Amellere ilişkin hükümlerden biri şudur: İrtidat (dinden dönme) gibi bazı günahlar, dünya hayatına və ahirete ilişkin iyilikleri boşa çıkarırlar, geçersiz kılarlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sizden kim dininden geri döner və kafir olarak ölürse, artık onların bütün amelleri dünyada də, ahirette də boşa çıkmıştır." Allah'ın ayetlerini inkar etmek və bu tutumu inatla sürdürmek də bunun gibidir. "Allah'ın ayetlerini inkar edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler və insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; işte onlara acıklı bir azabı müjdele. Onlar, yaptıkları dünyada və ahirette boşa gitmiş olanlardır." (Al/götürü İm-ran, 21-22) Aynı şekilde, Müsəlman olma və tövbe etme gibi bazı ameller də dünya və ahiret hayatına ilişkin olarak daha önce işlenmiş kötülükleri örter: "Də ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü, O, bağışlayandır, esirgeyendir. Əzab size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip dönün və ONA teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Rabbinizden, size indirilen ən/en güzele yatıl." (Zümer, 53-55) Bir diğer ayette də şöyle buyuruluyor: "Kim Benim hidayetime uyarsa, artık o şaşırıp sapmaz və mutsuz olmaz. Kim də Benim zikrimden yüz/üz çevirirse, artık onun üçün sıkıntılı bir geçim vardır və Biz onu kıyamet günü kor olarak haşredeceğiz." (Taha, 123-124)
Yine, Peygambere karşı tutum sergilemek gibi bazı günahlar, kimi iyilikleri boşa çıkarabilir. Nitekim yüce Allah bir ayəs(n)i kerimede şöyle buyuruyor: "Şüphesiz inkar edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar və kendilerine hidayet belli olduktan sonra elçiye karşı çıkanlar, kesin olarak Allah'a heç bir şeyle zarar veremezler. Allah onların amellerini boşa çıkaracaktır. Ey iman edenler, Allah'a itaat edin/əldə et, Resule itaat edin/əldə et və kendi amellerinizi geçersiz kılmayın." (Muhammed, 32-33) Yukarıdaki ayetle, bu ayeti karşılaştırdığımız zaman şöyle bir sonuç elde etmiş oluruz: İtaatin emredilmiş olması, karşı çıkmanın yasak olduğu anlamına gelir. Amelin iptali isə, boşa gitmesi demektir. Bir kimsenin sesini peygamberin sesi üstünde yükseltmesi gibi. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin və birbirlerinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp söylemeyin; yoksa siz şuurunda değilken amelleriniz boşa gider." (Hucurat, 2)
Aynı şekilde, fərz namazları kılmak gibi bazı ameller də kimi kötülükleri örterler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Gündüzün iki tarafında və gecenin yakın saatlerinde namaz et. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir." (Hud, 114)
Həcc üçün də aynı durum söz konusudur: "İki günde elini çabuk tutana günah yoktur. Geri kalana də günah yoktur." (Bakara, 203) Büyük günahlardan kaçınmak də öyle: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz." (Nisa, 31) Bir diğer ayəs(n)i kerimede də şöyle buyuruluyor: "Onlar kiçik tefek günahlar dışında, günahın büyük olanından və çirkin utanmazlıklarından kaçınırlar. Şüphesiz senin Rabbin, mağfireti geniş olandır." (Nəcm, 32)
Yine, bazı günahlar vardır ki, onları işleyenlerin daha önce işledikleri iyilikler, başkasının sevap hanesine yazılır. Adam öldürme suçunu işlemek gibi. Quran, Habil-Kabil olayında Habil'in Kabil'e şöyle dediğini naklediyor: "Şüphesiz kendi günahını, benim günahımı yüklenmeni isterim." (Maidə, 29) Peygamber efendimizden və Ehlibeyt İmamları'ndan gelen rivayetlerde, gıybet və iftira gibi bazı günahların də bu cür bir sonuca yol açtıkları vurgulanır. İleride değineceğimiz gibi, bazı ibadetler də, günahların başkasının hanesine yazılmasına neden olar.
Bazı günahlar də var ki, bunları işlemek, başkasının işlediği günahların aynısı değil də, benzerinin insanın hanesine yazılması sonucunu doğurur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kıyamet gününde kendi günahlarının tümünü və bilgisizce saptırdıklarının günahlarının bir kısmını yüklenmeleri üçün." (Nəhl, 25) "Şüphesiz onlar, həm kendi yüklerini, həm kendi yükleriyle birlikte başka yükleri də yüklenecekler." (Ankebut, 13) Aynı şekilde, bazı ibadetler də, başkasının güzelliklerinin aynısı değil də, benzerlerinin insanın sevap hanesine yazılmasına yol açarlar. "Onların önden takdim ettiklerini və eserlerini Biz yazarız." (Yasin, 12)
Bazı günahlar də azabın ikiye katlanmasına neden olurlar: "Bu durumda, biz sana hayatın qat qat, ölümün qat qat acısını tattırırdık." (İsra, 75) "Onun azabı iki qat arttırılır." (Ahzab, 30) Aynı şekilde, bazı ibadetler də sevabın qat qat arttırılmasını gerektirir; Allah yolunda infak gibi. "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, hər bir başakta yüz/üz tane bulunan bir tək tanenin örneği gibidir." (Bakara, 261) "İşte onlara ecirleri iki defa verilir." (Kasas, 54) "Size rahmetinden iki qat verir. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılar və size mağfiret edər." (Hadid, 28) Bu kadarı var ki, "Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır." (Ən'am, 160) ayetinden anladığımız kadarıyla sevapları Allah katında katlanarak verilen iyilikler mutlaktır, bir sınırlandırma getirilmemiştir.
Bazı iyilikler də vardır ki, işlendikleri zaman kötülükleri iyiliklere dönüştürürler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ancak tövbe edən, iman edən və salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir." (Furkan, 70)
Kimi iyilikler də vardır ki, bir benzerinin başkasının hanesine də yazılmasını gerektirir: "İman edenler və soyları kendilerini imanda izleyenler; Biz onların soylarını də kendilerine katıp-ekledik. Onların amellerinden heç bir şeyi eksiltmedik, hər kişi kendi kazandığına karşılık bir rehindir." (Dövr, 21) Bunu əsas alarak, kimi günahlar üçün də benzeri bir sonucun olabileceğini hesap edebiliriz. Yetimlere zulmetmek gibi. Çünkü bu durum, yetimlere zulmeden kişinin soyundan gelecek yetimlere bir başkasının zulmetmesi sonucunu doğurabilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Arkalarından bıraktıkları zayıf çocuklardan dolayı korku duyanların içleri ürpertiyle titresin." (Nisa, 9)
Ayrıca bazı iyilikler vardır ki, bunları işleyenlerin kötülükleri başkasının hanesine yazılır, başkasının iyilikleri də bu iyilikleri işleyen kimsenin sevap hanesine yazılır. Yine bunun gibi kimi kötülükler də vardır ki, bunları işleyenlerin iyilikleri başkasına, başkasının kötülükleri də kendisine devredilir. Bu husus, ceza və hak ediş meselesi açısından son derece ilginçtir. İnşaallah "Bu Allah'ın murdarı olan temizden ayırt etməsi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir." (Ənfal, 37) ayetini tefsir ederken bu konuda genişçe bahsedeceğiz.
İçerik olarak bu ayetleri destekleyen bir çox rivayet vardır. İnşaal-lah, uygun yerlerinde bu rivayetlerden etraflıca söz edeceğiz.
Yukarıda sunduğumuz ayetler üzerinde dikkatlice durup düşündüğümüz zaman bu gerçekle karşılaşırız: Amellerde, karşılık itibariyle, yani insanın mutluluğu və mutsuzluğu üzerindeki etkileri itibariyle, bir düzenin egemenliği söz konusudur. Ancak bu düzen, amellerin mahiyetleri itibariyle mevcut evrenle ilişkilerini düzenleyen doğal düzenden farklıdır. Söz gelimi, etki və tepki bütünselliği içinde bir bedensel hareket olarak "yeme" fiilini ələ aldığımız zaman, görürüz ki, bu fiil ancak faili ilə kaim olabilir. Aralarındaki bu ilişki, failin doyuma ulaşması şeklinde somutlaşır və bu ilişkide bir yanlışlık olmaz. Yani, doyma sonucu, əsl yiyen şahıs yerine bir başkasından belirmez. Ayrıca bu fiil, yenilen gıda ilə də ilişkilidir. Arxas(n)ı sıra gıdayı bir başka şekle dönüştürür. Amma bu sınırı aşmaz, başka bir şeyin dönüşümüne yol açmaz. Yenilen gıdanın mahiyetinden və zatından öteye geçmez. Aynı şekilde, Zeyd Əmri dövdüğü zaman, söz hususu olan xüsusi hareket vurmadır, başka değil; döven də Zeyddir, başkası değil; dövülen də Əmrdir, başka birinin bu ilişki tarzı içinde dövülmesi söz mövzusu değildir. Bu cür örnekleri çoğaltabiliriz. Amma mutluluk və mutsuzluğun ortaya çıkması söz mövzusu olduğu zaman, bu cür fiiller, işaret ettiğimiz bu doğal düzenden farklı bir düzene təbii/tabe olurlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar bize zulmetmediler, ancak kendi nefislerine zulmettiler." (Bakara, 57) "Bax, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler." (Ən'am, 24) "Hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz." (Fatır, 43) "Sonra onlara denilecek: Sizin şirk koştuklarınız nerede; Allah'ın dışında taptıklarınız? Derler ki: Bizi bırakıp kayboluverdiler. Hayır, biz önceleri meğer heç bir şeye tapar değil mişiz. İşte Allah kafirleri böyle şaşırtıp saptırır." (Mömin, 73-74)
Kısacası, amellerin karşılıklarını görmeleri evresinde, bazen fiil, kendinden başkası ilə yer/yeyər değiştirir. Bazen fiil, nakledilir və əsl failinden başkasına isnad edilir. Kimi durumlarda, bir fiil, təbii/tabe olduğu hükümden farklı bir hükümle muamele görür. Bunun gibi, maddi evrende yürürlükte olan sistemden farklı sonuçlar və etkiler çıkar karşınıza.
Amma heç kimse şöyle bir kuruntuya kapılmamalıdır: Fiillerle sonuçları arasında böyle bir ilişki varsa, bu ameller və sonuçları ilə ilgili ağılı kanıtları geçersiz kılar, aklın değerlendirmesini, hükmünü bozar; aklın değerlendirmeleri namına heç bir şeyi yerine bırakmaz, hər şeyi altüst edər. Oysa biz, Quranı Kerim'den algıladığımız kadarı ilə yüce Allah'ın ya da suçluların işleriyle görevli meleklerin, ölüm və berzah (ölümle haşir arası axtar/ara dönem) da, aynı şekilde kıyamet günü, azapla yüz/üz yüze geldikleri anda, suçlulara karşı aklın bildiği, aşina olduğu kanıtları ileri süreceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sura üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde və yerde olanlar çarpılıp yakılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiliyorlar. Yer/yeyər, Rabbinin nuruyla parıldadı; orta yere kitap kondu; peygamberler və şahidlər getirildi və aralarında haqq ilə hüküm verildi; onlar haksızlığa uğratılmazlar. Hər bir nefse yaptığının, tam karşılığı verildi. O, onların işlediklerini daha yaxşı bilendir." (Zümer, 69-71) Quranda, yüce Allah'ın kıyamet günü, insanların daha önce anlaşmazlığa düştükleri meselelerle ilgili olarak haqq ilkesine dayalı hüküm edeceği tez-tez tekrarlanarak vurgulanır. Konuyla bağlantılı olarak, yüce Allah'ın şeytanın ağzından aktardığı bu ifade yeterlidir: "İş hükme bağlanıp bitince şeytan deyər ki: Doğrusu, Allah size gerçek olan vadi vadetti, mən də size vaatte bulundum; fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz də bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın." (İbrahim, 22)
İşte buradan hareketle anlıyoruz ki: Ağılı kanıtlar, amellerin sergilenişi və karşılığını görmesi evrelerinde geçersiz değildirler. Bununla beraber, iki oluşum arasında, yani doğal oluşum və karşılığın belirginleşmesi arasında, daha önce işaret ettiğimiz gibi belirgin bir farklılık vardır.
Bu düğümün çözümü bu şekilde mümkündür; yüce Allah, insanları davet ederken, onlara doğru yolu gösterirken, onların kendi dilini kullanmıştır. Onlara hitap ederken, yol gösterici açıklamalarda bulunurken, toplumsal aklın yöntemini kullanmıştır. Efendi və köle arasındaki ilişkiler dünyasında geçerli olan ilke və kuralları əsas alarak mesajını sunmuştur. Bu nedenle kendini efendi, insanları köle, peygamberleri də, efendi ilə qul arasında iletişimi sağlayan elçiler olarak nitelendirmiştir. Elçiler, kölelere emirler, yasaklar, müjdeler və uyarı nitelikli mesajlar, vaatler və tehditler ulaştırma görevini üstlenmişlerdir. Bunun gibi əzab ya da bağışlanmayı ilgilendiren çeşitli açıklamalar bu yolla, muhataplara ulaştırılmıştır.
Quranın insanlarla konuşma hususunda başvurduğu yöntem budur. Bir yandan də Quran, işin insanların hayal ettiklerinden ya da vehmettiklerinden çox daha büyük və olağanüstü boyutlarda olduğunu açıkça beyan etmektedir. Ancak insanoğlunun havsalası bu olağanüstü iletişim tarzını algılayacak, anlayışları, bu gerçekleri kavrayacak kapasitede değildir. Bu yüzden Quranı Kerim, bu gerçekleri, insanların kavrayışlarının ufuklarına yakın bir konuma indirgeyerek anlatma yöntemine başvurmuştur. Ki, yüce Allah'ın bu kitabın yorumu ilə ilgili olarak algılamalarını istediği şeyleri algılayabilsinler. Nitekim Allah-u Teala bir ayəs(n)i kerimede şöyle buyuruyor: "Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Quran kıldık. Şüphesiz o, Bizim katımızda olan Ana kitaptadır; çox yücedir, hikmət doludur." (Zuhruf, 3-4)
Görüldüğü gibi Quranı Kerim amellerin karşılığı və onunla bağlantılı konulara ilişkin hükümlerle ilgili açıklamalarında, ağıl sahibi insanlar arasında olan və bir takım yaxşı veya kötü sonuçlara dayatılan aklın külli hükümlerine dayanmaktadır. Meselenin ince və ilginç yanı şudur ki: Normal anlayışların seviyesini aşan söz mövzusu gerçekler, az önce dikkat çektiğimiz ağılı hükümlere uyarlanabilir, bu doğrultuda ələ alınabilir. Örneğin, pratik, toplumsal ağıl; bazı bozguncuların, işledikleri suçtan kaynaklanan bütün toplumsal zarar və yıkıcılıklardan sorumlu tutulmaları suretiyle cezalarının ağırlaştırılmasını olumsuz karşılamaz. Örneğin katilin, maktulün ölümünden dolayı toplumun uğrattığı bütün kayıplardan sorumlu tutulması ya da kötü bir çığır açan kimsenin, bu hareketinin öncülük ettiği bütün aykırılıklardan sorumlu tutulması gibi. Birinci örnekte, dışarıdan maktulün işlediği fiiller olarak görülen günahlar, söz mövzusu ağılı itibarla katilin fiilleri olarak nitelendirilmiştir. İkinci örnekte isə, söz mövzusu kötü çığırın açtığı yolu izleyenlerin işledikleri kötülükler, izlenen bu çığırı ilk dəfə açan kimseye aitmiş gibi değerlendirilmiştir. Amma bunlar aynı zamanda əsl faillere də aittirler. Yani bu kötülükler onlarla beraber aynı zamanda əsl faillere də aittirler. Yani bu kötülükler onlarla beraber, ilk dəfə bu kötü çığırı açan kimsenin də hanesine yazılır. Dolayısıyla onlar gibi, bu kötülüklerin öncüsü də bu günahlardan sorumlu olar.
Aynı şekilde, bir fiil işleyen kimsenin, o fiili işleyen olmadığına ya da belli və müşahhas bir fiilin, karşılığı açısından o fiil olmadığına veya başkasının iyiliklerinin bir başka insanın iyilikleri olduğuna yahut bir başka insan üçün də buna benzer iyilikler bulunduğuna hükmedilebilir. Bütün bunlar bir takım mevcut maslahatlara göre belirginlik kazanır.
Buna göre, Quranı Kerim, bir insanın başkası tarafından işlenen hayır ya da şər nitelikli bir fiilden dolayı cezalandırılması, bir fiilin, failinden başkasına dayandırılması, bir fiilin, olmadığı bir şey gibi değerlendirilmesi gibi əməl və cezaya ilişkin bu ilginç hükümleri, toplumsal koşullarda geçerli olan və genel anlayış düzeyinde yürürlükte olan ağılı yasalarla gerekçelendirmekte, buna göre izah etmektedir. Ancak bu ilginç hükümler gerçekte, duyularla algılanan maddi düzenden farklı bir düzene tabidir. Ağıl menşeli toplumsal hükümler, dünya hayatı ilə sınırlı, dünya hayatına özgüdür. Bu gün insana gizli kalan əməl ceza ilişkisinin bu boyutu, sırların orta yere serileceği günde açığa çıkacaktır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun, Biz onlara bir kitap getirdik; iman edecek bir topluluğa bir hidayet və bir rahmet olmak üzere bir bilgiye dayanarak onu çeşitli biçimlerde açıkladık. Onlar, onun tevilinden başkasına bakmazlar mı? Onun tevilinin geleceği gün, daha önce onu unutanlar, diyecekler ki: Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı getirmişlerdi." (Ə'RAF, 52-53) "Bu Quran, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu, önündekileri doğrulayan və kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda heç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir... Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları və kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar." (Yunus, 37-39)
Bu açıklamalarla birlikte, söz mövzusu ilginç hükümleri kapsayan ayetlerle, aşağıya alacağımız ayetler arasında ilk etapta varmış gibi görünen çelişki ortadan kalkıyor: "Kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Kim zerre ağırlığınca şər işlerse, onu görür." (Zilzal, 7-8) "Günahkar olan heç bir nefis bir başkasının günah yükünü taşımaz." (Ən'am, 164) "Hər kişi kendi kazandığına karşılık bir rehindir." (Dövr, 21) "Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur." (Nəcm, 39) "Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez." (Yunus, 44) Bunun gibi daha bir çox ayeti, bu kategoride değerlendirebiliriz.
Zahiren gözüken bu çelişkinin halli isə şöyledir: Önceki ayetlere göre, haksız yere öldürülen kişinin günahlarını, ona zulmeden katil işlemiş sayılıyor. Dolayısıyla katilin bunlardan sorumlu tutulması başkasının işlediği günahlardan değil, kendi işlediği günahlara dayalı bir yargılamadır. Yine, söz konusu ayetlere göre, bir kimse, daha önce başlatılmış kötü bir geleneğe uyarak bir günah işlese, bu günahı sadece izleyici konumundaki kişi işlememiştir, izlenen konumundaki kişi də o günahı işlemiş sayılır. Dolayısıyla, ortada işlenmiş iki günah vardır. Aynı şekilde, bir zalime zulmünde yardımcı olan, sapık bir yol göstericiye uyğun gələn kimse, onların günahına ortaktır; tıpkı onlar gibi, işlenen günahın faili konumundadır. Bu və benzeri kimseler ceza və karşılık bakımından bu ayəs(n)i kerimenin; "Günahkar olan heç bir nefis, bir başkasının günah yükünü taşımaz." (Ən'am, 164) və benzerinin kapsamına girerler. Yoksa önceki hükmün kaldırılışı veya ondan bir istisna olduğu anlamına gelmez.
Nitekim bu ayəs(n)i kerime buna işaret etmektedir: "Və aralarında haqq ilə hüküm verildi, onlar haksızlığa uğratılmazlar. Hər bir nefse yaptığının tam karşılığı verildi. O, onların işlediklerini daha yaxşı bilendir." (Zümer, 69-70) Ayette iştirak edən "O, onların işlediklerini daha yaxşı bilendir." ifadesi, hər nefsin yaptığının karşılığının eksiksiz verilmesi, Allah'ın bilgisi və yaptıklarını hesap etmesi doğrultusunda gerçekleştiğini göstermekte ya da bunu eyham etmektedir. Buna göre, amellerin karşılığı, insanların kendi kafalarına göre, bir bilgiye və ağılı bir değerlendirmeye dayanmaksızın yaptıkları hesaplamalar doğrultusunda belirlenmez. Çünkü yüce Allah dünya hayatında onların ağıl melekelerini işlevsiz hala getirmiştir. Nitekim, çılgın, alevli ateşin halkından söz ederken şöyle buyuruyor: "Əgər dinlemiş olsaydık ya da ağıl etmiş olsaydık, bu çılgınca yanan ateşin halkından olmazdık." (Mülk, 10) Ahirette da bunların akılları başlarından alınacaktır: "Kim bu (dünyada) kor isə O, ahirette də kördür və yol bakımından daha şaşkın bir sapıktır." (İsra, 72) "Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. Ki, O, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar." (Hümeze, 6-7) Yine, ağıl melekesinin işlevsiz bırakılması ilə ilgili olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ən/en sonra yer/yeyər alanlar, ən/en önde gelenler üçün; 'Rabbimiz, işte bunlar bizi saptırdı; öyleyse qat qat arttırılmış bir əzab ver onlara.' diyecekler. Allah də: 'Hepsi üçün qat kattır. Ancak siz bilmezsiniz.' diyecek." (Ə'RAF, 38)
Bu ayəs(n)i kerime, həm önder pozisyonunda olanlar həm də takipçi kitleler üçün qat qat əzab olduğunu ortaya koymaktadır. Önderlerin bu cür bir cezaya çarptırılmalarının nedeni həm sapmaları, həm də başkalarını saptırmalarıdır. Önderlerin taklitçisi konumundaki xalq kitlelerinin böylesi ağır bir cezayı haqq edişleri isə, həm sapmış olmaları, həm də önderlerinin açtığı yolda gösterdiği hedefe doğru hareket etmeleri, onların ekollerini sürdürmeleridir. Sonra yüce Allah, hər iki grubun də bilmezler olduklarını vurguluyor.
Şayet dersin ki: Suçluları dünya və ahirette bilgiden soyutlanmış olarak sunan bu ayetler, onların bilgi sahibi olduklarını ortaya koyan başka ayetlerle çelişmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilen bir kavim üçün, ayetleri açıq Ərəbcə bir okunuşla açıklanmış bir kitaptır." (Fussilet, 3) Ayrıca, kafirlerin aleyhine kanıtları sunan ayetleri də buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bilgisi olmayana, deliller üzerinde derin düşünüp sonuç çıkarma yeteneğinden yoksun bulunana, belgeler sunmanın bir anlamı yoktur. Kaldı ki, bizzat onların bilgiden yoksun olduklarını ifade edən bu ayetler bile, ahirette aleyhlerine kullanılacak kanıtlar içermektedir. Bu halde, ahirette, onların ağıl və kavrayış sahibi olacaklarını kabul etmekten başka seçenek yoktur. Kaldı ki, özellikle ahirette onların akli və yakini inanca sahip olacaklarını vurgulayan bir çox ayə vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun, sən bundan gaflet içindeydin; işte Biz də senin üzerindeki örtüyü açıb kaldırdık. Artık bu gün görüş gücün keskindir." (Qaf, 22) "Suçluları, Rab'leri huzurunda başları önə eğilmiş olarak: 'Rabbimiz, gördük və işittik; şimdi bizi geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiye inananlarız.' dediklerini bir görsen." (Secde, 12)
Buna karşılık olarak derim ki: Dünya hayatında, onların "bilgi"den yoksun olmaları, sahip oldukları bilginin gereğini yapmamaları anlamını ifade edər. Bu niteliğin ahirette onlardan soyutlandırılmasının anlamı isə, dünya hayatında sürdürdükleri cehaletin, diriliş gününde yakalarına yapışması, işledikleri amellerin kendilerinden ayrılmaması anlamını ifade edər. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Biz, hər insanın (əməl) kuşunu kendi boynuna doladık, kıyamet gününde də onun üçün açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız." (İsra, 13) "Deyər ki: Keşke benimle senin aranda iki doğu uzaklığı olsaydı. Meğer nə kötü yakın arkadaşmışsın sən." (Zuhruf, 38) Bunun gibi bir çox ayə örnek gösterilebilir. "İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar; ki ağıl erdiresiniz." (Bakara, 242) ayetini ələ aldığımız zaman, konuya ilişkin daha detaylı açıklamalarda bulunacağız.
İmam Gazali, amellerin nakli problemine ilişkin olarak değişik bir cevap vermiştir. Risalelerinden birinde söz mövzusu ettiği bu cevabın özeti şudur: Dünya hayatında, zulüm sebebi ilə iyiliklerin və kötülüklerin yer/yeyər değiştirmesi olayı, zulmün meydana geldiği anda gerçekleşir. Ancak bu durum kıyamet günü ortaya çıkar. O gün zalimler yaptıkları ibadetlerin bir başkasının hanesine yazıldığını görürler. Bu yer/yeyər değişikliği o sırada gerçekleşmiş değildir. Tersine, daha dünya hayatında böyle bir nakil meydana gelmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "Bu gün mülk kimindir? Bir olan, kahhar olan Allah'ındır." (Mömin, 16) Bu ayette, yüce Allah ahirette mülkün kendisine aid olduğunu vurguluyor. Oysa mülkün ONA aid olduğu gerçeği o gün üçün gerçekleşmiş değildir. Tersine, O hər zaman mülkün sahibidir. Mülk hər zaman O'nundur. Ancak, mülkün Allah'ın tekelinde olduğu gerçeği, bütün varlıklar üçün, ancak kıyamet günü olanca çıplaklığıyla ortaya çıkar. İnsanın bilmediği bir şey kendi içinde varolsa də, onun üçün mevcut değildir. Bir şeyi bilince də, o şey, sanki o an varolmuş gibi, kendisi üçün mevcut hala gelir.
Bu cevap ilə, "yox və araz nitelikli olgular nasıl yer/yeyər değiştirir?" şeklindeki bir sorunun yersizliği də ortaya çıkmış oluyor. Yine də böyle bir soru ilə karşılaşacak olursak deriz ki: Yer/yeyər değiştiren, ibadet və itaatin sevabıdır, kendisi değil. Nə var ki bir ibadet və yaxşı bir əməl ancak sevabı üçün yerine getirilmek istendiği üçün, sonucunun yer/yeyər değiştirmesi, kendisinin yer/yeyər değiştirmesi şeklinde ifade edilmiştir. Yaxşı nitelikli amelin itaatin etki və sonucu, insanın dışında, olub da sonradan onun üzerine yüklenen bir şey değildir ki, onun dünyada yer/yeyər değiştirmesi, bir arazın yer/yeyər değiştirmesi gibi qeyri-mümkün olarak algılanıp, bir problem gibi değerlendirilsin. Veya yox oluşundan sonra ahirette yer/yeyər değiştiriyor olarak algılanıp, "Yokun geri dönüşü imkansızdır" kuralının kapsamında gösterilsin. Əgər yaxşı nitelikli amelin, itaatin sonucunu cevher olarak algılarsak, o zaman də bunu tarif və isnad edebilmemiz gerekir. Bəli, yaxşı nitelikli amelin sonucu ilə, ürək üzerindeki aydınlatıcı etkisi kastedilir. Çünkü ibadet və itaatin ürək üzerinde aydınlatıcı etkisi vardır. Yine günahların də ürəklər üzerinde karartıcı, katılaştırıcı bir etki meydana getirdikleri bilinmektedir. İbadetin sağladığı aydınlık sayesinde kalbin nur, marifet və şühud aləmi ilə ilişkileri pekişir, sağlamlaşır. Aynı şekilde zulüm və katılık ilə ürək, gitgide yosun tutmaya, aydınlıktan uzaklaşmaya başlar. İbadet və günahın sonuçları arasında bir ardışıklık və bir karşıtlık vardır. Nitekim yüce Allah konuya ilişkin olarak şöyle buyurur: "Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir." (Hud, 114)
Bu gerçeği pekiştirici mahiyette Rəsulullah Efendimiz (s. a. a) da şöyle buyurur: "İşlediğin bir günahın ardından yaxşı bir əməl et ki onu yok etsin." Yine insanın karşılaştığı zorluklar və belalar günahları giderir. Bu yüzden Resulullah (s. a. a) şöyle buyurur: "Kişi ayağına batan bir dikenden dolayı də sevap kazanır." Yine buyurur ki: "Şeriatın kimi suçlar üçün öngördüğü hədd cezaları, o suçların keffareti sayılır."
Buna göre, zalim kimsenin işlediği zulmün ardından kalbini bir karanlık və katılık bürür. Bu da daha önce işlediği yaxşı nitelikli amellerin, ibadetlerin etkisi ilə kalbinde oluşan nurun etkinliğine son verir. Zulme uğrayan kimse də, acı/ağrılı duyar, bunun sonucunda şehveti, ihtirası kırılır. Dolayısıyla, kalbinde karanlık bir atmosfere neden olan günahların olumsuz sonuçları bertaraf olar. Sonuçta kalbi bir şekilde aydınlanır. Bunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, zalimin kalbindeki aydınlığın, mazlumun kalbine, buna karşılık mazlumun kalbindeki karanlığın də zalimin kalbine transfer olduğunu söyleyebiliriz. İşte iyilik və kötülüklerin yer/yeyər değiştirmesi ilə kastedilen anlam budur.
Biri çıkıp də: "Bu söylediğiniz, gerçek bir yer değiştirme sayılmaz. Çünkü sonuçta karşımıza çıkan şudur: Zalimin kalbindeki nur gideriliyor. Buna karşılık mazlumun kalbinde bir başka nur meydana getiriliyor. Beri tarafta, mazlumun kalbindeki karanlık bertaraf ediliyor, zalimin kalbinde isə, bir başka karanlık oluşturuluyor. Dolayısıyla, gerçek anlamda bir yer değiştirmeden söz edemeyiz." dese, ona bu cevabı veririz:
Nakil, yani değiştirme ismi, istiare, olarak bu cür gelişmeler üçün kullanılabilir. Nitekim şöyle ifadelerin kullanıldığını tez-tez görürüz: "Gölge bir yerden başka bir yere geçti. Güneşin ya da lambanın ışığı yerden duvara geçti." gibi. İşte yaxşı amellerin yer/yeyər değiştirmesi ilə, bu cür bir anlam kastedilir. Burada isə, sadece, kinaye yoluyla yaxşı ameller ifadesi ilə onların sevapları kastedilmiştir. Kimi zaman, sebeple, müseb-bebin kastedilmesi gibi. Bir niteliğin bir yerdə varoluşunun vurgulanışı, buna karşılık bir benzerinin başka bir yerde geçersiz kılınışı, nakil yani yer/yeyər değiştirme olarak isimlendirilmiştir. Diyelim ki şəri literatürde örnekleri yoktur. Amma dilde bu cür kullanımların örnekleri çoktur. Ayrıca kanıt aracılığı ilə də təsbit edilebilir. Kaldı ki, şəri literatürde də bu cür kullanımlara rastlıyoruz." İmam Gazali'den kısaltarak yaptığımız alıntı burada sona erdi.
Mən deyərəm ki: Gazali'nin yaptığı açıklamadan çıkan sonuç şudur: Yüce Allah'ın hər hangi bir katil və maktul hakkında yaptığı işlemler üçün yer/yeyər değiştirme adının kullanılmış olması, istiare sanatının bir örneğidir ki, bunun içinde də bir diğer istiare yer/yeyər almaktadır. Şunu demek istiyorum: Yaxşı əməl və itaatin kalpte meydana gelen sonucu üçün, bizzat yaxşı əməl veya itaat adının kullanılması və bir şeyin giderilişi, bir başka şeyin də bir diğer yerde meydana getirilişi üçün yer/yeyər değiştirme (Nakil) adının kullanılması, istiare içinde istiarenin bir örneğidir. Bu yaklaşımı, sözünü ettiğimiz amellere ilişkin diğer hükümlerle ilgili değerlendirmelerimize də əsas aldığımız zaman, bu hükümlerin tümü birer məcazi nitelendirmeye dönüşürler.
Oysa önce də açıkladığımız gibi yüce Allah, söz mövzusu amelleri, pratik toplumsal aklın yaklaşımı və onun öngördüğü bir takım maslahat (yaxşı sonuçlar) veya mefsedetler (kötü sonuçlar) doğrultusunda karara bağlamıştır. Heç kuşkusuz, adı geçen hükümler, akıldan, gerçeklik olarak kaynaklanırlar və ağıl, söz gelimi katili, maktulün suçlarından də sorumlu tutar ya da maktulü veya mirasçılarını katilin iyiliklerinden və benzeri şeylerden pay sahibi kılar. Bunu yaparken də, suçun aynı cinayət/günah və iyiliğin də aynı iyilik olduğuna inanır vs.
Aklın yaptığı pratik değerlendirmelerin çerçevesi sayılan toplumsal koşullara göre bu yargıların durumu bu. Amma bu koşulların dışında kalan gerçekler ortamına gelince, bunların tümü birer mecaz konumunda olar. Ancak ağılı bir analizin sonucu olmaları başka. Yani, söz mövzusu kavramların kendileri, etibarı kavramlar oldukları üçün iddia və benzetme yoluyla gerçeklerden edinilmişlerdir. Bu yüzden, edinildikleri gerçeklere oranla tümü, birer mecaz hükmündedir. Bu yaklaşımı əsas alarak, meseleyi kavramaya çalışın.
Amellere ilişkin bir değerlendirme də şudur: Ameller koruma altındadır, yazılıdır və somuttur: "Öyle bir gün ki herkes yaptığı iyilik və kötülüğü karşısında hazır bulur və o kötülükle kendisi arasında uzaq bir mesafe bulunmasını ister..." (Al/götürü İmran, 30) "Biz, hər insanın kuşunu kendi boynuna doladık, kıyamet gününde onun üçün açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız." (İsra, 13) "Onların önə sürdükleri amelleri və eserlerini Biz yazarız. Biz hər şeyi, apaçık bir kitapta təsbit edib korumuşuz." (Yasin, 12) "Andolsun, sən bundan gaflet içindeydin; işte Biz də senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bu gün görüş-gücün keskindir." (Qaf, 22) Daha önce, amellerin kıyamet günü somutlaşacağından söz etmiştik.
Amellere ilişkin bir diğer değerlendirme də şudur: Amellerle objeler dünyasındaki olaylar arasında bağlantı vardır. Ameller deyimi ilə, objeler dünyasında sergilenen hareketlerin ünvanı niteliğindeki iyilik və kötülükleri kastediyoruz. Cisimlerin doğal etkinliklerinden olan hareket etme və durma gibi faaliyetleri değil. Konuya ilişkin olarak yüce Allah şöyle buyuruyor: "Size isabet edən hər musibet, ellerinizin yaptığı (işler) dolayısıyladır. Allah çoğunu də affeder." (Şura, 30) "Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirinceye kadar, bir toplulukta olanı değiştirmez. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye imkan yoktur." (Rə'd, 11) Yine şöyle buyuruyor: "Nedeni bu: Bir kavim kendinde olanı değiştirmedikçe Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir." (Ənfal, 53) Ayetler, açıkça amellerle olaylar arasında yaxşı ya da kötü bir bağlantının olduğunu ortaya koymaktadır.
Allah'ın kitabında iştirak edən iki ayəs(n)i kerime meseleyi bir bütün olarak ifade edecek yeterliliktedir: "Əgər o ülkelerin halkı inansalardı və korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine həm gökten, həm yerden bolluklar açardık; ancak onlar yalanladılar, Biz də onları kazandıklarından dolayı yakalayıverdik." (Ə'RAF, 96) Diğer bir ayette isə şöyle buyruyor: "İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada və denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye Allah onlara yaptıklarının bir kısmının (cezasını) kendilerine tattırmaktadır." (Rum, 41)
Buna göre, evrensel gelişmeler bir yere kadar insanlar tarafından sergilenen amellere tabidir. Bu halde insan denen canlı türünün Allah'a itaat etmesini, ONun hoşnut olacağı bir hareket tarzını yaşamasını, üzerlerine hayırların yağması və bereket kapılarının açılması izler. İnsan türünün kulluk esaslı hayat biçiminden sapması azgınlık və sapıklık çizgisini inatla sürdürmesi, bozguncu niyetler besleyip çirkin ameller sergilemesi isə, karada və denizde bozgunculuğun ortaya çıkmasını; zulmün yaygınlaşması, pervasızlaşması, can güvenliğinin ortadan kalkması, insan və ameli ilə ilintili savaş və benzeri felaketlerin baş göstermesi sonucu milletlerin helak olmasını gerektirir. Aynı şekilde, sel, deprem, kasırga və tufan gibi bir çox canlının kökünü kurutan doğal afetlerin bir kısmı də insan denen canlı türünün sergilediği olumsuz tavırlarla doğrudan ilintilidir. Nitekim yüce Allah, Arim selini, Nuh tufanını, Semudoğulları'nın kökünü kurutan korkunç yıldırımı, Ad kavmini yeryüzünden silen dehşetli, kavurucu rüzgarı bu kategoride değerlendirmiştir.
Buna göre, bedbaht bir topluluk çeşitli rezilliklere və kötülüklere daldığı zaman, yüce Allah bu olumsuz tavırlarının kötü aqibətinin bir kısmını kendisine tattırır; bu durum onun yox oluşuna, kökünün kurutuluşuna giden dehşet verici sürecin başlangıcı olar: "Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kuvvet və yeryüzündeki eserleri bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Fakat Allah, onları günahları dolayısıyla yakalayıverdi. Onları Allah'tan koruyacak kimse olmadı." (Mömin, 21) "Biz, bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun varlık və güc sahibi önde gelenlerine emrederiz, böylelikle. Onlar orada bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz haqq olar da onu kökünden darmadağın ederiz." (İsra, 16) "Sonra birbirinin peşi sıra elçilerimizi gönderdik; hər ümmete kendi elçisi geldiğinde, onu yalanladılar. Böylece Biz də onları kimini kiminin izinde yürüttük və onları birer efsaneye çevirdik. İman etmeyen kavim uzaq olsun." (Mü'minun, 44) Bunların tümü yıkıcı, bozguncu topluluklar üçün geçerlidir. Yapıcı və ıslah edici topluluklar açısından isə, bunun tam tersi bir süreç söz konusudur.
Fərd də tıpkı topluluk gibi, işlediği iyilik və kötülüklerden dolayı sorguya çekilir; azaba çarptırılır. Kendisinden intikam alınır. Nə var ki, fərd, kimi zaman geçmişlerine bahşedilen nimetlerden yararlandığı gibi, babasının və atalarının işlediği zulümlerden də sorumlu tutulur. Yüce Allah, Hz. Yusufun (ə.s) dilinden şöyle aktarmaktadır: "Mən Yusufum, dedi. Və bu da kardeşimdir. Doğrusu Allah bize lütfdə bulundu. Gerçek budur ki, kim sakınır və sabrederse, şüphesiz Allah, iyilikte bulunanların karşılığını boşa çıkarmaz." (Yusuf, 90) Hz. Yusuf (ə.s) burada, yüce Allah'ın kendisine bahşettiği egemenliği və üstün konumu kastediyor. Bir diğer ayette isə şöyle buyuruyor: "Sonunda onu da, evini da yerin dibine geçirdik." (Kasas, 81) "Onlar üçün yüce bir doğruluk dili verdik." (Meryem, 50) Burada kendilerine nimetler bahşedilmiş salih bir zürriyet kastediliyor gibidir. Nitekim başka bir ayette də şöyle buyuruyor: "Onu ardından kalıcı bir kelime olarak bıraktı." (Zuhruf, 28) "Duvar, isə şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara aid bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler və kendi definelerini çıkarsınlar." (Kəhf, 82)
"Arkalarında bıraktıkları zayıf çocuklardan dolayı korku duyanların, içleri ürpertiyle titresin." (Nisa, 9) Burada, geçmişlerinin işlediği zulümden dolayı, başkaları tarafından zulme uğratılan zürriyet kastedilmektedir. Kısacası, yüce Allah hər hangi bir topluluğa ya da bir ferde nimet bahşettiğinde, şayet nimet bahşedilen kişi ya da topluluk salih və yapıcı isə, yüce Allah, ona bu nimeti bir nimet, ihsan və sınama aracı olarak bahşetmiştir. Nitekim yüce Allah Hz. Süleyman'ın (ə.s) dilinden bu gerçeği bu şekilde aktarmaktadır: "Dedi ki: Bu rabbimin fəzl (və lütfundan)dır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek istiyor. Kim şükrederse, artık o kendisi üçün şükretmiştir. Kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rəbbim heç bir şeye ihtiyacı olmayandır, Kerim olandır." (Nəml, 40) "Andolsun, əgər şükrederseniz, gerçekten size arttırırım və andolsun, əgər nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım çox şiddetlidir." (İbrahim, 7) Bu ayəs(n)i kerime də tıpkı bundan önceki ayetler gibi şükür olgusunun, peşinden nimet gelen bir salih əməl olduğuna işaret etmektedir.
Şayet nimet bahşedilen toplum ya da fərd, fesatçı və bedbaht isə, kendisine bahşedilen bu nimet, kendisi açısından bir tuzaktır, yavaş yavaş azaba sürükleniştir, belli bir süreye özgü oyalanıştır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Onlar bir tuzak kuruyorlardı, Allah də bir tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların ən/en iyisidir." (Ənfal, 30) "Biz onları, bilmeyecekleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız. Mən onlara süre tanıyorum. Elbette Benim düzenim sapasağlamdır." (Kalem, 44-45) "Andolsun, Biz kendilerinden önce, Firavun'un kavmini denedik." (Duhan, 17)
Bir kavim ya da ferdin başına felaketler yağdığı, musibetler və belalar yakasını bırakmadığı zaman, əgər bu fərd ya da kavim, salih və yapıcı isə, söz mövzusu musibetler, felaketler onlar üçün birer sınav işlevini görür. Yüce Allah, bu felaketler aracılığı ilə pisi temizden ayırmak üçün kullarını sınar. Musibetlerle sınanan topluluk ya da fərd bu haliyle tıpkı potada eritilen və mihenk taşı ilə ayarı ölçülen altın gibidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "İnsanlar, 'iman ettik' diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları də bilmekte və gerçekten yalancıları də bilmektedir. Yoksa kötülükleri yapanlar, bizi geçeceklerini mi sandılar? Nə kötü hükmediyorlar?" (Ankebut, 2-4) "İşte o günleri Biz insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri belirtip-ayırması və sizden şahidlər edinmesi içindir." (Al/götürü İmran, 140)
Şayet, musibetlere maruz kalan toplum ya da fərd, yıkıcı və bedbaht isə, onun bu durumu qisas alma amaçlı bir yakalayıştır. O, işlediği amellerin cezasını çekmektedir. Önceki ayetler, buna yönelik işaretler içermektedir.
Dünyada işlenen və aqibəti, bizzat işleyene dönük olan amellerin hükmü bundan ibarettir.
"Əgər insanlar tək bir ümmet (hepsi aynı yaşam düzeni və kurallarına təbii/tabe) olacak olmasaydı, Rahman'ı inkar edenlerin evlerine gümüşten tavanlar və üzerinde çıkıp-yükselecekleri merdivenler yapardık. Evlerine kapılar və üzerinde yaslanıp dayanacakları koltuklar və çekici süsler verirdik. Bütün bunlar, yalnızca dünya hayatının metaıdır. Ahiret isə, Rabbinin katında muttakiler içindir." (Zuhruf, 33-35) ayetlerine gelince, bunları aynı kategoride değerlendirmemek gerekir. (Yüce Allah herkesten daha yaxşı bilir) amma, bu ayetlerde kastedilen, dünya və çekici süslerinin yerilmesi və Allah katında bir değer ifade etmediğinin vurgulanmasıdır. Bu yüzden dünya metaı söz mövzusu olduğunda kafirler tercih edilmiştir. Əsl değer, ahiret nimetleri içindir. Əgər insan topluluklarını oluşturan fertler, benzer çabalar içine girerek tək tip və benzer niteliklere sahip tək bir topluluk haline gelmemiş olsaydı, yüce Allah dünya nimetlerini sırf kafirlere özgü kılardı.
Denebilir ki: Sel, deprem, salgın hastalıklar, savaşlar və kuraklık gibi doğal afetlerin, sebepleri vardır. Bu sebepler oluştuğu zaman, söz konusu felaketler meydana gelir. Kişilerin salih, ya da bozguncu olmaları önemli değildir. Dolayısıyla, bunları yaxşı ya da kötü amellerle ilintilendirme gerçekçi görünmemektedir. Bu, sadece dinsel bir varsayımdır, realiteyle bağdaşmayan bir değerlendirmedir.
Buna cevap olarak derim ki: Bu, fəlsəfi bir problemdir. Ayrıca, yüce Allah'ın kelamından algıladığımız mesajdan hareketle sunduğumuz tefsir niteliğindeki araştırmamız ilə də çelişmemektedir. "Əgər o ülkeler halkı, inansalardı və korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine gökten bolluklar açardık." (Ə'RAF, 96) ayetini tefsir ettiğimiz zaman konunun fəlsəfi açıdan incelenişi başlığı altında belli ölçüde ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
Kısaca şunu söyleyebiliriz: Yanlış anlamadan, Quranın və Quranı tefsir edenlerin maksadını algılayamamaktan kaynaklanan bir kuşkudur bu. Eşya və olayları Quranın öğretileri doğrultusunda algılayanlar: "Yaxşı ya da kötü amelleri hayır ya da şər nitelikli hadiseler takip edər" derken, doğal sebepleri geçersiz kılmak, etkinliklerini inkar etmek amacında değildirler.
Amellerle, maddi etmenler arasında etkinlik ortaklığının olduğunu də söylemek istemiyorlar. Teologlar, yaratıcının varlığını kanıtlarken, evrene egemen olan sebep-sonuç yasasının geçersiz olduğunu, varlıklar aleminde tesadüf və başıboşluğun egemen olduğunu iddia etmiş olmuyorlar. Ya da evren üzerinde yüce yaratıcı ilə doğal sebeplerin ortak egemenliklerinin bulunduğunu, dolayısıyla bazı gelişmeler yaratıcının eseri olarak tezahür ederken diğer bazısının da bu sebeplerin eseri olduğunu savunmuyorlar. Tam tersine, onların amacı, sebepler üstü bir sebebin, maddi etkenlere egemen mənəvi bir etkenin varlığını kanıtlamaktır. Teologlar, etkinliği bu iki sebebe dayandırırlar; amma öncelik və sonralık düzenini göz ardı etmeden. İlk və ikinci etken diye... Tıpkı bir yazının önce insana, ardından eline nisbət edilmesi gibi.
Meselenin özü şudur: Evreni idare edən güc insanı varoluşsal mutluluğuna və yaşamsal tekamülüne doğru itələyər. Nitekim, peygamberlik misyonunu genel olarak incelediğimiz bölümde, bu hususa ilişkin açıklamalarda bulunduk. Bilindiği gibi, insan denen canlı türünün mutluluğa doğru qat etdiyi mesafede iştirak edən konaklardan biri də amellerdir. Bu hareketinde, karşısına bir engel, bir barikat çıktığı zaman; bu onun yerinde saymasını ya da onun hareketinin yıkımla, həlakla noktalanma tehlikesini doğurursa, buna karşı bir önlem alınır və söz mövzusu barikatın kaldırılmasına çalışılır ya da iş görmez hala gelmiş olan parça kesilip atılır və hareket devam edər. Tıpkı bir bedene, ya da bedenin herhangi bir organına musallat olan bir hastalık gibi. Əgər imkan varsa, hastalık olan yerin tedavisine başvurulur, değilse, işlevsiz, yararsız və felçli olarak kendi haline bırakılır.
Canlılar üzerinde yapılan gözlemler və deneyler, yaratılış və varoluşun hər canlı türünü, karşısına çıkan felaketlere, baş gösteren bozgunculuklara karşı kendini savunmasını sağlayacak yetenek və becerilerle donattığını kanıtlamıştır. İnsanoğlunu növ və birey olarak bu genellemenin dışında tutmanın bir anlamı yoktur. Yine deney və gözlemlerle kanıtlanmıştır ki, evrensel yasalar sistemi, hər varlık türünün karşısına alışık olmadığı, konumu ilə uyuşmayan olaylar və olgular çıkarır. Bu da doğal olarak söz mövzusu canlı türünü varoluşsal güçlerini kullanmaya zorlar. Varoluşsal evrelerini tamamlamak, kendisi üçün öngörülen gaye və mutluluğa ulaşmak üçün böyle bir ilişki kaçınılmazdır. İnsanoğlu, böylesi evrensel bir faaliyetin dışında tasavvur edilebilir mi?
Bu gerçeği bu ayəs(n)i kerimelerden algılıyoruz: "Biz gökleri, yeri və hər ikisinin arasında bulunan varlıkları oyun olsun diye yaratmadık. Biz hər ikisini ancak haqq ilkesine göre yarattık. Ancak insanların çoğu bilmezler." (Duhan, 38) "Biz gökyüzünü, yeryüzünü və ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu inkar edenlerin zannıdır." (Sad, 27) Herhangi bir sanatkar, bir sanat eserini, sırf oyun olsun diye və bir amaca yönelik olmadan meydana getirdiği zaman, əsər meydana gelir gelmez, sanatkar ilə əsər arasındaki bağ kopar. Artık eserinin sonu nereye varacak? Nə növ felaketlerle karşılaşacak? Buna aldırmaz. Amma, bu eseri bir amaca yönelik olarak meydana getirseydi, onu denetimi altında tutar, başında durup gözlemlerdi. Varsın diye meydana getirdiği, bu amaçla çeşitli özelliklerle donattığı hedefine ulaşmasını önleyici bir engel karşısına çıktığı zaman, durumunu düzeltmeye çalışır; bazı eklemelerde ya da çıkarmalarda bulunur. Belki də onu tümden iptal edər, bileşimini çözer, yeni baştan meydana getirmeye çalışırdı. Aynı durum göklerin, yerin və başta insan olmak üzere bu ikisi arasında iştirak edən canlı cansız bütün varlıkların yaratılışı üçün də geçerlidir. Yüce Allah, nə yaratmışsa, onu amaçsız yaratmamıştır. Yarattığı heç bir şeyin varlığı boşuna değildir. Tam tersine, ulu Allah hər şeyi, sonunda kendi katına dönsün diye yaratmıştır. Nitekim, Quranda konuya ilişkin olarak şöyle buyurur: "Sizi boşuna yarattığımızı və bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü'minun, 16) "Elbette son varış Rabbine olacaktır." (Nəcm, 42) Bu durumda, Rabbani ilginin, yarattığı hər varlık gibi davet və yol gösterme şeklinde əsl amacına ulaşmasını sağlamak üçün insana yönelmesi, sonra onu sınayıp denemesi, sonra yaratılışın gayesinden sapanı helak etmesi kaçınılmaz olar. Bu, fərd və növ boyutundaki yaratılışı sağlamlaştırmak, yaratıcı çizgisinden sapan bir topluluğun yaşamasına son vermek suretiyle diğer toplulukları huzura kavuşturmak üçün bir zorunluluktur. Nitekim yüce Allah, bir ayəs(n)i kerimede şöyle buyurur: "Rabbin, heç bir şeye ihtiyacı olmayan rahmet sahibidir. Dilerse sizi götürür və dilerse, sizi bir başka topluluğun soyundan var etdiyi gibi, yerinize bir başkasını getirir." (Ən'am, 133) Ayəs(n)i kerimedeki: "Rabbin, heç bir şeye ihtiyacı olmayan rahmet sahibidir." ifadesine dikkat ediniz.
Bu, Rabbani bir sünnettir. Sınama və yaratılış çizgisinden sapanlardan qisas alma yasasını kastediyorum. Yüce Allah bundan "Yenilgiye uğratılmaz, alt edilməz, tersine daima galip və hakim olan" şeklinde danışar. Bunu şöyle dile getirir: "Size isabet edən hər musibet, ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. Allah çoğunu də affeder. Siz yeryüzünde ONU aciz bırakacak değilsiniz. Və sizin Allah dışında nə bir veliniz vardır, nə bir yardımcınız." (Şura, 30-31) "Andolsun, peygamber olarak gönderilen kullarımıza bu sözümüz geçmiştir: Gerçekten onlar, yardım və zafer bulacaklardır. Və şüphesiz; bizim ordularımız, üstün geleceklerdir." (Saffat, 171-173)
Amellerle ilgili bir diğer yargı də mutluluk və mutsuzlukla ilintilidir: Quranı Kerim'den algıladığımız kadarıyla mutluluğa sebep olan ameller grubu, mutsuzluk grubundan üstündür. Mutluluk grubunun ayırıcı özelliği, bütün güzel sıfat və niteliklere sahip olmasıdır. Fetih, zafer, sebat, istikrar, güven, derinlik və kalıcılık gibi. Bunların karşıtı olan silinip gitme, batıl olma, sarsılma, korku içinde yaşama, geçicilik, yenilgi vs. nitelikler də mutsuzluğa yol açan ameller grubunun ayırıcı özelliğidir.
Bu anlamı vurgulayan Quran ayetlerinin sayısı çoktur. Konuya ilişkin örnekleri çoğaltmak mümkündür. Amma bu gerçeği vurgulama bakımından yüce Allah'ın verdiği bu örnek yeterlidir: "Güzel bir söz, güzel bir ağac gibidir ki, onun kökü sabit, dalı isə göktedir. Rabbinin izniyle hər zaman yemişini verir. Allah insanlar üçün örnekler verir; umulur ki onlar öyüd al/götürər, düşünürler. Kötü söz isə, kötü bir ağac gibidir. Onun kökü yerin üstünden koparılmış kararı kalmamıştır. Allah, iman edenleri, dünya hayatında və ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri də şaşırtıp saptırır; Allah dilediğini yapar." (İbrahim, 24-27)
"Hakkı gerçekleştirmek və batılı geçersiz kılmak istemiştir." (Ənfal, 8) "Sonuç takvanındır." (Taha, 132) "Andolsun, peygamber olarak gönderilen kullarımıza bu sözümüz geçmiştir; gerçekten onlar, yardım və zafer bulacaklardır. Və şüphesiz; bizim ordularımız, üstün geleceklerdir." (Saffat, 173) "Allah, emrinde galip olandır, ancak insanların çoğu bilmezler." (Yusuf, 21) gibi ayetleri sıralamak mümkündür.
Örnek olarak sunduğumuz son ayetin, değerlendirme cümlesinde iştirak edən "ancak insanların çoğu bilmezler" deyil bahsedilen bu galibiyetin, insanlar tarafından algılanacak türünden olmadığını, bilakis insanların çoğunun bunu bilmediğini eyham etmektedir. Əgər bu, herkesin bildiği türden maddi və hissedilebilir bir galibiyet olsaydı, insanların çoğunun onu bilmemesi söz mövzusu olmazdı. Bu galibiyeti bilmeyenin bilmeyişi, onu inkar edenin inkar edişi iki açıdan değerlendirilebilir:
Birincisi; insanın düşünce kapasitesi sınırlıdır. Görüşü, sadece gözlerinin önünde bulunan, kendisine göre qeyb konumunda olmayan şeyleri, yani gözlemleyebildiği olguları kuşatır. İçinde bulunduğu an hakkında konuşur, amma gelecek zamanı bilemez, ondan yana gafildir. Bir günlük devleti devlet sayar. Bir saatlik galibiyet və zaferi, galibiyet olarak nitelendirir. Kısacık ömrünü və evə sahip olduğu naçiz və değersiz dünya metaını ölçü alarak bütün varlık hakkında hüküm verir. Oysa yüce Allah, zamanı və məkanı kuşatmıştır. Dünya və ahirette egemendir. Hər şey üzerindeki otorite ONun tekelindedir. İşte bu yüzden hükmettiği zaman kesin və tavizsiz hükmeder. Haqq ilkesine göre yargıda bulunur. Dünya də axirət də ONun üçün aynıdır. Filan şeyi kaybedecek, elden verecek diye bir tasası, korkusu olmaz. Heç bir işte acele etmez. Dolayısıyla, baş göstərən bir günün mahrumiyet və meşakkatini, bir dönemin ıslahına vesile olacağını takdir etmesi mümkündür. (Daha doğrusu, realite, böyle bir takdirin somut tanığıdır.) Ya da bir ferdin yoksun kalışı, bir topluluğun kurtuluşuna neden olar. Cahiller, gördükleri bir meşakkat və mahrumiyetin yüce Allah'ı aciz bıraktığını, ONun geçilebileceğini, mağlup edilebileceğini sanırlar. (Nə kötü hükmediyorlar!) Yüce Allah, zamanın bir dilimini gördüğü gibi axıb giden zaman silsilesini də görür. Tək bir varlığa egemen olduğu gibi, varlık bütününe də egemendir. Bir işle ilgilenmesi, ONU bir diğer işle ilgilenmekten alıkoymaz. Göklerle yerin korunması ONA güc gelmez. O yücedir, büyüktür. "Kafirlerin ülke ülke dönüp dolaşmaları seni aldatmasın. Az bir yararlanmadır. Sonra bunların barınma yerleri cehennemdir. Nə kötü bir yataktır o." (Al/götürü İmran, 196-197)
İkincisi; mənəvi olguların galibiyeti, maddi olguların galibiyetinden farklıdır. Maddi olguların galibiyeti, yenilgisi fiillere egemen olması, onların seçme özgürlüklerini ellerinden al/götürüb, galiplere boyun əgər, itaat edər haqq getirmesi, şiddete başvurarak zora dayalı bir baskıcı atmosfer oluşturması şeklinde gerçekleşir. Baskıcı, diktatör kralların yönetimdeki tutum və davranışlarını buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, bir ülkeye egemen oldukları zaman halkının bir kısmını öldürüyor, bir kısmını də tutsak ediyorlardı. Tahakküm və büyüklenme duygusuyla istediklerini yaptırıyorlardı. Deneyimler və somut kanıtlar, baskı və şiddete dayalı egemenliğin sürekli olmadığını, diri və dinamik topluluklar üzerindeki yabancı hakimiyetinin sonsuza qədər sürmediğini, bu durumun sayılı günlerle sınırlı olduğunu ortaya koymuştur.
Mənəvi olguların galibiyeti isə, buna ilişkin mesajın yerleşeceğini ürəklərin bulunuşu, bu mesaja inanan, onu bir inanc sistemi olarak benimseyen fertlerin eğitilmesi ilə gerçekleşir. Eksiksiz bir imandan daha üstün heç bir derece yoktur. Tam bir iman kadar sağlam bir kale düşünülemez. İman kalbe yerleşirse, kısa bir süre gizli kalsa bile, bilahare aşikar olub uzun zaman etkisini sürdürecektir. Bu yüzden, günümüzde büyük devletlerin ya da yaşayan ulusların güc və maddi donanımdan çox, propagandaya əhəmiyyət verdiklerini görüyoruz. Çünkü ideoloji və maneviyat silahı daha etkilidir, daha dehşetlidir.
Bu değerlendirmemiz, hayal və vehim sınırlarını aşmayan, toplumsal koşullarda, insanlar arasında genel geçer vehme və tasarıma dayalı düşünce və ideolojiler üçün geçerlidir.
Haqq isə, özü itibariyle ancak sapıklığın və batılın karşısıdır. Zaten haktan sonra sapıklıktan başka bir şey yoktur. Bilindiği gibi batıl hakkın karşısında tutunamaz. Dolayısıyla galibiyet, batıla karşı hakla ilişkin karşısıdır.
Haqq, etkinliği və amacına ulaşması bakımından değişmezlik və geçilmezlik niteliğine sahiptir. Çünkü bir mömin, şayet haqq düşmanlarına karşı, hayatın gözlenebilir sahasında bir üstünlük sağlasa, bu bir zaferdir. Və bundan dolayı ödüllendirilir. Əgər haqq düşmanı, ona bir üstünlük sağlasa və kendisini Allah'ın hoşnut olmadığı şeyleri yapmaya zorlasa, bu durumda görevi, zorlama və çətin durumda kalma şartlarına göre hareket etmektir. Müminin, böyle yapması də Allah'ın rızasına uygundur. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başka." (Al/götürü İmran, 28) Şayet haqq düşmanı olan kimse mümini öldürse, mömin üçün tertemiz bir hayat vardır; ölüm değil: "Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin, bilakis onlar diridirler. Fakat siz anlayamazsınız." (Bakara, 154)
Bu halde mömin hər vəziyyətdə muzafferdir və heç bir zaman məğlub edilemez. Ya zahiri olarak ya da sadece batini olarak, amma mutlaka üstündür, qalibdir. "Də ki: Siz bizim üçün iki güzellikten birinin başkasını mı bekliyorsunuz?" (Tevbe, 52)
Buradan anlıyoruz ki: Haqq, dünyada həm zahiren həm də batınen galiptir, üstündür. Hakkın zahiren galip oluşunu şöyle izah edebiliriz: Bilindiği gibi, evren, varoluşsal bir yol göstericilikle, insan türünü hakka və mutluluğa yöneltir. İleride onu bu amacına ulaştıracaktır. Batılın kimi zaman, görünüp üstünlük sağlaması, gelip-geçici saldırılardır. Bunlar hakkın sürekliliği karşısında bir anlam ifade etmezler. Batılın kimi zaman üstünlük sağlaması, hakkın nihai zaferinin ön hazırlığıdır. Yoksa zaman silsilesi kopmuş, devran sona ermiş değildir. Evrensel düzen asla alt edilemez. Hakkın batınen üstünlük sağlamasına gelince; bildiğiniz gibi, galibiyet hər zaman hakka ilişkin kesin və tereddütsüz kanıtlardan kaynaklanmaktadır; batılın isə heç bir kanıtı yoktur.
Sebat, hakçılık və iyilik gibi bütün güzel niteliklerin haqq söze və haqq fiile özgü olduğunu, buna karşın sarsılma, geçicilik, çirkinlik və kötülük gibi bütün olumsuz niteliklerin də batıl söze və batıl fiile özgü olduğu meselesine gelince, önceki bölümlerde bunun nedenine bu şekilde işaret etmiştik: "İşte bu, sizin Rabbiniz Allah'tır; hər şeyin yaratıcısıdır." (Mömin, 67) "O yarattığı hər şeyi güzel yapandır." (Secde, 7) "Sana iyilikten hər nə gelirse Allah'tandır, kötülükten də sana nə gelirse o da kendindendir." (Nisa, 79) Bu ayələrdən anlaşıldığı gibi kötülükler, yox və asılsız olan şeyler olduğu üçün, yüce Allah'a dayanmazlar; zira Allah ancak varolan şeyleri yaratan və onlara vücut verendir, yokluktan değil. İyiliklerde isə, durum bunun tersidir. Çünkü mezkur ayetlerden də anlaşıldığı üzere iyilikler hakka dayandığı üçün varolan şeylerdir. Bunun üçün yaxşı söz və yaxşı davranış hər türlü güzelliğin menşei, değişmezlik, kalıcılık, bereket və yarar gibi, bütün hayırların və mutlulukların kaynağıdır. Amma kötü söz və kötü davranış böyle değildir. Yüce Allah bu gerçeği şöyle dile getirir: "Allah gökten bir su indirdi də dereler kendi miktarınca çağlayıp aktı. Sel də yüze vuran bir köpük yüklendi. Bir bəzək veya bir meta sağlamak üçün atəş üzerinde yakıp erittikleri şeylerde də bunun gibi bir köpük vardır. İşte Allah, haqq ilə batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o atılır gider; insanlara yarar sağlayacak şey isə, yeryüzünde kalır." (Rə'd, 17)
Amellerle ilgili bir değerlendirme də şudur: Güzel söz və davranışlar, aklın değerlendirmeleri ilə örtüşür, kötü söz və davranışlarsa öyle değildir. Daha önce, yüce Allah'ın insanlara açıkladığı prensipleri ağıl esasına dayandırdığını vurgulamıştık. (Ağıl derken, insanın haqq ilə batılı algılamasını və yaxşı ilə kötüyü birbirinden ayırdetmesini sağlayan melekeyi kastediyoruz.)
Bu yüzden yüce Allah, insanlara akla uymayı tavsiye etmiş, içki, kumar, eğlence, insanlar arası ilişkilerde aldatma və hileye başvurma gibi aklı, asli fonksiyonunu icra etmekten alıkoyan davranışları yasaklamıştır. Aynı şekilde, yüce Allah, yalan, iftira, bühtan, ihanet və küstahlık gibi aklın sağlıklı bir yargıya varmasına engel olan tutum və davranışları də kesin şekilde yasaklamıştır. Çünkü bu cür tutum və davranışlar, insan aklının, işlevini yerine getirirken olguları karıştırmasına, meseleleri çarpıtmasına gətirib çıxarar. Oysa insan hayatı, bireysel və toplumsal çabanın hər alanında sağlıklı bir kavrayış və sağlıklı bir düşünüş esası üzerine bina edilmiştir.
Toplumsal və bireysel bozgunculukları və hatta heç bir kimsenin inkar etmeyeceği, üzerinde görüş birliği sağlanmış bozgunculukları analiz ettiğiniz zaman, bunların temelinde, aklın sağlıksız bir yargıya varmasına gətirib çıxaran, onu işlevsiz hala getiren davranışların yattığını görürüz. Olanca çokluğu və boyutluluğuyla bütün bozgunculuklar, aklı olumsuz yönde etkileyen bu cür tutum və davranışlara dayanırlar. İnşaal-lah uygun bir yerde, konuya ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.