak, tüm tedavi ve
tedavi sonrası süreci kaydetmek amacıyla kullanıldı. ayrıca
kodak i40 döküman tarayıcısı ile diğer klinik ve hastanelerden
refere edilen hastaların patoloji raporu, radyoloji raporları vb.
belgeler taranarak,bilgisayar ortamında hasta adına açılan
dosyalara (e-dosya) kaydedildi.
Bulgular:
Hasta ve tedaviye ait bilgilerin etkileşimli pdf formatında
hazırlanıp, kullanıma sunulması ile klasik hasta dosyası
formatından vazgeçilerek; hasta ve tedaviye ait tüm
süreç bilgilerinin dijital ortamda saklandığı, elekronik hasta
dosyasına (e-dosya) geçilmiş oldu. dijital dosyalama sayesinde,
klasik dosyalamanın getirdiği dosyadaki bilgilerin eksik olması,
bilgilerin okunamaması ve arşivde dosyanın bulunamaması
gibi, takibi zorlaştıran sorunların ortadan kaybolduğu gözlendi.
klinik araştırmalar için kliniklerde yapılan “dosya dökümü”
adı verilen ve klinisyenlerin günlerini, hatta aylarını alan arşiv
taramalarının; klinisyen tarafından dijital ortamda birkaç saat
içinde tamamlanabildiği görüldü. etkileşimli pdf dosyalarına
“e-imza” uygulaması da dahil edilerek, kayıtların hukuksal
açıdan da geçerli bir duruma gelmesi sağlandı. kodak i40
döküman tarayıcının 25 sayfa/dakika hızında çalışmasıyla da,
hasta dosyası hazırlama işinin dakikalara indiği gözlendi.
Sonuç:
176
Adobe professıonal programı aracığlığıyla pdf dosyalarında
görüntüleme, arama ve yazdırma yapılabilmesi; herhangı
bır belgeden pdf belgelerı oluşturabilmesi; optık karakter
tanıma (ocr) özellığı sayesınde kağıt belgelerı pdf’ye tarama ve
metnı otomatık olarak tanıması; dosyalara erışımı sınırlamak
veya yazdırmayı, kopyalamayı ya da içeriği değiştirmeyi
sınırlamak için pdf belgelerine şifre ve izinler uygulaması
gibi nedenlerle, etkileşimli pdf dosyalarının tıbbi kayıtlarda
kullanımı, klinisyenlerin zaman kaybını, kliniklerinse işgücü
kaybını azaltmaktadır.
EP-78
BU BİLDİRİ GERİ ÇEKİLMİŞTİR.
EP-79
KOLOREKTAL KANSERLERDE SEKONDER MALİGNİTELER
DİLEK ERDEM , İDRİS YÜCEL , BAHİDDİN YILMAZ , GÜZİN
DEMİRAĞ , YASEMİN KEMAL , FATİH TEKER
ONDOKUZMAYIS ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ TIBBİ ONKOLOJİ
BÖLÜMÜ
Amaç:
Kanserde sağkalım uzadıkça ikincil maligniteler sık
görülmektedir. Bu çalışmanın amacı; en sık tanı konan
kanserlerden biri olan kolorektal kanserde ikincil kanserlerin
özelliklerini anlamak ve etkin takip programı geliştirmektir.
Gereç ve Yöntem:
06/2000 -09/2011 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran
412 kolorektal kanser hastası retrospektif olarak ikincil
kanserler açısından incelendi. Bu hastalarda; yaş, aile öyküsü,
sekonder malignite varlığı, malignitelerin öncelik sırası, başka
bir kanser varlığı, kolon kanseri yerleşim yeri, evresi ve tedavi
şekli, diğer kanserin yeri ve tedavi şekli ile iki kanser arası
interval, her iki kanserde metastaz durumu ve overall survival
incelendi. Veriler SPSS-16 ile değerlendirildi.
Bulgular:
Hastaların 26’sında sekonder malignite görüldü (% 7.4). Toplam
12 çeşit sekonder malignite vardı. Kadın/Erkek oranı; n= 12/14
ve yaş ortalaması; 62±12 idi. Hastaların % 23.1’inde aile öyküsü
vardı. Hastaların yalnızca 7’sinde (% 26.9) kitle rektumda idi.
Kolorektal kanser, en sık mide kanseri ile birlikte görüldü (n=5,
% 19.2), en az beraber olduğu kanserler ise GBM, HCC, akciğer,
endometrium ve rektumdu (1’er hasta; % 3.8 her biri için). 12
kadında en sık mide (n=3) ve meme (n=3) kanseri görüldü.
14 erkek hastada ise; en sık prostat (n=4) kanseri görüldü. 3
hastada senkron, 23 hastada metakron kanser vardı. Yalnızca 7
hastada (% 26.9) kolorektal kanser önce görüldü. Bu hastalarda
kolorektal kanser-ikinci kanser intervali 1-49 ay; ortalama
23.8 ay idi. Bu hastalarda ortalama takip süresi 57 ay ve yaş
ortalaması 55.5 yıl idi. Kolorektal kanserin sonradan görüldüğü
hastalarda ise 1-300 ay, ortalama 58 ay interval vardı. Bu
hastalarda en uzun intervali olan 4 hastanın (sırasıyla; 264
ay, 120 ay, 120 ay ve 300 ay) 2’sinde meme kanseri sonrası
kolorektal kanser görülmüştü. Tanıda kolorektal kanser en sık
evre II (% 46.2) ve en az evre I’de (%11.5) görülürken, ikinci
kanser tanıda % 57.7 (n=15) oranında evre I idi. Kolorektal
kanserde takiplerde 18 vakada (% 69.2) hasta tümörsüzken,
ikinci kanserde hastaların % 84.6’sı tümörsüzdü. Hastaların
takip süresi ortalama 80 aydı. Hiçbir hastada başka bir kanser
görülmedi. 14 hasta (% 53.8) metastatikti ve bunların % 71.4’ü
(n=10) kolorektal kansere sekonder gelişmişti. 5 hasta (% 19.2)
öldü. Ölen hastaların 2’sinde hastalık progrese olurken, 3’ü
kanser dışı nedenlerden kaybedildi.
Dostları ilə paylaş: |