81)
F. Râzi, Şerhu’l-İşârât. 303-304
82)
F. Râzi, Şerhu'l-lşârât, 304
83)
F. Râzi, Şerhu’l-İşârât, 304
84)
F. Râzi, Şerhu’l-İşârât, 305
104
düşünürün de bu neticede az çok görüş birliğinde olduğunu
tespit etmiştik (89).
Acaba sözü edilen münasebet Tann’da düşünülünce, ya
ni, Tanrının Zâtı-Mahiyeti ve Varlığı arasındaki bağlantının
nasıl olduğu veya olacağı bahis mevzûu edilince durum ne
olacaktır? İşte bütün münakaşası yapılan şey de budur.
Kelâmcıların çoğuna göre; mademki varlık bir ve aynı
dır, bölünmez ve mademki mümkünlerin varlığı ile Tanrı’nm
varlığı, varlık olma bakımından, müşterektir, varlık olma ba
kımından hepsi eşittir. Şu hâlde nasıl mümkünlerin varlığı,
mahiyetlerine ilave ise, Tann’da da durum aynıdır; onun var
lığı da mahiyetinin bir ârâzı, bir sıfatı, fakat hakikî bir sıfa
tıdır (8S) 8
6
.
Râzî’nin ifadesiyle filozoflann çoğu, kelâmcılara karşı bir
tavırla Tann’da varlık ve mahiyet ayırımının
bulunmadığı,
onda varlığın ayrı bir mahiyete gelip bağlanmış olmadığı,
aksine Allah’ta varlık, hakikat ve mahiyetin bir ve aynı bu
lunduğu kanaatindedirler (87).
Râzî’nin nakline göre, İbn Sînâ’nın kelâmcıların bu fik ir
lerini çürüten delili şöyledir : Eğer Tann’nın varlığı, onun
mahiyetine ilave edilmiş bulunsaydı, bu takdirde zarurî var
lık mümkün olmuş olurdu. Çünkü bu hâlde onun varlığı kendi
mahiyetinin bir sıfatı olmuş olurdu. Sıfat, kendisini kabul
edecek bir mevzûu olmadan, yalnız başına bulunamayacağın
dan, Tann’nın varlığının meydana çıkışı kendi mahiyetine
85) Bak, zât-mahiyet ve varbk. sh. 47
86)
F. Râzî, Şerhu’l-İşârât, 305
87)
F .. Râzl, Şerhu'l-İşârât. 305
105
muhtaç olmuş olacaktı.
Her muhtaç için bir sebep zarurî
olacağından, muhtaç olan bu varlığın da b ir sebebi buluna
caktır. Bu sebep : Ya dıştan bir sebep olacaktı. Bu, Allah’ın
bir sebebin eseri olması demek olacağından (ve baştaki ka-
ziyyelerimize zıt düşeceğinden) (88) kabul edilemez. Ya da bu
varoluşun sebebi, bizzat mahiyetin kendisi olacaktır. Bu da
sebep netice münasebetine uygun olarak,
mahiyetin kendi
varoluşundan önceki bir varlıkla kendisinin yme kendisine ön
celiğini gerektirecektir. Dolayısıyla böyle b ir netice de saçma
olur (89).
Râzî’ye göre îbn Sînâ’nm bu delilleri oldukça kuvvetli
dir. Ancak itiraza mahkûm zaafları ve tezatları da eksik de
ğildir (90). Şöyle ki :
1 -E ğer varlık her yerde eşit, bir ve aynı ise, bu umumi ve müşterek
varlık
a — Ya bir gereklilikle herhangi bir mahiyete ârâz olur,
mahiyetin bir sıfatı durumundadır. Bu, mümkünde de. zaru
rîde de böyledir, böyle olması icap ve iktiza eder. Yani varlık,
mümkünde mümkünün, Tanrı'da da T ann’nın kendi mahiye
tinin b ir ârâzı ve sıfatından ibarettir. Çünkü bir tek hakikat
her yerde ve her şeyde aynı şekilde olmak durumundadır. Do
layısıyla Tanrı'da ne ise, mümkünde de odur. Ve istenen de
budur (91).
68)
Bak, sh. 64
89)
F. Râzi, Şerhu’l-lşârât, 305-306
90) F. Râzi, Şerhül-lşârât, 306
91) F. Razi, Şerhu’l-lşârât, 306
106
b — Ya da o, herhangi bir mahiyetin ârâzı olmamak du
rumundadır. Yani müşterek olan varlık, Tann’da onun mahi
yetinin bir ârâzı değil, tbn Sînâ’nın tabiri ile o, mahiyetin
kendisi, ayrılmaz şekilde mahiyetin aynı ise, bunun mümkün
de de aynı durumda olması gerekir.
Bu gidiş ise mümkün
mahiyeti zaruri hâle koyacağından, bunun kabul edilemez ol
duğu açıktır ve bunda fik ir birliği vardır (92).
c — Üçüncü ihtimalle de varlık, mahiyetin ne ârâzı ol
mak zorunda, ne de olmamak zorundadır. Yani buna göre
hiçbir zaruret yok demektir. Bu, onun her iki hâle müsait,
dolayısıyla imkân içinde bulunması demek olacağından, bu
hâllerden birinin ortaya çıkışı bir dış sebebe bağlı olacaktır.
Bu da T an rıyı bir dış sebebin eseri olma durumuna soka
caktır ki kaidelere aykırıdır (93).
2 — Ayrıca filozoflar, bir yandan hep birlikte «insan ak
lının Allah'ın zâtına ait hakikati idrak edemeyeceği »ni söyler.
Ote yandan da «Allah’ın varlığının akıl ile bilinebileceği »nde
söz birliği ederler. Bu, «bilinemeyen hakikat» ile «bilinen var-
lık»ın onlarca da ayrı ayrı düşünüldüğünü gösterir. (Çünkü
varlık, hakikate eşit olmuş olsaydı,
insan aklının ilk bilgi
sini teşkil eden varlık ile birlikte ve aynı açıklıkta, ona eşit
olan hakikat ve mahiyetin de bilinmiş olması gerekirdi). Nite
kim İbn Sînâ kendisi de bir üçgenin mahiyetinin bilinmesi ile
onun varlığının bilinmesinin ayn olduğunu, bu bilgi ayrılığı
nın da bilinen şeylerin ayn ayn olduğuna delil teşkil ettiğini
söylemektedir (94) * (95).
92) F. Râzi, Şerhu'l-İşârât, 306
93)
F. Râzi, Şerhu’l-İşârât, 306
94) F. Râzi, Şerhu’l-İşârât, 306-307
95
)
İbn Sînâ’nın bu lstldlâli için bak sh. 47
107
3 — Allah’ın hakikati, şu her yerde eşit olan mücerred
varlıktan ibaret olsaydı, yani Allah’ın varlığı hakikatine, haki
kati varlığına eşit olmuş olsaydı, (varlık her yerde eşit oldu
ğundan), mümkünün varlığı Tann’mn varlığına, dolayısıyla
mümkünün varlığı, Tann’nın hakikatine eşil olmuş olacaktı.
4 — Yine filozoflar hep birlikte; «b ir nev’in tek b ir nev’i
tabiatı vardır. Bu tabiat o nev’in bütün fertlerine uygundur,
fertlerde başkalık göstermez» derler. Buna paralel olarak biz
de diyoruz ki, her türlü ârâzdan uzak, bütün muhtevadan so
yulmuş olan «varlık » da bir nev'i tabiattır. Bu da ait bulun
duğu fertlerde ayrılık göstermez (96).
Hülasa, varlık bizce bir sıfattan ibarettir ve mahiyete
muhtaç bulunmaktadır. Hâl böyle iken nasıl olur da biz, Allah
söz konusu olduğu zaman, onda bu varlığın
«başlı başına
bulunabilen (97) bir cevher olduğu»na hükmedebiliriz? (98) 9
9
1
0
0
.
5 — «Sebebin, eserinden varlık olarak önce gelmesi id
diası da, İbn Sînâ’nın zannetiği gibi değildir (99>. Bundan do
layı da Allah’ın mahiyeti kendi varoluşuna sebep olabilir (,0<,,.
6 — Sonuç olarak varlık, bütün varolanlarda, varolanın
mahiyetine ilave edilmiş bulunmaktadır. Bu, mümkünde de
Tann’da da böyledir.
Tûsî, bu tenkitlerinde Râzî’yi cevaplandırmaya çalışır ve
der ki :
96)
F. Râzf, Şerhül-İşârât, 307
97)
Bizâtlhi kâim, subsistant en sol-mâme
98)
F. Rftzl, Şerhül-İşârât, 307
99) Bak, sebep-eser münasebeti, sh. 84
100) F. Râzi, Şerhül-İşârât, 307-308. Ayrıca bak, burada 84-85
108
1
— Varlık kavramının müşterek olduğundan hareketle,
varlığın Tann'da ve mümkünlerde aynı durumda olduğu ne
ticesine varılıyor. Oysa bu, hatadır ve bu hata bizce, bilgisiz
likten ileri gelmektedir. Şöyle ki; gerçi varlık sadece «telaf
fuz bakımından benzer» değildir. Aksine her yerde bir ve aynı
manâyı gösterir. Benzetme yolu ile <101) de o, ayn ve çeşitli şey
lerde kullanılır. Ancak bu manâ birliğinden ve onun çeşitli
yerlerde kullanılmasından, tıpkı insan kavramının bütün fert
leri, hiçbir ayrılık göstermeksizin,
eşit seviyede ifade edişi
gibi, varlığın da ait olduğu bütün fertleri aynı eşitlikte ve
aralarında hiçbir ayrılık bulunmaz tarzda gösterdiği anlaşıl
mamalıdır. Zira, aslında aynı olan fakat ait olduğu mevzûa
göre çeşitlilikler gösteren kavramlar vardır. Mesela; «sürekli»
kavramı, «öncelik» ve «sonralık» farkları ile hem sayılar, hem
de cisimler için geçerlidir. Yine «b ir » kavramı «bölünebilen»
ve «asla bölünemeyen» şeyler için aynı şekilde kullanılır. Fa
kat birisinde «başlangıcı, başta olm ayı» ifade eder. Ötekisinde
bu hâl söz konusu değildir. «Iş ık » kavramı, mum ve güneş
ışıklan için kullanılır. Birisinde zayıf, öbüründe kuvvetli ışığı
gösterir. îşte «va rlık » kavramı da böyledir. O da, ait bulun
duğu yere göre çeşitlilikler alır, sebebin «va rlığ ı» ile eserin
«va rlığ ı» aynı varlıktır. Lâkin birisinin varlığı «önce olan bir
varlık», ötekisininki ise «daha sonraki b ir varlık»tır. «Cev
herin varlığı» ile «ârâzın varlığı» aynı ise de, cevherin varlığı
başta gelir, ârâzm varlığı ise onu takip eder. İşte mümkünde
ve Tann'da varlık bu üç fark; öncelik, başta geliş ve şiddet
farklan ile birlikte düşünülmelidir.
Filozoflarm dediği gibi
varlık bir ve aynı manâ ile mümkünde ve Tann’da bulunur.
Bundan «varolanlann da eşit olduğu» manâsı çıkmaz (,02). 1
0
1
1
0
2
101)
Bak, sh. 16 dipnot 3
102)
N. Tûsi, Şerhu’l-İşârât,
m / 4 5 8 -4 6 0
109
4 — Yine iddia edildiği gibi varlık, nev’i bir tabiat değil
dir. Çünkü, nev’i tabiat nev’in bütün fertlerine eşit olarak uyar.
Varlık ise, yukarıda gösterildiği gibi 0
9
1
1
0
1
1
1
1
1
2
.
5 — «Sebep-eser münasebeti »ne olan itirazı önce cevaplandırılmıştı ,ll0).
Bahsin başında bu mevzûun ilahiyatın en çetin meselele
rinden birini teşkil ettiğini söylemiştik (11,). Problem felsefe ile
kelâmın en derin ayrılıklarından birini, belki de birincisini ih
tiva etmektedir. Yukarıya aldığımız cümlelerde her üç düşü
nürün de kendi görüşü açısından meseleyi nasıl değerlendir
diğini görmekteyiz. Mesele varlık kavramından başlar.
Bu
kavramın zihin açısından durumunun ne olduğu hakkındaki
münakaşaları da tetkikimizin başında sunmuştuk (1,2).
İmdi, «zihnin bir ilk kavramı» olarak vasıflandırılan var
lık, acaba, bütün varolanlardaki varlığın aynı mıdır? Başka
bir deyişle varlık, bütün mevcutlarda aynı ve müşterek midir?
Râzî’nin nakline göre bazı kelâmcılar varlık kelimesinin
sadece telaffuz bakımından benzer olduğunu kabul ederler.
Bu kanaate göre de her mevcudun (hiç değilse belirli mevcut
guruplarının) ayrı ayrı varlıkları olması gerekir. Oysa yine
Râzî’nin filozoflara dayanarak, ortaya koyduğu delillerle bu
nun çürüklüğü açığa çıkmaktadır. Çünkü, bu türlü bir kabul
«varlığın birliği»ni bozduğu; onun «bölünemez» oluşunu zede
lediği için benimsenemez. Bu neticede Râzî, filozoflarla be
raber görünmektedir. Fakat, mesele bu kadarcıkla kapanmaz.
1071
Bak, sh. 44-45
108)
N Tûsi, Şerhu'l-İşârat, III/462
109) Bak, sh. 108
110) Bak. sh. 101
111)
Bak. sh. 101 ve dev.
112)
Bak. sh. 16 ve dev.
111
Aksine buradan hız alır. Eğer varlık bölünemez bir vc aynı
ise o, Tanrı’da ve mümkünlerde aynı olmalıdır. İşte felsefe
ile kelâmın, daha doğrusu burada İbn Sînâ ile Râzî’nin ça
tışmalarının düğüm noktası da burasıdır.
Râzî’nin düşüncesiyle mademki varlık bir ve aynıdır, öy
leyse buna göre, terimler mantığının tabiî bir neticesi olarak,
aynı varlığın T ann’da da mümkünlerde de aynı olması zaru
rîdir. Ve bizce Râzî, bu mantıkî yürüyüşünde son derece haklı
görünmektedir. Ne var ki bu sonuç da kendi peşinden başka
güçlükler getirmektedir. Zira, varlığın her yerde bir ve aynı
olduğu kabul edilecek olursa, bu hâlde dt onun her yerde ay
nı durumda olması icap eder. Yani, onun mahiyet ile olan
münasebeti birinde ne ise hepsinde de aynı olmalıdır. Bu nok
tadan varlık ile mahiyet arasındaki münasebette üç ihtimal
olabilir : Birinci ihtimal ile ikisi arasındaki bağ zarurî olur.
Bu, Tann’da olduğu gibi, mümkünlerde de varlığın zarurî ol
ması sonucunu doğurur ki kabul edilemez, ikinci ihtimal ile
ikisi arasında bir bağlantının olması veya olmaması söz ko
nusu değildir. Ancak burada bir bağlantı kurulmak istenirse
bir dış sebebe ihtiyaç duyulur. Bu, Tanrı’nın bir «sebebe eser
olması» ile neticeleneceğinden akla uygun düşmez.
Nihayet
sonuncu bir ihtimalle de varlık her yerde mahiyetin bir sıfatı;
ona eklenmiş bir ârâz olabilir. Bu, mümkün mevcutlarda da.
Tann’da da böyledir. Mümkünlerde varlık, mahiyetten ayrı ve
ona bir ilavedir. Tann’da da onun varlığı kendi mahiyetine
ilavedir. Şu kadar var ki Tanrı’nın varoluşuna sebep, yine
kendi mahiyetidir. Mümkün mahiyetlerin varoluşu ise bir dış
sebebe; yani Allah’a muhtaçtır.
itiraz olarak girdiği bu akıl yürütüşte Râzî, sanki ken
disinden sonra gelen ve bir başka ekolün adamı olan S. Ko-
nevî gibi düşünmektedir. Şu farkla ki Râ/î bu ihtimallerden
birini kabul ederek; Tann’da varlığın zât ve mahiyete ilave
112
olduğu hükmünü çıkarırken veya böyle görünürken, Konevî
buradan, Tann’da zât-mahiyet ve varlığın bir ve aynı olduğu
kanaatiyle birlikte, bu bakımdan Tann'nın bilinmezliği neti
cesine doğru yönelmiş görünüyor (113) 1
1
4
.
Râzî’nin benimser gibi göründüğü bu sonuncu ihtimale
göre;
Tanrı’da varlık onun mahiyetine ilave olarak kabul
edilince de bir başka güçlük
başgöstermektedir : Tanrı'da
varlıksız, mücerred bir mahiyet nasıl düşünülebilir?
Düşü
nülse bile hu mahiyetin varoluşu nasıl tahakkuk eder? Bu yo
lun sonu Tanrı yı mürekkep hâle koyup onu bir sebebin eseri
olma durumuna sokmaz mı? îşte, İbn Sînâ ve onun izini ta
kip eden Tûsî’nin endişesi de budur. Ayrıca bu, Râzî’nin, da
ha önce naklettiğimiz; varlığı varolanda gören naatine de aykırı düşmektedir. Oysa Râzî, çeşitli vesilelerle
tekrarladığımız gibi, kendisine ait olan bu tezadı farkedecek
kadar keskin bir zekâya sahip bulunmaktadır. Öyleyse durum
nasıl uzlaştırılacaktır?
Bizce burada Râzî kendi kanaatlerini göstermekten ziya
de,
tbn Sînâ’yı önce, onun üslûbuna uygun olarak, açıkla
makta, sonra da bunun çıkmazlığını belirtmek için ona itiraz
lar yöneltmektedir. Zira Tann’da zât-mahiyet-hakikat ve var
lığın bir ve aynı kabul edilmesi hâlinde de, varlığın her yer
de aynı olmasına bağlı olarak, Tanrı’nın zât ve mahiyetinin,
mümkünlerin varlığına eşit olduğu kabul edilmiş olacaktır.
Mesele yine çıkmaza girecektir.
Tûsî, Tann'nın varoluşundan ayrı bir mahiyetinin bulu
namayacağından hareketle, terimler mantığı bakımından «var
lık »! ele alarak; kendi içinde bir ve aynı olduğu hâlde, ait
olduğu yerlere göre farklılıklar alan kavramlar bulunduğuna
113)
S. Konevi için bak. Prof. Dr. N. Keklik. Sad. Kon. Fel. sh
45-46
114) Bak, sh. 18-21
113
2 — Diğer taraftan Tanrı'mn idrak edilen varlığı ile id
rak edilemeyen hakikati arasındaki ayırım da Râzî'yi haklı
çıkarmaz. Çünkü, idrak edilemeyen hakikat Tanrı’mn «ken
dine has olan varlığındır. Bu, hüviyet olarak öteki varlıklar
dan ayrılır. İşte herşeyin kaynağı olan budur. İdrak edilen
varlık ise «mutlak varlık»tır ki bu, hem Tann’nın «kendine
has olan varlığmnın, hem de öteki varolanların bir lazımıdır.
İşte ruhun ilk tasavvuru olan varlık bu varlıktır. Bu mutlak
varlığın idrak edilmesi, özel vücutların idrak edilmesini ge
rektirmez. Aksi takdirde bu mutlak varlık idrak edilince bü
tün varolanların idrak edilmiş olması gerekirdi.
Hâsılı. Allah’ın hakikatinin «idrak edilmez» ve varlığının
ise «idrak edilebilir» oluşu, Allah’ın hakikatinin mutlak var
lıktan ayrı olduğunu, fakat bu hakikatin «kendi özel varlığı
-hususi vücudu» ile ayrı bulunmadığını gösterir <103).
3 — «Allah’ın hakikati, mutlak olan
varlık kavramına
eşit olsaydı, varlık her yerde eşit olduğundan, netice olarak
Allah'ın hakikati mümkünlerin varlığına eşit olmuş olurdu...'
itira zı1
0
3
(104) 1
0
5
1
0
6
da yerinde değildir. Zırar Allah'ın hakikati mutlak ve
umumî olan varlık değildir. Aksine o, (o hakikat) Tanrı’nın
«kendisine has olan varlığı»nın mücerredi (mücerred hâli)dir.
Bu, «kendi kendine kaim» olmakla (,05, öteki varlıklardan ayrı
lır (loc).
103)
N. Tûsi. Şerhul-İşârât, III/461
104)
Bak. sh. 108
105)
Kâim bizatihi: (subsıstant par soi-mâme) kendiliğinden va
rolan, kendi kendine varolmuş olan, ayakta olan
106)
N. Tûsi. Şerhu’l-İşârât. 111/461
110
dikkat çekerek, varlık kavramının da böyle düşünülmesi ge
rektiğini söyler. Yani onun ifadesiyle, varlık «b ir ve aynı» ol
makla beraber, bulunduğu yerlerde başkalıklar gösterir. Bi
linen varlık, herşeye hamledilebilen umumî, müşterek ve mü-
cerred varlıktır. Bilinemeyen hakikat ise, Tanrı'nın kendisine
has olan varlığıdır.
Bu sonuç da, bize göre, meselenin tam çözümünü vere
cek nitelikte değildir. Önce bu son hükümde Râzî ile Tûsî’nin
aynı paralele girdiklerini söylemeliyiz : Eğer, Tûsî'nin dediği
gibi, Tann'nm «kendine has varlığı» ile mücerred kavramdan
ibaret olan varlık ayrı iseler, «Tanrı vardır» dediğimizde zih
nimizin malı olan varlık kavramı, Tann’nm «has varlık»ma
ilave edilmiş olmuyor mu? «Varlık, varolanın bir parçasıdır»
derken Râzî de ayı şeyi söylemiş olmuyor mu? (115) 1
1
6
1
1
7
Bu, ta
mamıyla bir epistemoloji meseledir. Oysa, burada sözü edilen
problem Tann’nm varoluşu meselesidir. İşte iki sistem ara
sındaki derin fark da budur ve Tûsî’nin açıklaması da bunu
çözmüş değildir. îbn Sînâ, «mahiyet varlıktan ayrı ve yok
sundur. îşte bunun varoluşunu gerçekleştiren bir dış sebep
tir, yani Tann’d ır» diyor. Tann’nm kendisi söz konusu olun
ca da «onun kendi zâtından ayn bir varoluşu düşünülemez»
diye ilave ediyor.
Râzî ise,
«varlık, varolanın bir parçası
d ır» ül6> derken mücerred varlık kavramını o şeye ilave et
mektedir. Fakat, «...bize göre aklın kendisine işaret edebildiği
birşey, herhangi bir şekilde gerçekleşebilecekse o, mevcut sa
y ılır» m7) diyerek de «olu ş» hâdisesini ayırır. Bu «oluş» hâdi
sesinde de, mümkünün oluş sebebini Tann olarak gösterdiği
gibi, Tann’nm kendi oluşuna da yine kendini sebep kabul et
115)
Râzî’nin bu ifadesi için bak, sh. 18-19
116)
Bak, bundan önceki (115.) not.
117) Râzi'nin bu ifadesi için bak, sh. 70
114
mektedir. îşte bu son hüküm Ibn Sinâ’nın görüşüyle çatış
maktadır ve
Tûsî'nin yukardaki açıklamaları bunu çözmüş
sayılamaz. Bundan sonraki fasılın meseleyi daha iyi aydınla
tacağını sanıyoruz.
2 -Zât ve Mahiyet Bakımından Tann :
Tanrının mürekkeb değil «basit» olduğunun ispatı için
ona ait kavramların tetkiki gerekçesinden hareketle «varoluş
bakımından T an n » problemini gözden geçirdik. İm di de me
seleyi bir başka yönden; «zât ve mahiyet» bakımından ele
alırsak durum nasıl olur? Başka bir deyişle acaba Tanrı’nın
zât ve mahiyeti nasıldır?
Ibn Sînâ meseleye şöyle işaret eder : «Zaruri Varlık», eş
yadan herhangi birinin mahiyeti ile herhangi b ir ortaklığa sa
hip değildir. Çünkü onun dışındaki bütün mahiyetler varlı
ğın imkânını gerektirirler. (Yani varoluş bakımından müm
kündürler). Mahiyete sahip herhangi birşey için varlık, o ma
hiyetin ne tamamı ve kendisi, ne de onun bir parçasıdır; var
lık bu «m ahiyet» kavramının içine dahil değildir. Aksine var
lık o mahiyete dışardan gelir (1I8).
«Zarurî Varlık»ın eşya ile, cins ve nev'i manâda, hiçbir
ortaklığı olmadığından onun herhangi bir fasıl ve ârâz ile
eşyadan ayrılmasına da ihtiyaç yoktur. Çünkü o, «z â t» olarak
ayrıdır (I19) 1
2
0
.
Onun cins ve faslı olmadığına göre «zâtının ta rifi» de
yoktur (120}.
118)
İbn Sînâ, el-lşârât, 321-322. m/477
119
)
İbn Sînâ. el-İşârât, 322, HI/478
120)
İbn Sînâ, el-lşârât, 322, ni/478
115
Râzî bunları şöyle açıklar : Tanrı’nın zât ve mahiyet ola
rak da eşyadan ayrı olduğu ortaya konmak isteniyor. Fakat
burada şöyle bir soru akla gelir : Benimsenen felsefeye göre
varlık mümkünde ve Tanrı’da eşittir. Üstelik Tanrı’da varlık
nnun hakikatine eşittir. Buna göre de Tanrının hakikatinin
mümkünlerin varlığına eşit olması mantıkî yürüyüşün tabiî
bir neticesi olması gerekirken Tanrı’nm hakikatinin eşyanın
hakikatine eşit olmadığı, aksine ondan başka olduğu hükmü
ne varılıyor. Bu «tam bir tezattır» denebilir M21>. Ancak, akla
gelecek böyle bir soruya cevap olarak da şöyle denilmek
tedir : Mümkünlerde varlık o hakikatin aynı, kendisi değil
dir.
Aksine varlık o mahiyete bir ârâz olarak gelmektedir.
Oysa, Tann’nın hakikati böyle değildir. Dolayısıyla eşyanın
mahiyeti ile Tann’nın hakikati arasında bir ortaklık y ok tu r(,22).
Fakat, îbn Sina’nın bu cevabı da oldukça zayıftır. Çünkü,
kabul edelim ki varlık, mümkünün mahiyetine dışardan gel
miş bir ârâz olsun. Bu durum, mahiyetin «bizzat mahiyet»
olmasını değiştirmez, aynı şekilde
Allah’ın hakikatinin de
(zât, hakikat, varlık... vb.) birçok şeyi olabilir. Üstelik bunlar
onun hakikatine tamamen eşit bulunabilirler 1
2
1
1
2
2
(123). Aynca «Tan-
rı'nın mahiyeti, zarureti, mümkünlerin mahiyeti ise imkânı
gerektirir. Öyleyse Tanrı'nın mahiyeti mümkünlerin mahiye
tinden başkadır» deniyor ve «ik i şeyin gereğinin başkalığı»
göz önünde bulundurularak «bu iki şeyin kendilerinin de baş
ka olduğu» hükmüne geçiliyor Buna karşı biz de deriz ki :
Varlık kavramının Tanrı’daki gereği;
zaruret ve başkasına
muhtaç olmama, mümkünlerde gereği ise; imkân ve başkasına
muhtaç olmadır. Eğer, sizin yaptığınız gibi, bir hükümden
ötekine atlamak doğru kabul ediliyorsa, biz de; «varlığın ge
Dostları ilə paylaş: |