Konuşma metinleri ve biLDİRİ Özetleri Kİtabi



Yüklə 6,44 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə40/73
tarix03.02.2017
ölçüsü6,44 Mb.
#7521
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   73

Gereç ve Yöntem:
Ocak  2007  ile  Ocak  2012  tarihleri  arasında  merkezimize 
başvuran  3108  hastaya  dosyası  taranarak  MPMN  tanılı  38 
hastanın demografik verileri, klinik özellikleri değerlendirildi.
Bulgular:
Beş  yıllık  hasta  verilere  göre  3108  kanser  tanılı  hastanın 
38’inde  (%1.2)  MPMN  saptandı.  Bunların  21’i  (%55.3)  kadın, 
17’si (%44.7) erkekti. Otuz yedi hastada çift primer 1 hastada 
3 primer neoplazi mevcuttu. Hastaların 6’sı  (%15.8) senkron, 
31’i  (%83.8)  metakron  olarak  MPMN  tanısı  almıştı.  İki  tanı 
arası geçen ortanca süre 22.3 aydı (0-372 ay).    Tüm hastalar 
değerlendirildiğinde en sık 1. kanser jinekolojik tümörler (10 
hasta, % 26.3), en sık 2. kanser ise meme ca (7 hasta, % 18.4) 
idi.  
Sonuç:
Amerikan  SEER  (Surveillance,  Epidemiology,  and  Results) 
verilerine  gore    (1973-2003);  MPMN  hastalarında  en  sık 
1.  tümörler  meme,  prostat  ve  solunum  sistemi-akciğer 
kanserleridir.  Bizde  ise  ilk  sırayı  jinekolojik  tümörler,  meme 
ve  solunum  sistemi-akciğer  kanserleri  almaktadır.  Kanser 
tanısı almış hastalar, olası ikinci kanserler, koruyucu önlemler 
ve  tarama  hakkında  bilgilendirilmeli  ve  şüpheli  lezyonlarda 
biyopsiden kaçınılmamalıdır.
EP-70 
SOLİD TÜMÖRLÜ FEBRİL NÖTROPENİ OLGULARINDA 
PROKALSİTONİN VE C-REAKTİF PROTEİNİN 
KARŞILAŞTIRILMASI
MURAT ARAZ ,  
 
SELÇUK ÜNİV. SELÇUKLU TIP FAK. TIBBİ ONKOLOJİ
Amaç:
Bu çalışmada, solid tümörü nedeni ile kemoterapi alan 
ve  febril nötropeni gelişen  hastalarda prokalsitonin ve 
C-reaktif protein (CRP) nin diagnostik ve prognostik belirteç 
olarak karşılaştırılması amaçlandı. 
Gereç ve Yöntem:
Çalışmaya 32 solid tümörü olan febril nötropenik hasta dahil 
edilmiştir. Hastalar 3 gruba ayrıldı;  klinik olarak tanımlanmış 
enfeksiyonu  olanlar,  mikrobiyolojik  olarak  tanımlanmış 
enfeksiyonu olanlar ve dökümente edilmiş enfeksiyon bulgusu 
saptanmayanlar  (nedeni  bilinmeyen  ateş).Tüm  hastalarda, 
febril  nötropenik  epizodun  başlangıcında  (bazal)  ve  ampirik 
antibiyoterapi  başlandıktan  48  saat  sonra    prokalsitonin  ve 
CRP değerleri ölçülerek karşılaştırıldı. 
Bulgular:
19(%59)  hastada  klinik  olarak  tanımlanmış  enfeksiyon  ve  6 
hastada  (%18)  mikrobiyolojik  olarak  tanımlanmış  enfeksiyon 
saptandı.  Klinik  ya  da  mikrobiyolojik  dökümente  edilmiş 
enfeksiyonu  olmayan  hasta  sayısı  9(%28)  idi.  Klinik  veya 
mikrobiyolojik  olarak  dökümente  edilmiş  enfeksiyonu  olan 
ve olmayan hastaların bazal serum prokalsitonin (p=0.78 ) ve 
CRP  (p=0.194    )  değerlerinde  anlamlı  fark  bulunmadı.  Tüm 
hastaların bazal ve 48. saat prokalsitonin   ve  CRP  değerleri 
karşılaştırıldığında tedavi ile prokalsitonin değerlerinde anlamlı 
(p=0.004)    azalma  görüldü.    Dökümente  edilmiş  enfeksiyonu 
olan  hastalarda  da  yine  prokalsitonin  değerlerinde  tedavi  ile 
anlamlı (p=0.012) azalma saptandı. Tersine dökümente edilmiş 
enfeksiyonu  olmayan  hastalarda  tedavi  ile  prokalsitonin 
değerlerinde  anlamlı  düşüş  olmazken  (p=0.078),  CRP 
değerlerinde (p=0.025)anlamlı düşüş tespit edildi. 
Sonuç:
Febril  nötropeni  ile  başvuran  hastalarda  serum  CRP  ve 
prokalsitonin değerleri enfeksiyonu olan ve olmayan hastaları 
ayırt  etmek  için  önemli  parametreler  olarak  bulunmamıştır. 
Ancak  dökümente  enfeksiyonu  olan  hastalarda  prokalsitonin 

TIBBI
ONKOLOJI
KONGRESI
173
tedaviye yanıtı değerlendirmede önemli bir parametre olarak 
bulunmuştur.   
EP-71
TRANSARTERİYEL KEMOEMBOLİZASYON DENEYİMLERİMİZ
MUZAFFER SEZER , YEŞİM YILDIRIM , İ. NECDET ÜSKENT , 
HALUK ONAT  
 
ANADOLU SAĞLIK MERKEZİ TIBBİ ONKOLOJİ DEPARTMANI
Amaç:
Transarteriyel  kemoembolizasyon  (TACE)  intraarteriyel 
kemoterapi  ve  arteriyel  embolizasyonun  aynı  anda 
uygulanmasıdır.  Bu  çalışmada  2006-2011  tarihleri  arasında 
merkezimizde  yapılan  TACE  olguları  retrospektif  olarak 
incelenmiştir.
Gereç ve Yöntem:
36 hastaya toplam 54 kez TACE yapılmış olup bunların 14 üne 
birden fazla TACE yapılmıştır. Ondokuz hasta kadın (%53), 17 
hasta  erkek  (%47)  olup  ortalama  yaş  58  dir.  Hastaların  12  si 
(%33) primer karaciğer kanseri, 9 u (%25) metastatik kolorektal 
karsinom, 4 ü (%11) kolanjiokarsinom ve geri kalanı metastatik 
servikal, meme, bronş ve testiküler karsinomdu. Bütün işlemler 
girişimsel  radyologlar  tarafından  biplane  anjiografi  eşliğinde 
yapıldı.  Lokal  anestezi  ile  5F  kılıf  common  femoral  artere 
yerleştirildikten sonra aortagrafi, çölyak ve süperior mezenterik 
arteriografiyi takip ederek 5F cobra veya Sim1 kateter sol veya sağ 
hepatik artere kılavuz kateter olarak yerleştirildi.  Mikrokateter 
kullanarak ilaç yüklü partiküllerle lober, segmental veya süper 
selektif  kemoembolizasyon  gerçekleştiridi.  Tümör  çapına 
bağlı olarak 50 mg/2ml doksorubisin (maksimum 150 mg) ve 
100  mg/2ml  irinotekan  (en  sık  kolorektal  metastazlarda  ve 
maksimum 200mg) yüklü 100-300, 300-500, 500-700 micron 
partiküller kullanıldı. Bütün hastalarda işlem öncesi ve sonrası 
antibiyotik profilaksisi antiemetik ve ağrı palyasyonu sağlandı.
Bulgular:
TACE  uygulanan  olgularımızda  irinotekan  14  kez  (%26), 
doksorubisin 40 kez (%74) kemoterapötik ajan olarak kullanıldı. 
Olgularımızın hiçbirinde kontrol edilebilir ateş ve ağrı dışında 
ciddi komplikasyon görülmedi. 
Sonuç:
Günümüzde TACE karaciğerin primer ve sekonder kanserlerinin 
tedavisinde cerrahi rezeksiyona alternatif bir yaklaşım olarak 
kabul edilmektedir. 
EP-72
OTOİMMUN HASTALIKLARDA LENFOMA: 9 OLGU
SEMRA PAYDAŞ 
 
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
Amaç:
Otoimmun  hastalığı  olan  kişilerde  lenfoproliferatif  hastalık 
olasılığının  arttığı  bilinmektedir.  Burada,  otoimmun  hastalık 
öyküsü olan ve daha sonra lenfoma gelişen 9 olgu sunulmuş ve 
t mevcut bilgiler gözden geçirilmiştir.
Gereç ve Yöntem:
Lenfoma  tanısı  ile  başvuran  olgulardan  otoimmun  hastalık 
öyküsü  olan  olgular  geriye  dönük  olarak  gözden  geçirilerek 
sunulmuştur.
Bulgular:
Olguların 3’ü erkek 6’sı kadın idi. Otoimmun hastalık başlama 
yaşı 18-49 arasında değişmekte iken lenfoma tanı yaşı 28 ile 
62 arasında değişmekte idi. Olguların 3’ünde romatoid artrit, 
2’sinde Behçet hastalığı, 2’sinde Sjogren sendromu varken  1’er 
olguda  anti-foslipd  sendromu  ve  romatoid  artrit-polimiyozit 
overlap sendromu mevcuttu. En fazla kullanılan ilaç prednizon 
ve  metotreksat  iken  Behçet  olgularında  yalnızca  lokal  tedavi 
öyküsü vardı. Olgulardan anti-fosfolipid sendromu olan olguda 
Anjiyoimmunoblastik  T  hücreli  lenfoma  gelişti,  geri  kalan  8 
olguda  gelişen  lenfoma  B  hücre  kökenliydi.  Bu  olgulardan 
5’inde diffüz büyük B hücreli lenfoma, 2 olguda marjinal zon 
lenfoma ve 1 olguda foliküler lenfoma vardı. Lenfoma tipi ve 
evresine uygun tedavi verilen olgularda tam remisyon sağlandı. 
Bir  olgu  relaps  ile  kaybedildi,  1  olgu  lokal  relaps  ile,  7  olgu 
remisyonda izlenmektedir.  
Sonuç:
Otoimmun  hastalık  nedeniyle  izlenen  hastalarda  ortaya 
çıkan  lenfomalar  ağırlıklı  olarak  B  hücre  kökenli  olup  en 
fazla  romatoid  artrit  öyküsü  olanlarda  ve  metotreksat 
tedavisi  uygulanan  hastalarda  saptanmıştır.  B  hücre  kökenli 
lenfomalarda  tedavide  kullanılan  rituximab’ın  otoimmun 
hastalık  tedavisinde  de  etkili  olduğu  dikkate  alınacak  olursa 
2  hastalık  için  de  avantaj  sağlanabileceği  düşünülse  de  bu 
olgularda PML riski de dikkate alınmalıdır. 
EP-73
ONKOLOJİ KLİNİĞİNİNE BAŞVURAN HASTALARDA STRES 
DURUMUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ
AHMET TANER SÜMBÜL , HÜSEYİN ABALI , UMUT DİŞEL , AYBERK 
BEŞEN , AHMET SEZER , FATİH KÖSE , HÜSEYİN MERTSOYLU , 
SADIK MUALLAOĞLU , ÖZGÜR ÖZYILKAN  
 
BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ TIBBİ ONKOLOJİ BİLİM 
DALI
Amaç:
21 yy en önemli problemlerinde birisi olan stres kanserle hem 
etyolojik  olarak  hemde  sonlanım  yönünden  ilişkilidir.  Bizde 
çalışmamızda  onkoloji  polikliniğimize  başvuran  hastalarda 
stres seviyesini ölçerek hastalık durumu ve sosyal faktörlerle 
ilişkisine baktık.
Gereç ve Yöntem:
Çalışmamıza kliniğimizde takip edilen 653 hasta dahil edildi.
Bulgular:
Hastaların  209’u  (%32)  adjuvan,  321’i  (%49.2)  palyatif  KT 
almaktaydı.  123  hastada  (%18.8)  tedavisini  tamamlamış 
kontrollere  gelen  hastaydı.Hastaların  48’  de  (%7.4)  sosyal 
destek zayıf, 272’sinde (%41.7) orta ve 237’sinde (%36.3) iyiydi. 
134  hasta  (%20.5)  hiç  okula  gitmemiş,  285’i  (%43.6)  ilkokul, 

174
174’ü (%26.6) orta-lise ve 58’i (%8.9) üniversite mezunuydu. 
Stres skalasını kullanarak ( 0: stres yok, 10: yüksek stres)  tüm 
hastaların  stres  durumları  ölçüldü.  Stres  puanının  ortancası 
4 olarak saptandı. Adjuvan, palyatif ve kontol grubunda olan 
hastaların stres ortancaları sırasıyla 5 (4,4-4,9  95% GA), 5 (4,3-
4,9  95%  GA)  and  3(2,6-3,4  95%  GA)  oarak  bulundu.  Eğitim 
durumu ve sosyal destekle, adjuvan ile palyatif kemoterapi alan 
kollar arasında stres seviyesi yönünden ilişki saptamazken aktif 
kemoterapi  almayan  kontrollere  gelen  grupta  stres  seviyesi 
istatiksel anlamlı olarak daha düşük saptandı (p:0.0001).
Sonuç:
Bulgularımızla  onkoloji  kliniğinine  başvuran  tüm  hastalarda 
stres  olduğunu  ancak  bu  durumun  eğitim  ve  sosyal  destek 
durumuyla  ilşkili  olmadığını  ancak  stres  seviyesinin  aktif 
kemoterapi alan hastalarda daha yüksek olduğunu gösterdik.
EP-74
KAPESİTABİN İLİŞKİLİ CİDDİ HİPERTRİGLİSERİDEMİ; İKİ OLGU 
SUNUMU
BERNA BOZKURT DUMAN 
1
, SEMRA PAYDAŞ 
2
, MERAL 
GÜNALDI 
2
, ÇİĞDEM USUL AFŞAR 
2
, VEHBİ ERÇOLAK 
2
, TAMER 
TETİKER 
3
, MERVE ŞİMŞEK DİLLİ 
4
, VEYSEL HAKSÖYLER 
4
 
 

ADANA NUMUNE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ 

ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ MEDİKAL ONKOLOJİ 
B.D. 

ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ENDOKRİNOLOJİ 
B.D. 

ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ HASTALIKLARI 
A.B.D
Amaç:
GİRİŞ: Kapesitabin meme kanseri ve kolon kanserinde sıklıkla 
kullanılan bir oral fluropirimidindir. Kapesitabinle ilişkili olarak 
sıklıkla  gözlenen  yan  etkiler  gastrointestinal  hematolojik 
yanetkiler  ve  palmoplantar  dizestezidir.  Burada  kapesitabini 
yan etkisi olarak ciddi hipertrigliseridemili 2 olgu sunulmuştur.
Gereç ve Yöntem:
OLGU-1:  47  yaşında  metastatik  meme  karsinomu  tanılı 
hasta;kapesitabin  2500mg/m
2
  iki  dozda  2  hafta  sürekli,  3 
haftada  bir  uygulandı.  Bazal  lipid  profili  ve  trigliserid  düzeyi 
normal sınırlarda idi. Takiplerinde 5 siklus kapesitabin tedavisi 
sonrası;  trigliserid  düzeyi  9050  olarak  ve  kontrolünde  9063 
olarak saptandı. Kapesitabin kesildi; hastaneye yatırılan olguya 
lipid aferezi uygulandı. Lipid aferezini takiben lipid düşürücü 
tedavi  ve  diyet  uygulandı.  Tedavinin  14.  gününde  trigliserid 
düzeyi  normale  döndü.  Normal  lipid  düzeyleri  ile  hastanın 
takibi sürmektedir.
OLG-2:  48  yaşında  metastatik  meme  karsinomu  tanılı  hasta; 
kapesitabin  2500mg/m
2
  iki  dozda  2  hafta  sürekli,  3  haftada 
bir  uygulandı.  .Bazal  trigliserid  düzeyi  200-220mg/dl    idi. 
Takiplerinde  8  siklus  kapesitabin  tedavisi  sonrası;  trigliserid 
düzeyi  657  oldu.  Kapesitabin  kesildi;  Hastaya  lipid  düşürücü 
tedavi  ve  diyet  başlandı.  Kontrolü  planlanan  hastanın  takibi 
sürmektedir.
Tartışma:
Hipertrigliseridemi,  burada  sunulan  2  olguda  olduğu  gibi 
kapesitabinin  önemli  ancak  sık  saptanmasa  da  ciddi  yan 
etkilerinden  biridir.  Kapesitabin  ilişkili  hipertrigliserideminin 
etyolojisi  tam  olarak  bilinmemektedir.  Hipertrigliserideminin, 
olgularımızda  olduğu  gibi  geç  başlaması;  kapesitabinin 
trigiliserid metabolizması ile ilgili enzimleri (lipoprotein lipaz, 
hepatik  lipoprotein  lipaz  apoprotein  CII  gibi  apoproteinler) 
etkilemesi ile ilişkili olabileceği ileri sürülmektedir.
Sonuç:
Lipid  profili  kanser  hastalarında  rutin  pratikte  çok 
kullanılmamaktadır.  Bu  iki  olgu  dolayısıyla  anormal  lipid 
profilinin bilinen kardiyovasküler yan etkileri yanı sıra ciddi akut 
pankreatit gibi durumlara yol açabilmesi nedeniyle özelliklede  
trigliserid  düzeylerinin  kapesitabin  kullanan  hastalarda 
takibinin yapılması gereklidir.
EP-75
KANSERLİ HASTALARDA GİZLİ HEPATİT B ENFEKSİYONUNUN 
ÖNEMİ VAR MI?
VOLKAN ERDOĞAN 
1
, ATIFET YASEMİN ÖZTOP 
1
, SAADETTİN 
KILIÇKAP 
2
, TUNÇ GÜLER 
3
 
 

C.Ü. TIBBİ MİKROBİYOLOJİ ABD 

C.Ü. TIBBİ ONKOLOJİ ABD 

SÜ MERAM TF TIBBİ ONKOLOJİ
Amaç:
HBsAg’nin  negatif  olduğu  durumlarda,  HBV  DNA  varlığı  gizli 
hepatit  B  olarak  bilinmektedir.  Immunsüpresif  hastalarda 
HBV reaktivasyonuna neden olması gizli HBV enfeksiyonunun 
önemini artırmaktadır
Gereç ve Yöntem:
Çalışmada  akciğer,  meme  ve  gastrointestinal  sistem  kanserli 
hastalarda  tedavi  öncesi  alınan  kan  örneklerinde  Hepatit 
markırları,  KCFT  bakıldı  ve  gizli  HBV  varlığı  real-time  PCR  ile 
araştırıldı.
Bulgular:
Çalışmaya HBsAg negatif 180 kanserli hasta (60 GIS, 60 akciğer 
ve  60  meme  kanseri)  ve  60  sağlıklı  birey  alındı.  Toplam  240 
bireyden  alınan  serumda  gizli  HBV  sağlıklı  bireylere  oranla 
kanserli  hastalarda  daha  yüksek  oranda  izlendi  (p<0,001). 
Kanserli hastalarda HBV DNA pozitifliği %18, sağlıklı bireylerde 
%2  idi.  En  yüksek  gizli  HBV  GIS  kanserlilerde  görüldü  (%22). 
Akciğer ve meme kanserlerinde bu oran sırasıyla %18 ve %13 
idi. Kanser türüne göre gruplar arasında bir fark bulunamadı 
(p=0,09).  Gizli  HBV  enfeksiyonu  her  iki  cinsiyette  de  benzer 
oranlardaydı  (p=0,809).  Bazal  KCFT’leri,  serum  antiHBs  ve 
antiHBc  gizli  HBV  enfeksiyonu  olan  ve  olmayan  gruplarda 
benzerdi  (p>0.05).  Gizli  Hepatit  B  enfeksiyonlu  hastaların 
%47’si 10
1
 IU/ml’den az, %28’i 10
1
 IU/ml ile 10
2
 IU/ml arasında, 
%9’u  10
2
  IU/ml  ile  10
3
  IU/ml  arasında,  %12’si  10
3
  IU/ml  ile 
10
4
  IU/ml  arasında  ve  %3’ü  10
4
  IU/ml’den  yüksek  HBV  DNA 
bulundu.
Sonuç:
Kanserli hastalarda gizli HBV enfeksiyonu sağlıklı bireylere göre 
daha  yüksek  orandadır.  Kemoterapi  verilen  hastalarda  gizli 

TIBBI
ONKOLOJI
KONGRESI
175
HBV enfeksiyonu varlığının bilinmesi reaktivasyonu önlemede 
yararlı olabilir.
EP-76
MALİGNİTEYE BAĞLI ASİTLİ HASTALARDA MELD-NA 
SKORUNUN GENEL SAĞKALIMA ETKİSİ
HÜSEYİN ENGİN 
1
, CEMİL BİLİR 
1
, YÜCEL ÜSTÜNDAĞ 
2
 
 

ZONGULDAK KARAELMAS ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ 
ONKOLOJİ B.D 

ZONGULDAK KARAELMAS ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ İÇ 
HASTALIKLARI A.D
Amaç:
Asit  birçok  kanser  hastasında  son  dönem  bulgusu  olarak 
ortaya çıkmaktadır ancak malign asitli hastalarda sürviye ilişkin 
faktörler  yeterince  çalışılmamıştır.  Bizde  çalışmamızda  KCS  li 
hastalarda kullanılan MELD-Na skorlamasını maligniteye bağlı 
asitli hastalarda araştırdık.
Gereç ve Yöntem:
2004-2011  yılları  arasında  üniversitemiz  Onkoloji  kliniğinde 
takip ve tedavi edilen toplam 82 pankreatik ve mide kanserli 
hasta çalışmaya alındı.
Bulgular:
Çalışma grubunda ortalama yaş 59(±12) du. 59 mide kanseri, 
23  hastada  ise  pankreas  kanseri  mevcuttu.  Genel  sağkalım 
(OS) mide kanserinde 16.8 (IR 1-98) ay, pankreas kanserinde 
16.3 (0.5-81) aydı ve 2 grup arasında fark yoktu. Progresyonsuz 
sağkalım  ise  mide  kanserinde  anlamlı  olarak  uzundu  (16.5 
aya  karşın  6.5  ayd,  P:0.04).  MELD-Na  skoru  mide  kanserli 
hastalarda  22,  pankreas  kanserlilerde  ise  19.5’du.  Multiple 
regresyon  analizinde  OS  ile  2  bağımsız  risk  faktörü  anlamlı 
olarak  bulundu.  Bunlar  PFS  ve  MELD-Na  skoruydu,  R²  %82, 
regresyon  eşitliği  Overall  Survival  =17,4  -  0,522  MELD-Na  + 
0,902 PFS olarak bulundu.
Sonuç:
MELD-Na skoru serum kreatinin, INR ve bilirubin düzeylerine 
sodyum  düzeyi  de  ilave  edilerek  bulunmuş  bir  skorlamadır.  
Son dönem kanser hastalarında gerek akut böbrek yetmezliği 
gerekse  çeşitli  sebeplere  dayalı  olarak  azalan  karaciğer 
rezervi ve INR veya bilirubin artışı, elektrolit bozukluklarından 
özellikle  hiponatremi  KCS  li  hastalara  benzer  olarak  bizim 
hasta  grubumuzda  da  terminal  dönemde  görülmektedir.  Bu 
nedenle sonuçlarımız MELD-Na skorlaması asit gelişmiş kanser 
hastalarında da sağkalımı tahmin etmede kullanılabilecek bir 
skorlama olarak araştırılmalıdır.
EP-77
ETKİLEŞİMLİ PORTABLE DOCUMENT FILE (PDF) 
DOSYALARININ ONKOLOJİ KLİNİKLERİNDE HASTA VE TEDAVİ 
KAYITLARINDA KULLANIMI
CÜNEYT EBRULİ 
1
, FERHAT EYİLER 
2
 
 

KOCAELİ DEVLET HASTANESİ 

AYDIN ATATÜRK DEVLET HASTANESİ
Amaç:
Onkoloji  kliniklerinde  ayaktan  ve  yatarak  tedavi  gören 
hastalarda  kayıt,  dökümantasyon  ve  arşiv  amaçlı  harcanan 
zamanın azaltılması.
Gereç ve Yöntem:
Masaüstü  ve/veya  dizüstübilgisayarlara  kurulan  adobe 
acrobat professıonal v.9 yazılımı ile klinik dosya girişi ve takibi 
formu, reçete formu, laboratuvar istek formu, radyoloji istek 
formu,  radyoterapi  takip  formu,  kemoterapi  order  formu, 
konsültasyon  formu,  epikriz  formu  ile  yatan  hasta  formları; 
etkileşimli pdf formları halinde hazırlandı. hazırlanan formlar 
hastanın  kliniğe  başvurusundan  başlayarak,  tüm  tedavi  ve 
tedavi  sonrası  süreci  kaydetmek  amacıyla  kullanıldı.  ayrıca 
kodak i40 döküman tarayıcısı ile diğer klinik ve hastanelerden 
refere edilen hastaların patoloji raporu, radyoloji raporları vb. 
belgeler  taranarak,bilgisayar  ortamında  hasta  adına  açılan  
dosyalara (e-dosya) kaydedildi.
Bulgular:
Hasta  ve  tedaviye  ait  bilgilerin  etkileşimli  pdf  formatında 
hazırlanıp,  kullanıma  sunulması  ile  klasik  hasta  dosyası 
formatından  vazgeçilerek;  hasta  ve  tedaviye  ait  tüm 
süreç  bilgilerinin  dijital  ortamda  saklandığı,  elekronik  hasta 
dosyasına (e-dosya) geçilmiş oldu. dijital dosyalama sayesinde, 
klasik dosyalamanın getirdiği dosyadaki bilgilerin eksik olması, 
bilgilerin  okunamaması  ve  arşivde  dosyanın  bulunamaması 
gibi, takibi zorlaştıran sorunların ortadan kaybolduğu gözlendi. 
klinik  araştırmalar  için  kliniklerde  yapılan  “dosya  dökümü” 
adı verilen ve klinisyenlerin günlerini, hatta aylarını alan arşiv 
taramalarının; klinisyen tarafından dijital ortamda birkaç saat 
içinde  tamamlanabildiği  görüldü.  etkileşimli  pdf  dosyalarına 
“e-imza”  uygulaması  da  dahil  edilerek,  kayıtların  hukuksal 
açıdan  da  geçerli  bir  duruma  gelmesi  sağlandı.  kodak  i40 
döküman tarayıcının 25 sayfa/dakika hızında çalışmasıyla da, 
hasta dosyası hazırlama işinin dakikalara indiği gözlendi.
Sonuç:

176
Adobe  professıonal  programı  aracığlığıyla  pdf  dosyalarında 
görüntüleme,  arama  ve  yazdırma  yapılabilmesi;  herhangı 
bır  belgeden  pdf  belgelerı  oluşturabilmesi;  optık  karakter 
tanıma (ocr) özellığı sayesınde kağıt belgelerı pdf’ye tarama ve 
metnı  otomatık  olarak  tanıması;  dosyalara  erışımı  sınırlamak 
veya  yazdırmayı,  kopyalamayı  ya  da  içeriği  değiştirmeyi 
sınırlamak  için  pdf  belgelerine  şifre  ve  izinler  uygulaması 
gibi  nedenlerle,  etkileşimli  pdf  dosyalarının  tıbbi  kayıtlarda 
kullanımı,  klinisyenlerin  zaman  kaybını,  kliniklerinse  işgücü 
kaybını azaltmaktadır.
EP-78
BU BİLDİRİ GERİ ÇEKİLMİŞTİR.
EP-79
KOLOREKTAL KANSERLERDE SEKONDER MALİGNİTELER
DİLEK ERDEM , İDRİS YÜCEL , BAHİDDİN YILMAZ , GÜZİN 
DEMİRAĞ , YASEMİN KEMAL , FATİH TEKER  
 
ONDOKUZMAYIS ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ TIBBİ ONKOLOJİ 
BÖLÜMÜ
Amaç:
Kanserde  sağkalım  uzadıkça  ikincil  maligniteler  sık 
görülmektedir.  Bu  çalışmanın  amacı;  en  sık  tanı  konan 
kanserlerden  biri  olan  kolorektal  kanserde  ikincil  kanserlerin 
özelliklerini anlamak ve etkin takip programı geliştirmektir.
Gereç ve Yöntem:
06/2000  -09/2011  tarihleri  arasında  polikliniğimize  başvuran 
412  kolorektal  kanser  hastası  retrospektif  olarak    ikincil 
kanserler  açısından incelendi. Bu hastalarda; yaş, aile öyküsü, 
sekonder malignite varlığı, malignitelerin öncelik sırası, başka 
bir kanser varlığı, kolon kanseri yerleşim yeri, evresi ve tedavi 
şekli,  diğer  kanserin  yeri  ve  tedavi  şekli  ile  iki  kanser  arası 
interval, her iki kanserde metastaz durumu ve overall survival 
incelendi. Veriler SPSS-16 ile değerlendirildi.
Bulgular:
Hastaların 26’sında sekonder malignite görüldü (% 7.4). Toplam 
12 çeşit sekonder malignite vardı. Kadın/Erkek oranı; n= 12/14 
ve yaş ortalaması; 62±12 idi. Hastaların % 23.1’inde aile öyküsü 
vardı. Hastaların yalnızca 7’sinde (% 26.9) kitle rektumda idi. 
Kolorektal kanser, en sık mide kanseri ile birlikte görüldü (n=5, 
% 19.2), en az beraber olduğu kanserler ise GBM, HCC, akciğer, 
endometrium ve rektumdu (1’er hasta; % 3.8 her biri için). 12 
kadında  en  sık  mide  (n=3)  ve  meme  (n=3)  kanseri  görüldü. 
14 erkek hastada ise; en sık prostat (n=4) kanseri  görüldü. 3 
hastada senkron, 23  hastada metakron kanser vardı. Yalnızca 7 
hastada (% 26.9) kolorektal kanser önce görüldü. Bu hastalarda 
kolorektal  kanser-ikinci  kanser  intervali  1-49  ay;  ortalama 
23.8 ay idi. Bu hastalarda ortalama takip süresi 57 ay ve yaş 
ortalaması 55.5 yıl idi. Kolorektal kanserin sonradan görüldüğü 
hastalarda  ise  1-300  ay,  ortalama  58  ay  interval  vardı.  Bu 
hastalarda  en  uzun  intervali  olan  4  hastanın  (sırasıyla;  264 
ay,  120  ay,  120  ay  ve  300  ay)  2’sinde  meme  kanseri  sonrası 
kolorektal kanser görülmüştü. Tanıda kolorektal kanser en sık 
evre II (% 46.2) ve en az evre I’de (%11.5) görülürken, ikinci 
kanser  tanıda    %  57.7  (n=15)  oranında  evre  I  idi.  Kolorektal 
kanserde  takiplerde  18  vakada  (%  69.2)  hasta  tümörsüzken, 
ikinci  kanserde  hastaların  %  84.6’sı  tümörsüzdü.  Hastaların 
takip süresi ortalama 80 aydı. Hiçbir hastada başka bir kanser 
görülmedi. 14 hasta (% 53.8) metastatikti ve bunların % 71.4’ü 
(n=10) kolorektal kansere sekonder gelişmişti. 5 hasta (% 19.2) 
öldü.  Ölen  hastaların  2’sinde    hastalık  progrese  olurken,  3’ü 
kanser dışı nedenlerden kaybedildi.      
Yüklə 6,44 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   73




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin