III INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
1189
Qafqaz University 17-18 April 2015, Baku, Azerbaijan
....
Bedduâ etmezin ammâ ki Hudâ’dan dilerin
Bir senün gibi cefâkâre hevâdâr olasın
Şimdi bir haldeyüz kim ilenen düşmanına
Der ki Mihrî gibi sen dahi siyehkâr olasın"
beyitleri, onun âşıkânelik yönünü ortaya çıkarmış, aşkın hicrânları ve hüsrânları karşı-
sındaki sarsılışını göstermiştir.
Mihrî, şiirlerini üstâdların yoluyla, onların söz ve mânâ sanatlarıyla söylemiştir. Çağdaş
şâirler içinde en çok Necâtî Bey'i beğenmiş; onun "Çıkalı göklere âhum şereri döne döne /
Yandı kandîl-i sipihrün ciğeri döne döne" matla'ıyla başlayan ”döne döne” redifli gazeline,
"Âteş-i gamda kebâb oldı ciger döne döne / Göklere çıkdı duhânumla şerer döne döne" matla'lı
bir nazîre kaleme almıştır.
Sonuç olarak; edebiyatımızda, şiir sanatının sadece yüksek zümre kesimlerinde kalma-
yıp ev hanımlarına kadar inmesine vesile olmuş bu iki hanım şâirimizin, Amasyalı olmaları,
kültürlü bir ailede yetişmeleri, erkekler meclislerinde söz almaları, cesaretleri, şiirlerinde
benzer üslûpları benimsemeleri gözden kaçmamıştır. Her iki şâirimiz, hem yaşadıkları dönem
olan on beşinci yüzyıl edebiyatında önemli katkılarda bulunmuşlar; hem de kendilerinden
sonra gelen kadın şâirlere öncülük yapmışlardır.
NEVÂÎ DÖNEMİ ÇAĞATAY EDEBİYATI
Aygül İSMAYILOVA
ismayilova.aygul@gmail.com
AZƏRBAYCAN
15. yüzyılın ikinci yarısında Hüseyin Baykara, Herat merkez olmak üzere Horasan,
Sicistan, Cürcan, Toharistan ve Esterabad’ı idaresi altında birleştirerek 40 yıl kadar saltanat
sürmüştür. Timurluların bu son parlak döneminde Herat, siyasî ve ticarî merkez olmasının ya-
nısıra Baykara devrinin kültür ve sanat merkezi olmuştur. Bu devirde Çağatay Edebiyatı’nın
gelişmesi, hatta altın çağını yaşaması Baykara’nın gayretlerine bağlıdır.
Herat edebî merkezi, sadece Horasan ve Maveraünnehir’in büyük merkezleriyle değil,
Tebriz, Bağdat, İstanbul gibi kültür ve sanat merkezleriyle de temasta bulunmuştur. Bu yö-
relerin sanat insanları birbirlerine nazireler yazmış; birbirlerini etkilemişlerdir.
Çağatay Edebiyatı’nın zirveye ulaştığı bu dönemde, eli kalem tutan herkes Türk dilin-
den bahsetmiş; Farsçaya karşı Türkçeyi savunarak, Türk dilinde de ilmî ve edebî eserler oluş-
turulabileceğini göstermişlerdir. Dönemin en önemli isimleri Hüseyin Baykara, Ali Şîr Nevâî
ve Hâmidî’dir. Bu çalışmada özellikle Nevâî ve dönemindeki edebî ortam ve dil ele alınmıştır.
XV. yüzyılda altın çağını yaşayan Çağatay Edebiyatı’nın en önemli şairi olan Ali Şîr
Nevâî, Uygur kabilesinden olan Kiçkine Bahşi’nin oğlu olup, 1441 yılında Herat’ta doğmuş-
tur. Çocukluk ve gençlik döneminde çok iyi eğitim gören Nevâî, devrinin hükümdarı Hüseyin
Baykara ile birlikte okumuştur. Hüseyin Baykara tahta geçince, arkadaşı Nevâî’yi de yanına
çağırmıştır. Nevâî Sultan’a meşhur Hilâliyye kasidesini sunmuş ve onun hizmetine girmiştir.
Baykara, Nevâî’ye mühürdarlık vazifesini vermiştir.
Nevâî’nin bu devirde çok zengin hayatı olmuş; hükümdarı tarafından defalarca evinde
ziyaret edilmek şerefine ulaşmıştır. Bu yıllarda Nevâî, adeta ikinci bir hükümdar hayatı yaşa-
mış; şairlerin kendisine kaside sundukları, âlimlerin kitaplar ithaf ettikleri, saygı ve takdir dolu
bir hayatı olmuştur.
1500 yılı Aralık ayı sonunda Hüseyin Baykara gittiği bir seferden dönerken, Nevâî, her
zamanki gibi onu karşılamaya çıkmıştır. Bu son buluşmanın ardından kötü bir hastalığa yaka-
III INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
1190
Qafqaz University 17-18 April 2015, Baku, Azerbaijan
lanan Nevâî, bir daha ayağa kalkamadığı gibi konuşma yeteneğini de kaybetmiştir. Nevâî 1501
yılında Herat’ta vefat etmiştir.
Nevâî, manzum ve mensur eserleriyle sadece Çağatay Edebiyatı’nın değil, bütün Türk
Edebiyatı’nın önde gelen isimlerindendir. "Farsça Divânı" ve "Mecâlisü’n-nefâis" adlı tezki-
resiyle de İran Edebiyatı'nda çok üstün bir yeri vardır.
Nevâî, Arap ve Fars dillerini anadili gibi bilmekle kalmayıp, bu dillerin inceliklerine ve
edebiyatlarına tam vakıftır. Şairin çok zengin bir hayâli, kuvvetli hafızası, derin zekâsı ve
duygulu bir rûhu vardır. Türkçe söyleyişin bütün esaslarına ve inceliklerine sâdık kalarak mil-
letinin ileride “Nevâî Dili” diye isimlendireceği kuvvetli ve millî bir edebi dil meydana getir-
miştir.
Aydınların Farsça yazmayı meziyet saydıkları dönemde, Nevâî’nin Türkçenin birçok
yönden Farsçadan üstün bir dil olduğunu savunması ve Türkçe ile de yüksek bir edebiyat mey-
dana getirmenin mümkün olduğunu bizzat eserleriyle ispat etmesi, genç şairleri Türkçe yaz-
maya teşvik ederek özendirmesi göz önüne alınırsa, kültür ve edebiyat hayatımızda yeri ve
hizmeti daha iyi anlaşılır.
Divân, mesnevî, tezkire, tarih gibi türlerde; musikî, aruz, dil gibi mevzularda otuza ya-
kın eser veren Nevâî, devrinin olduğu kadar, Türk Edebiyatı’nın da en mühim şahsiyetlerin-
den biri olmuştur.
Nevâî, Klasik Şiir'in bütün vezinlerini ve hemen hemen bütün klasik konularını işlemiş;
bir yandan da bu şiire onun eliyle ve onun sanatında klasikleşen yeni konular, yeni şekiller ve
yeni sanat unsurları getirmiştir. Şairin dördü Türkçe ve biri Farsça olmak üzere beş divanı
vardır.
Büyük sanatkâr şiirde olduğu kadar tarih, tenkit, tetkik, biyografi, hikâye ve özellikle
mesnevî alanlarında üstün başarı göstermiş, ölümsüz eserler bırakmıştır. Onun nesir dili de
güzel, ince, şiirli ve ustalıklıdır.
Nevâî’nin yüksek bir millî şuura ve sarsılmaz bir Türkçe sevgisine sahip olduğu hemen
hemen bütün eserlerinde görülmektedir. Devrin bazı şairleri bu ısrarlı Türkçeciliği tenkit et-
mişler, hatta alaya almışlardır. Halbuki Nevâî’nin Türkçe anlayışı aşırı bir öz Türkçecilik ma-
nasında değildir. O edebî eserlerin, özellikle şiirin doğrudan doğruya Farsça yazılmasına karşı
çıkmıştır.
Nevâî, yüz kadar Türkçe fiil sayarak, bu kelimelerin hiçbirisinin Farsça karşılıkları ol-
madığını söyler ve o devir Türkçesinde lezzetle kullanılan "süzmek, içmek, yudum yudum iç-
mek" gibi kelimelerin Farsça karşılıkları olmadığı için, Farsçanın bu kelimelerin lezzetinden
mahrum olduğuna dikkati çeker. Daha başka kelimeler üzerinde de bilgiler verir. Meselâ; Türk-
çede her çeşidinin bir başka adı olan ördeğe Farsçada sadece "mürgâb" denir. Hâlbuki Türk-
çede ördeğin erkeğine "suna", dişisine "burçin" denir. Ördeğin ayrıca "çörke", "almabaş", "ça-
kırkanad", "temürkanad", "alapake", "bağçal" vb isimleri de vardır.
Nevâî’nin şiirinde Türkçe, aynı asrın Osmanlı şairi Ahmed Paşa’nın ve bir asır sonraki
Türk şairleri, Fuzûlî ve Bâkî’nin şiirlerindeki Türkçeye gerek kullanılan kelimeler bakımın-
dan, gerek umumi âhenk ve ifade bakımından tamamıyla uygun bir kıvam içinde gelişmiştir.
O kadar ki bu üç dil – Azerbaycan, Anadolu ve Ortaasya edebî dilleri – arasındaki fark yine
Türkçe’nin kendi lehçe farkları olarak yaşamıştır.
Devrin şartlarına rağmen şairin anadiline bu kadar sahip çıkması takdire layıktır. Bu
araştırma sırasında Nevâî’nin Türk Edebiyatı’ndaki ve Türk dilindeki yerini bir kez daha anla-
mış olduk. Bu nedenle onun yaptığı hizmet hiçbir zaman unutulmalı, her zaman göz önünde
tutulmalı ve sonraki nesillere mutlaka duyurulmalıdır.
III INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
1191
Qafqaz University 17-18 April 2015, Baku, Azerbaijan
MUHAMMED LUTFÎ`NİN ŞİİRLERİNDE EHL-İ BEYT SEVGİSİ
Lalə ŞABANOVA
Qafqaz Üniversitesi
lale.shabanova@gmail.com
AZƏRBAYCAN
Tarih sayfalarında karşımıza nice değerli kurucu ruhlar çıkar. Bu ruhlar, Hak aşkıyla için
için yanmalarına mukabil, çağlayanlar gibi coşkun akar ve susuz sinelere su, ıssız gönüllere
vaha serinliği taşırlar. İşte bu gönül hekimlerinden biri de Hâce Muhammed Lutfî`dir.
Alvar İmamı veya Efe Hazretleri olarak tanınan, Muhammed Lutfî, 1868-1956 yılları
arasında yaşamış, mürşid, mutasavvıf, âlim ve bilge bir şahsiyettir. Yaşadığı süre zarfında di-
nine, vatanına ve milletine hizmete kendisini adamış ve bu hizmeti, duruma göre bazen tek-
kede bazen ise Türk milletinin kurtuluş mücadelesini verdiği cephede ifa etmiştir. Onun yegane
eseri, şiirlerini ihtiva eden “Hulâsatü’l-Hakâyık’ı ve Mektûbat-ı Hâce Muhammed Lutfî”
Divânı`dır.
Muhammed Lutfî`nin Divân’ı hece vezninin ve aruzun çeşitli kalıplarıyla yazılmış çok
sayıda şiir, bir mir`âciye ve bir mevlid ihtiva eden, dinî ve tasavvufî muhtevalı bir eserdir.
Muhammed Lutfî`nin şiirleri, toplumun her kesiminden, hemen her insanın anlayabileceği
şekilde, sade ve samimi bir dille kaleme alınmıştır. Üslubu samimi olan bu şiirler, işledikleri
konular itibariyle de, mücevher çeşitliliği ve kalitesi bakımından son derece kıymetli bir
hazine görünümündedir.
Muhammed Lutfî`nin "Hulâsâtü’l-Hakâyık" eserini incelediğimizde, onun şiirlerinde
daha çok Allah (c.c.) ve Resulullah (s.a.v.) ile Ehl-i beyt muhabbeti görülmektedir. Muham-
med Lutfî`nin özellikle Ehl-i Beyt'e olan sevgisi Divân`ında açıkça görülür. "Lutfî Divanı"nda
25 tane Ehl-i Beyt sevgisini anlatan şiir yer alır.
Ehl-i Beyt “ev halkı” anlamına gelen, bir hanenin sahibiyle onun eşini, çocuklarını,
torunlarını veya yakın akrabalarını içermektedir. Dinî literatürde Ehl-i Beyt terkibi, kısaca Hz.
Peygamber`in ev ahalisi ve akrabaları için kullanılan bir kavramdır. Ehl-i Beyt'ten kasıt Hz.
Peygamber, damadı Hz. Ali, kızı Hz. Fatma, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olarak kabul
edilmektedir. Ehl-i Beyt'i oluşturan fertler için Âl-i Abâ, Âl-i Muhammed ve Hamse-i Âl-i
Abâ gibi tabirler de kullanılmaktadır.
Muhammed Lutfî`nin şiirlerine yansıyan Ehl-i Beyt sevgisinde öne çıkan en önemli
nokta Kerbelâ Hadisesi ve Muharrem ayıdır. Kerbelâ, Hz. Peygamber’in en küçük kızı Hz.
Fatıma ile amcasının oğlu ve küçük yaştan itibaren denetiminde büyüyen Hz. Ali’nin iki erkek
evladından ikincisi, Hz. Muhammed’in sevgili torunu Hz. Hüseyin’in şehit edildiği mekândır.
Bu mekân, bir günün çok kısa bir anında başlayıp sona ermesine karşılık etkileri itibarıyla
tarihin en önemli olayına sahne olmuştur. Kerbelâ Vakası, asırlar boyu kanayan bir yaradır.
Mü'min ve Müslüman olarak tanımlanan herkesin içinden bir "âh!" çekerek okuduğu, anlattığı
veya dinlediği bir faciadır ve dermansız yara gibi kanamaya devam etmektedir.
“Bugün mâh-ı Muharrem`dir, muhibb-i hânedân ağlar,
Bugün eyyâm-ı mâtemdir, bugün âb-ı revân ağlar;
Hüseyn-i Kerbelâ`yı kan ile elvân eden gündür,
Bugün Arş-ı muazzamda olan âlî dîvân ağlar.” (MLD, 2006: 119/1-9)
Hz. Ali, Hz. Peygamber'in damadı, Hz. Fatıma`nın eşi, Hasan ve Hüseyin`in babalarıdır.
Hz. Peygamber`in soyu Hz. Ali`den devam etmiştir ve o bütün evliyaların piridir. Muhammed
Lutfî`nin şiirlerinde Hz. Ali, Aliyyül-Mürtezâ, Şah-ı Merdân Haydar Ali, Hayder-i Kerrâr,
Damâd-ı Peygamber olarak kelime ve tamlamalarla geçmektedir.
“Aliyyü’l a’lâ harfidir,
Hasan Hüseyin zarfıdır,
III INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
1192
Qafqaz University 17-18 April 2015, Baku, Azerbaijan
Cemâl-i cânân zülfüdür,
Şâh-ı merdân Hayder Ali” (MLD, 2006: 508)
Hz. Fatıma, Hz. Peygamber`in Hz. Hatice`den dünyaya gelmiş altı çocuğundan biri ve
Efendimiz`in gözünün nuru idi. Peygamberimiz'in kızlarının yaşça en küçüğü olan Hz. Fatıma
hicretten 13 yıl önce Mekke`de dünyaya gelmiştir. Hz. Fatıma`nın ismiyle birlikte anılan
lakabı, “Zehra”dır. Bu kelime, “Ak yüzlü” manasını taşımaktadır.
“Fâtımâtü`z-Zehrâ ciğer-hûn olur,
Hasen`le Hüseyin ceddini bulur;
Bizleri fedâ kıl ya Rabbi n`olur,
Ümmet-i ceddimiz bulsun emânı.” (MLD, 2006: 606)
“Fâtımâtü`z-Zehrâ hayru`n-nisâdır
Ümmü`l-Haseneyn hem zarf-ı Hudâ'dır” (MLD, 2006: 146)
Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şerifi`nde şöyle buyurur: “Hasan ve Hüseyin benim
oğullarımdır. Onları seven beni sevmiş olur, beni seven Allah`ı sever; Allah`ı (c.c.) kim sever-
se onu cennetine koyar. Kim onları sevmez ve onlara düşmanlık ederse, bana düşmanlık etmiş
olur; bana düşmanlık edeni Allah'ı (c.c.) sevmez. Allah kimi sevmezse onu cehenneme koyar.”
Hazret-i Hüseyin ( r. a.), Efendimiz`in (s. a. v.) sevgili torunu, Hazret-i Ali (r.a.)’in sevimli
oğlu, “Şehit” lakabıyla meşhurdur. Başına gelen acı hadiseler dolayısıyla İslâm ümmetinin
yüreklerini sızlatan bir yiğittir; “Kerbelâ Şehidi” diye de tanınır.
“Hüseyn evlâd-ı Zehrâ`dır, Hüseyn gonce-i Esrâ`dır;
Hüseyn bir âlem-ârâdır, muhibb-i hânedânım men.
O mahbûb-i Muhammed`dir, Alî`nin kurret-i ayni,
Şehâdet şerbeti sîr-âb edüpdür âl-i Hüseyn`i.
Muhammed âleme rahmet, Alî`dir deryâ-yı himmet;
Hasen`dir meşrik-i şefkat, muhibb-i hânedânım men.” (MLD, 2006: 368)
Sonuç olarak; Muhammed Lutfî "Hulâsatü’l-Hakâyık" isimli eserinde Allah (c.c.) ve
Peygamber (s.a.v) sevgisinin yanında Ehl-i Beyt sevgisi, sahabe-i kirâm ve özellikle de dört
halife sevgisinden sıkça söz eder. Onların önde gelen vasıflarını şiirlerinde en güzel ifadelerle
yansıtır; şefaatlerini umar ve birlikte haşr olunma dileğini sıkça vurgular. Özellikle de Hz.
Hüseyin`in Kerbelâ`da şehit edilmesinden duyduğu ıstırabı pek çok şiirinde ele alır.
MAYAKOVSKİ'NİN "BAKÜ" ŞİİRİNE TAHLİLİ BİR BAKIŞ
Muharrem
KAPLAN
Mecid
QULİYEV
Qafqaz Üniversitesi
Qafqaz Üniversitesi
mkaplan@qu.edu.az
mquliyev@stu.qu.edu.az
Gürcistan'da 1893 yılında doğan Mayakovski, küçük yaşta bolşeviklerin fikrinden etki-
lenmiş, babasının vefat etmesinden sonra da 1906 yılında, Moskova'ya göçmüştür. Burada
çok genç yaşlarda şair olarak ün yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Rus edebiyatına
sıçrayan fütürizmden etkilenen Mayakovski İtalyan Marinetti ile birlikte Fütürist akımın ön-
cülerinden olmuştur.
Fütürizm;sanayi çağının dinamizmi, hızı, değişimi ve heyecanını sanata taşıyarak sanat
ile hayat arasındaki kopukluğu ortadan kaldırmak isteyen ve şiirde duygunun yerini makine,
çark ve fabrika gürültülerini koyan bir sanat/edebiyat akımıdır. (Çetişli 2011; 155) 1917 Bol-
şevik ihtilalinden sonra adeta Sovyet sosyalist partisinin sözcülüğünü yapan Mayakovski tüm
sovyet Rusya'sının meşhur şairleri arasına girmiştir.
III INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
1193
Qafqaz University 17-18 April 2015, Baku, Azerbaijan
Mayakovski'nin "Bakü" adlı şiiri, şehirler üzerine yazılan ender güzel şiirlerdendir. Her
şeyden evvel şair, bu şiiri kaleme alırken masa başında, anlatılanları tahayyül ederek veya fo-
toğraflara bakarak kaleme almamıştır. Bakü'yü birçok kez ziyaret etme imkanı olmuştur. Bun-
lardan ilki, Moskova'ya ilk seferini yaparken yol üzerinde burada konaklaması ile gerçekle-
şir(1906). Kayıtlara geçen ikinci Bakü ziyareti ise ünlü "Moskova Fütüristleri"nin turnesiyle
Mart 1914 yılında olanıdır(Kaspi,29.03.1914). Bu çalışmada inceleyeceğimiz Bakü adlı şiir
de bu ziyaretinin meyvesi olmalıdır. Bundan sonra da Bakü'ye 1926 ve 1927 yıllarında
seferleri olduğu kayıtlara geçmiştir. Bu ziyaretleri neticesinde Bakü hakkında başka şiirler de
yazdığı bilinmektedir. Şimdi 1923 yılında şairin yazdığı, bu ilk ve en güzel "Bakü" şiirinin
tahliline çalışalım.
Şair bu şiirinde bizi bir imgeler alemine taşır. Bakü'nün ilk vurgu yapılan yönü, çok
rüzgarlı bir şehir olmasıdır. Rüzgar ve kum şairin Bakü hakkındaki ilk intibalarıdır. Petrol
şehri olan Bakü'nün boruları, telleri ve ırmaklar gibi akan petrolü art arda sıralanan
imgelerdir. Ardından zihninde canlanan intiba evlerdir. Çoğu tek katlı olan ve yassı damlı bu
evler her yerdedir. Evlerin arasında zihin projeksiyonunu dolaştıran şairin, buraların, sağa sola
koşturan, hummalı bir şekilde çalışan, kambur burunlu insanlarla dolu olduğunu fark eder.
Kambur burunlu insanların önemli bir özelliği de işçi olmalarıdır. Zaten buraya gelenler;
eğlenmeye, gezmeye değil, çalışmaya gelmişlerdir.
Tüm dünyanın gözü üzerinde olan Bakü'yü, bu sefer çok geniş bir açıdan ele alan şair,
burayı yerkabuğunun üzerinde yağlı bir lekeye benzetir. Çünkü dünyanın en kaliteli petrol
rezervleri bu topraklarda bulunmaktadır ve buralar her tarafı petrol kuyuları ile dolu, siyah
rengin hakim olduğu bir şantiye görünümündedir. Şair, bu manzarayı, şairane bir yaklaşımla
"dünyanın, elbisesi üzerine bulaşmış kara bir lekeye" benzetir. Diğer yandan kuyular
kazılırken tonlarca toprak, kum, curuf; suyun yardımıyla yerin derinlerinden çıkarılmakta,
oluşan bu çamur dağları da Bakü'nün görümüne ayrı bir kesafet katmaktadır.
Şiirin birinci bölümündeki bu materyalist anlatımın karamsarlığını fark eden şair, belki
de havayı biraz olsun yumuşatmak için, ikinci bölümde Bakü'nün cazibesini mistik çağrışım-
lara başvurmak suretiyle anlatma yoluna gider. Farklı dinler için kutsal sayılan Kudüs, Mekke
gibi şehirlerin cazibesinin, Bakü'de de olduğunu ima ederek buraya iltifat etmiş olur.
Bu iltifatla şiirin mistik, metafizik, lirik bir şiire dönüşmesine izin vermeyen şair, bura-
dan tekrar petrol işçilerine döner ve bu sefer onların çalışmalarına odaklanır. Yeraltının derin-
liklerinden çıkarılan petrol, olağanüstü gayretlerle, varil yüklü at arabalarının üstünde ana
depolara taşınmakta; buradan da tüm dünyaya tren vagonları ile ulaştırılmaktadır. Bakü'den
giden petrol, enerji olarak dünyanın hemen bütün başkentlerinin hayat kaynağı durumundadır.
Bu realiteyi Mayakovski, iki şairane hayal/imaj/benzetme ile anlatır. Birincisi koca tren
katarlarını kıvrılan sarı engerek yılanına benzetmesidir ki bu hayalin biraz ürkütücü ve soğuk
olduğu aşikardır; ancak ikinci hayal çok muhteşemdir. Dünyayı bir insana, Bakü'yü bu insanın
kalbine, tren raylarını damar yollarına, diğer başkentleri de hayati organlara benzeten şair, çok
çarpıcı bir imaj yakalamıştır. Mayakovski, yakaladığı bu imajı, "kara katı Bakü kanı"
ifadeleriyle kuvvetlendirerek, heyecanı zirveye taşımayı bilmiş, bu da etkileyici bir şekilde
şiiri sonlandırmaya yetmiştir.
"Bakü" adlı şiirin, Mayakovski'nin hayata bakış tarzını, karakterini ve üslûbunu aydın-
latma vazifesini gördüğü söylenebilir. Bu şiir onun açık sözlülüğünü, dobra dobra oluşunu,
metafizikten uzak, maneviyata kapalı; ama maddeyle, dış dünyayla sıkı ilişkilerinin olduğunu
gözler önüne serer. Şiirin şekil ve üslûbu onun maddeyle; yani esya, nesne ya da varlıkla bü-
tünleşme ihtiyacını kuvvetli bir şekilde hissettirir. Bu şiirde de "Bakü" sözcüğünün sıkça tek-
rarıyla zihinde kuvvetli bir şehir imajı uyarıldığı görülür. Bakü canlı bir tablo olarak çizilir
şiirde. Şehirden imajlar sıralanır peşi peşine. Duygusal bir bağ kurulmaz şehirle, intibalar art
arda sıralanır. Manzaranın çamura saplandığı noktada ise şairin havayı yumuşatmak için Mek-
ke, Kudüs gibi kutsal mekanlara sığındığı görülür.
III INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
1194
Qafqaz University 17-18 April 2015, Baku, Azerbaijan
Kaplan hocanın da vurguladığı gibi(345) Mayakovski'nin inandığı ideoloji marksizm ve
materyalizmdir. İnsanlık ancak teknolojiyle refah ve saadete ulaşabilir. Modern çağ teknoloji
çağıdır ve Mayakovski'nin eserlerinde bu fikirleri ifade eden onlarca tabir vardır. Tüm bu fikri
altyapı, fütürist şiirin kalıplarıyla taşınmış ve kabul edilebilir hale getirilmiştir. Şair,
fütürizmin ilke ve imkanlarıyla görüşlerini ifade edecek müthiş bir platforma kavuşmuştur.
Çünkü "fütürizm, endüstrileşmenin bütün insan hayatına ve faaliyetlerine aktarılması
teşebbüsü olarak karşımıza çıkar. Zira onlara göre hayat sürekli bir değişim ve dinamizm
içindedir. Bu sebeple fütüristler, sanatın her türüne makineyi, hızı ve dinamizmi sokmak
istemişler; makineye duydukları hayranlığı ifade etmeye çalışmışlardır."(Çetişli 2011; 155)
Bu şiir de heyecan ile duygu; şekil ve iç ahenk unsurlarıyla da telkin edilmektedir.
Duyguya ve vurguya göre, alışılmış cümle kuruluşunun dışına çıkılarak şiir mısraları
düzenlenmiştir. Her ne kadar fütüristlerde kafiyeye önem verilmese de bu şiirde kuvvetli bir
kafiye insiyakının olduğu aşikardır. Şiir sentaksı basitleştirilmiş; ancak birbirinden ilginç
hayal ve imajlarla şiir zenginleştirilmiştir. Şiirde çağımıza hakim olan üslûbun; yani "şuur
akımı" veya "serbest çağrışım metodu" denilen, insan ruhunun girinti ve çıkıntılarını anlatan
üslûbun kullanıldığı görülmektir.
Tüm bunlar değerlendirildiğinde şairin, şiirin bütün imkanlarını
kullanarak etkili bir şehir şiiri yazmayı başardığı söylenebilir.
VICTOR HUGO İDAM MAHKUMUNUN SON GÜNÜ ESERİNDEKİ
İÇ MONOLOGLAR TEKNİĞİ
Orxan BAXŞİYEV Ruqəyyə KAZIMZADƏ
Qafqaz Universiteti Qafqaz Universiteti(Laborant)
orhangzmsh92@gmail.com r.kazimzade@gmail.com
AZƏRBAYCAN AZƏRBAYCAN
Victor Hugo 26 şubat 1802 senesinde Avrupada siyasal münakaşalar, kargaşalar döne-
minde dünyaya geldi. Dönemin şartlarından dolayı yaşamı boyunca siyasal olaylarla ilgili
vaziyetde oldu. Lakin politik yönden daha çok edebi yönü ağır basan Hugo tarihe ünlü bir yazar
olarak geçti. Zamanla Romantizm akımının en güçlü beyni olarak nitelendirilen yazar kendi
siyasal sosyal görüşlerini romantik, edebi üslupla anlatma yolunu seçti. Geriye dünya edebi-
yatının en önemli eserlerinden biri sayılan “Sefiller”i ve daha bir çok roman, şiir, tiyatro türün-
de değerli yapitları bıraktı.
Hayatının başlarında sıkı bir monarşi taraftarı olsa da sonraki dönemlerde cumhuriyyeti
desteklemişdir. Onun politik çalışmaları hep insan merkezli olmuş, adaletsizlik, eşitsizlik,
haksızlığa karşı hem hukuken hem de zihnen savaş açmışdır. Terörist faaliyyetlerinden dolayı
idama mahkum edilen 6 irlandalının affedilmesi için ingiliz hükumetini ikna etmesi ve başka
bu gibi faaliyyetlerde bulunması daha sonra bir çok ülkelerin anayasasından idam cezasının
kaldırılmasında katkıda bulundu. “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” eserinin de onun insan-
cıl görüşlerinin yansıması olarak nitelendirilmesi mümkündür. Bu eserde Hugo idama mah-
kum edilmiş bir kişiyi konuşturarak, duygu ve düşüncelerini aksettirerek okuyucuları idam
olunacak bir kişinin gözüyle dünyaya bakmaya davet ediyor.
“Tam beş haftadır, aklımda bir tek bu düşünceyle burada böyle oturuyorum, varlığıyla
böyle sürekli donup kaldığım, ayaklarının altında kıvrıldığım düşünce! Bir zamanlar, çünkü
haftalar değil de yıllar geçmiş gibi geliyor bana, bende herhangi biriydim. Her günün, her
saatin, her dakikanın kendi anlamı vardı”-giriş cümleleriyle başlayan eser isminde son gün
olsa da aslında altı haftalık bir süreyi anlatıyor. Vivtor Hugo eserde “insanın suçu ne olursa
olsun , canlı bir beden ölüme gönderilmeyi hakedermi”sorusunu sorguluyor. “Havayla ve
güneşle sarılmıştım. Özgürlükten başka bir şey düşünmem mümkün değil gibi geliyordu.
|