Genel olarak peygamberlik meselesi, peygamberliğin düzenlenmiş və yasalaştırılmış hüküm və kanunların tebliğine yönelik bir misyon olması və bunların də etibarı olgular olmaları, yani gerçek birer olgu olmamaları nedeniyle, kəlamı bir meseledir, fəlsəfi değildir. Çünkü fəlsəfi araştırmalar varlıkların objeler dünyasındaki oluşları ilə və somut gerçeklikleriyle ilgilenir. Etibarı və farazi olgularla ilgilenmez.
Nə var ki, peygamberlik meselesi, bir başka açıdan felsefidir, fəlsəfi bir araştırmanın konusu olabilecek niteliktedir. Şöyle ki: Temel öğretiler, əxlaqi və pratik hükümler gibi dinsel prensipler, insan nefsi ilə ilintilidirler. Çünkü nefiste kökleşmiş sağlam bilgilere ya da köklü karakterlere, hallere dönüşmeleri söz konusudur. Bu bilgi və karakterler insan nefsi üçün birer şekil oluştururlar. Mutluluğa ya da mutsuzluğa, Allah'a yakın ya da uzaq olmaya doğru giden yolunu belirlemede etkin rol oynarlar. Çünkü insanoğlu, salih ameller, gerçek və doğru inançlar aracılığı ilə nefsi üçün bir takım kemal nitelikler edinir və bu nitelikler də ancak kendisi üçün önceden hazırlanan Allah katındaki yakınlık və gözdelik makamlarıyla, ilahi hoşnutluk və göz kamaştırıcı cennet ödülleriyle ilintilidir. Yıkıcı ameller, batıl və saçma-sapan inançlar aracılığı ilə də, nefsi üçün bir takım şekiller edinir. Bunlar də ancak geçici dünya ilə fani süsleri ilə ilintilidir. Böyle bir insan dünyadan ayrıldıktan və seçme imkanını kaybettikten sonra, hüsran yurduna, ateşten barınağa sürüklerler insanı. Kuşkusuz bu gerçekliği bulunan bir yolculuktur.
Bu halde peygamberlik gerçek bir meseledir. Önceki açıklamalarımızda değindiğimiz və Allah'ın kitabından algıladığımız kanıtsa, gerçekliği bulunan kesin bir kanıt və ağılı burhandır, nəqli delil değildir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Əməl vasıtasıyla gerçekleşen bu şekiller, kamala doğru giden yolda hareket edən insanın nefsi ilə ilintilidir. İnsanın gerçek bir canlı türü, gerçekliği bulunan bir varlık və bir takım gerçekliği bulunan sonuçlara kaynak olduğu hususunda şüphe yoktur. Varlıkların kemallerine doğru hareket etmelerini sağlayan sebepler insana də varoluşunun son kemal noktasına erişme yeteneğini bahşetmiştir. Bu olguyu deneyim və somut kanıtların tanıklığıyla algılıyoruz.
Yüce Allah, bağışı və feyzi eksiksiz olduğu üçün, hər nefse kemale erişmesine elverişli bir bağışta bulunması, ona bu yeteneği bahşetmesi gerekir. Kemale doğru içinde bulunan eğilim, bu ilahi bağış sayesinde kuvveden fiile geçer ki, biz buna mutluluk diyoruz. Ancak bunun üçün kişinin güzel sıfatlara, faziletli və ılımlı karakterlere sahip olması kaçınılmazdır. Əgər kişi, alçaltıcı, rezil niteliklere, aşağılayıcı karakterlere sahipse, kemale yatkın bu içindeki dürtüler onu mutsuzluğa, bedbahtlığa sürükler.
Şayet bu karakterler və ruhsal şekiller yapıcılık-bozgunculuk, korku-ümit, faydalı şeyleri arzulama-zararlı şeylerden kaçma inancından kaynaklanan isteğe bağlı fiiller aracılığı ilə olmuş olması söz mövzusu bağışın dinsel daveti ilə müjdeleme və uyarma ilə, korkutma və umutlandırma ilə ilintili olmasını gerektirir. Ki, müminler üçün bir şifa olsun, böylece mutlulukları üçün də öngörülen kemale ersinler. Zalimler üçün də bir yıkım, bir hüsran olsun, böylece bedbahtlıkları üçün də öngörülen kemale doğru yol alsınlar. Davet üçün, bu işi yapacak bir davetçinin olması şarttır. Bu da Allah tarafından görevlendirilmiş peygamberden başkası değildir. (Böylece genel peygamberlik meselesi ilə ilgili fəlsəfi inceleme doğmuş oldu.)
Əgər desen ki: Davet üçün, aklın insanı, haqq nitelikli inanc və amellere uymaya, iyilik və takva yolunda hareket etmeye çağırması yeterlidir. Ayrıca peygamber göndermeye nə gerek vardır.
Senin bu yaklaşımına cevap olarak derim ki: Bu dediyin şeylere davet edən, bu cür tavırların sergilenmesini emreden ağıl, güzellikle və çirkinlikle hükmeden pratik akıldır. Daha önce də vurguladığımız gibi, varlıkların gerçekliklerini kavrayan teorik ağıl değildir. Pratik ağıl, değerlendirmelerinin, hükümlerinin önermelerini içsel algılardan edinir. İlk halinden itibaren insanın iç dünyasında bulunan algılar, şehevi və öfkesel içgüdülerin algılarıdır. Fakat kutsal idrak gücü isə, o sırada henüz kavramdan fiile geçmemiştir. Daha önce də söylediğimiz gibi, fitri algılar insanlar arasında anlaşmazlığa gətirib çıxarar. Və fiili olarak insanda varolan algılar şimdilik kuvve halinde olan gücün bil fiil olmasına icazə vermez. Bunu insanın pratik halinden somut olarak gözlemleyebiliriz. Çünkü olumlu və yapıcı bir eğitim sistemini, bir terbiye sürecini yitiren herhangi bir topluluk ya da birey çox geçmeden, kendilerinde ağıl bulunduğu və fıtratın hükmü üzerlerinde geçerli olduğu halde barbarlaşırlar, vahşileşirler. Bu səbəbdən, yüce Allah'ın insana bahşettiği ağılı, peygamberlik misyonuyla desteklemesinden başka seçenek yoktur.
peyğəmbərliyin SOSYOLOJİK AÇIDAN ƏLƏ ALINIŞI
Əgər desen ki: Varsayalım ki, ağıl hər bireyden və hər toplulukta, hər ölçekte tək başına hərəkət etme bağımsızlığına sahip değildir. Fakat doğa, hər zaman kendi yararına, ıslahına dönük olanın eğilimi içindedir. Bu yüzden doğayı izleyen, ona göre tavır belirleyen bir topluluk də bireylerinin ıslahına dönük olan sonuçlara eriştirir. Sonuçta toplum, elverişli bir zemine oturma imkanını bulur, bir araya gelmiş bireylerinin mutluluğunu garanti altına almış olar. Bu noktada belirleyici olan, çevreye uyma diye bildiğimiz temel olgudur. Çünkü karşıt yönler arasındaki etkileşim, bir süre sonra, insan hayatının öngördüğü ortama elverişli bir topluluğun doğmasına gətirib çıxarar. Bu da, insan denen canlı türünün bir araya gelmiş bireyleri üçün mutluluk kaynağı olar. Tarihsel süreçte gözlemlediğimiz gelişmeler bunu kanıtlar niteliktedir. Çünkü toplumlar hər zaman tekamül etme eğilimi içindedirler, yapıcılığı, ıslahı isterler. İnsana dad veren mutluluğa yönelirler. Nitekim İsviçre gibi bazı topluluklar də bu standartı tutturma yolundadırlar. Henüz kemal düzeyine ulaşmanın şartları olgunlaşmamıştır. Buna ər veya keç çatacaqlar. Kimi ülkelerde gözlemlediğimiz gibi.
Buna cevap olarak derim ki: Doğanın kemal və mutluluğa eğilimli olduğunu kimse inkar edemez. Durumu doğa ilə örtüşen bir topluluk, kemale eğilimli doğa ilə aynı durumu paylaşmış olar. Ancak bu gerçeği göz ardı etmemek və üzerinde dikkatle durmak gerekir. Bu doğal eğilim və yöneliş pratik kemali və gerçek mutluluğu kaçınılmaz olarak öngörmez. Çünkü daha önce də söylediğimiz gibi, insanın iç alemindeki şehevi və öfkesel tekamül pratize olmuştur. Buna karşın, iç dünyasındaki gerçek mutluluğun kaynağı sayılacak mərkəz noktaları henüz kuvveden fiile geçmemişlerdir; atıl durumdadırlar.
Bunun tanığı də, bizzat yukarıdaki karşıt görüşte örnek gösterilen, tarih sahnesinden çekilmiş ya da bu anda tekamül sürecinde olan və bir kısmı mutlu fazilet kentine ulaşmış, bir kısmı isə ər veya keç ulaşacak olan uygar topluluklardır. Çünkü söz mövzusu toplumlarda gözlemlediğimiz kemal və mutluluk bedenseldir. Bedensel mutluluk və kemal isə insanın mutluluğu və kamalı demek değildir. Çünkü insan, cisim değildir. Aksine cisim və ruhun bileşimi bir varlıktır. Maddi və mənəvi yönlerin bir araya gelip oluşturdukları bir canlıdır. Beden içinde sürdürdüğü bir hayatı vardır. Bir də bedenden ayrıldıktan sonra sürecek olan, asla son bulmayacak olan bir başka hayatı vardır. Bu yüzden insan, öteki hayatında dayanacağı bir kamalın və mutluluğun ihtiyacı içindedir. Bu yüzden, insanın gerçek mahiyeti buyken, doğal hayatın esasları üzerinde kurulu bedensel mutluluğu və kamalı, onun mutluluğu və kemale erişi olarak değerlendirmek doğru değildir.
Bununla anlaşılıyor ki, toplum deneysel olarak pratikte bedensel kemale yöneliktir, insani kemale değil. Onun bu pratik hareketi ilə, insanın gerçek kemalini kastediyor olması durumu değiştirmez. İnsanın həlakı, bileşiminin çözülmesi və dosdoğru yoldan ayrılması anlamına gelen bedensel kemali teorik olarak düşünmemesi, üzerinde bulunduğu pratik açısından hiçbir şeyi farklı kılmaz. Bu səbəbdən, insan üçün öngörülen kemal, ancak peygamberlik misyonunun desteği ilə, ancak ilahi yol göstericilik ilə gerçekleşebilir.
Əgər desen ki: Peygamberlik misyonu aracılığı ilə gerçekleşecek və varoluşsal hidayetle ilintili olacak bir davetin varlığının bir zorunluluk olduğunu kabul etsek, bu durumda adı geçen davet hareketinin insan toplulukları üzerinde etkin bir faaliyet sürecini gerçekleştirmesi zorunluluğu doğuyor. Nitekim insanın, daha doğrusu bütün varlıkların varoluşsal yararlarına yönelik yolu bulmaları pratik bir olgudur, yaratılış və varoluş sürecinde aksiyoner bir işlev görür. Bu yüzden toplumların bu davetle biçimlenmeleri varoluşsal bir zorunluluk olar. Peygamberlik misyonu aracılığı ilə yürütülen davet hareketinin insanlar arasında, diğer doğal içgüdüler gibi yürürlükte olması və heç bir zaman işlevsiz bırakılmaması gerekirdi. Oysa pratik durumun böyle olmadığını hamı/həmişə birlikte gözlemliyoruz. Bu nasıl bir gerçek ıslah hareketidir ki insan toplulukları onu kabul etmiyor? Bu bakımdan dinsel davetin hayata ilişkin anlaşmazlıkları ortadan kaldıracağı savı, gerçekle, pratik hayatla bağdaşmayan bir varsayımdan kənar bir şeydir.
Bu iddiaya cevap olarak derim ki: Öncelikle, dinsel davetin etkisi açıq və belirgindir. Ancak gerçekler karşısında büyüklenenler bundan kuşku duyar. Çünkü din olgusu, ortaya çıktığı günden itibaren, bu güne değin geçen çağlar boyunca milyonlarca bireyi mutluluk yönünde bunların bir neçə katını də bedbahtlık yönünde eğitmiştir. Dinin önayak olduğu bu iki farklı sonuç, kabul ya da rədd, boyun eğme ya da büyüklenme, iman ya da küfür tavrına göre şekillenir. Ayrıca kimi zamanlarda, kimi dinsel topluluklar kurtulmuş və saadete ermişlerdir. Bununla birlikte dünya henüz ömrünü tamamlamış değildir. İnsanlık aləmi hayattan silinmemiştir. Bu yüzden herhangi bir topluluğun yapıcı bir dinsel topluluğa dönüşmesi, insanlığın gerçekliğine uygun bir hayatın yaşanması, faziletlerin, mutluluğunun və yüksek əxlaqi değerlerin hayata egemen olması hər zaman üçün mümkündür. O gün toplum içinde Allah'tan başkasına kulluk sunulmaz. Adalet və fazilet geçerli olar. Böylesine olağanüstü bir etkiyi basit və önemsiz olarak algılamamız doğru bir davranış olmaz.
İkincisi: Sosyolojik araştırmalar, aynı şekilde psikoloji və əxlaq bilimi, dışarıda sergilenen fiillerin psikolojik niteliklerden beslenen əxlaqi karakter və durumlarla ilgisinin olduğunu və bunların ruhlar üzerinde etkisinin bulunduğunu kanıtlamıştır. Bu halde xarici alemde gerçekleşen fiiller, ruhların eserleri və sıfatları konumundadır. Ayrıca bunların də ruhlar üzerinde və sıfatlarının şekillenmesinde etkileri vardır. Bu noktada insan hayatına ilişkin iki temel sonuç çıkıyor karşımıza: a) Sıfat və əxlaqi yapının sirayet etmesi. b) Sıfat və əxlaqi yapının veraseti. Bu halde nitelikler və əxlaqi karakterler amele dökülerek genişlemek suretiyle varlıklarını yaygınlaştırırlar. Veraset yoluyla də varlıklarına süreklilik kazandırırlar. Karakter və sıfatlarla insanın amelleri arasında etkileşim söz konusudur. İnsanın nefsi hər nə kadar yetkin karaktere sahip olursa onunla uyğunlaşma sağlayan yaxşı ameller gerçekleşir. İşte bu, sıfat və əxlaqi yapının sirayet etmesidir. Amellerin tekrarlanması sonucu nefiste üstün meleke və karakter kökleşir və sonuçta böylesine ameller süreklilik kazanırlar. İşte bu, əxlaqi yapının veraseti demektir.
Ən/en eski çağlardan beri, yazılı tarixdən önce və sonra insan topluluklarına paralel olarak süregelen bu büyük dinsel davet sürecinin də əxlaqi faziletler və güzel, saygın nitelikler açısından insanoğlunun toplumsal hayatı üzerinde derin və kalıcı etkiler bırakması kaçınılmazdır. Bir çox insan olumlu tepki gösterip inanmasa bile dinsel davetin onların ruhları üzerindeki etkisi inkar edilemez.
Gerçek şudur: Günümüzün bir çox toplumunda, varlığını sürdüren bir çox milletin hayatında peygamberlik misyonunun və dinin izlerine rastlıyoruz. Bu topluluklar və milletler bu nitelikleri katılım ya da başkalarını taklit yoluyla edinmişlerdir. Çünkü din olgusu, insan denen bu canlı türünün içinde ortaya çıktığı günden itibaren önemli uluslar və topluluklar mesajını taşımış, onun ilkeleri doğrultusunda hayatını biçimlendirmiştir. Çünkü imana, güzel əxlaqa, adalet və iyiliğe çağıran tək davetçi din olagelmiştir. Bu halde bu gün az da olsa insanlar arasında, övgüye değer hasletler namına rastladığımız bulgular dinin izlerinin və sonuçlarının kalıntılarıdır. Çünkü toplumları biçimlendirme işlevini yürüten genel düzenlemeler üçtür, dörd değil. Biri dikta nitelikli düzenlemedir. İnsana ilişkin hər faaliyette mutlak bir itaati, köleliği öngörür. İkincisi medeni kanunlardır ki, sadece fiiller alanında yürürlüktedir və sadece fiillere hükmeder. Üçüncüsü isə, dindir. Həm inanc sistemine, həm əxlaq sistemine, həm də pratik hayata ilişkin hükümler koyar. Tümünü birden islah etmeye, birlikte düzenlemeye çalışır.
Əgər yeryüzünde umulan bir hayır ya da mutluluk varsa, dine və dinsel eğitime nisbət edilmesi gerekir.
Bu realiteye toplumsal hayat sistemlerini doğal kemal ekseni üzerinde bina edən, din və əxlaq gerçeğini toplumsal yapılanmalarından dışlayan milletlerin pratik deneyimlerinden gözlemleyebiliriz. Çünkü bu milletler çox geçmeden, iyilik, merhamet, sevgi, ürək temizliği gibi əxlaqi və fitri faziletleri yitirdiler. fıtrat gerçeği hər zaman varlığını korudu. Əgər çox yönlü bir kemal üçün tək başına fıtrat yeterli olsaydı və insanlar arasında bulunan kimi faziletler, katılım yoluyla geçen dinsel kalıntılar olmasaydı, söz mövzusu toplumların bu saydığımız güzellikleri yitirmemeleri gerekirdi.
Kaldı ki, tarih Xristian toplumların haçlı seferleri sırasında, İslamın evrensel kanunlarının önemli noktalarını alıntıladıklarının tanığıdır. Xristianlar İslam yasalarını taklit edib maddi alanda ilerlediler, Müsəlmanlar isə bu kanunları bir kenara attılar. Onlar kalkınırken, bunlar geri kaldılar. Bu konuda söylenecek çox şey var, amma biz kısa kesiyoruz.
Kısacası, sözünü ettiğimiz iki temel sonuç, yani sirayet və veraset realiteleri insanın sahip olduğu içgüdüsel təqlidin, alışılageleni koruma dürtüsünün gerekleridir. Bu səbəbdən din ruhunun toplumlara nüfuz etmesini gerektirirler. Nitekim başka alanlarda də benzeri bir işlev görürler. Bu pratik bir etkidir.
Əgər desen ki: Bu durum də fıtrat neye yarar; heç bir şeye cevap vermedikten sonra və insan mutluluğu peygamberlik misyonuna bağlı olduktan sonra? Ayrıca, peygamberlik misyonunun davet ettiği dinsel yasamayı (Şeriat kılmayı) fıtrat esasına dayandırmanın anlamı nedir?
Buna cevap olarak derim ki: Daha önce, fitrətin insan mutluluğu və kamalı ilə olan ilintisine ilişkin olarak sunduğumuz açıklamalar, bu kuşkuyu giderecek yeterliktedir. Çünkü peygamberlik misyonunun insana kazandırdığı mutluluk və kemal olgusu, insan denen bu canlı türünün dışında, ya da fıtratın yabancısı olduğu bir durum değildir. Çünkü bizzat insanı buna yönelten fıtratın kendisidir. Fakat fıtratın yönelticiliği, tək başına, bir destek olmadan bu sonuca ulaşma bakımından yetersiz kalıyor. Sözünü ettiğimiz bu destekçi peygamberlik gerçeğidir ki, o da insanlığın və kamalının dışındaki bir olgu değildir. İnsanın bir yanına konulmuş bir daş gibi, insana eklenmiş bir olgu değildir. Aksi taktirde, onun insana kazandıracağı şey, kemal və mutluluğun dışında olacaktı. Bir insanın terazideki ağırlığına əlavə olarak konulmuş bir daş gibi kendisine yük olacaktı. Aksine peygamberlik misyonu də insan üçün öngörülen fitri bir kemaldir, bu canlı türünün öz yaratılışında yer alan temel bir unsurdur. Xüsusi bir bilinç, insana özgü kılınmış bir kavrayış, yaratılış gerçeğindeki köklü bir algılayıştır. Buna ancak, insan denen canlı türünün içinden bazı kişiler, ilahi bağış sonucu ulaşabilir. Tıpkı, buluq çağına çatan insanların, cinsel birleşme lezzetini xüsusi olarak algılamaları gibi. Bu lezzete fiilen buluğ çağına ermiş kimselerin dışındaki bireyler fiilen ulaşamazlar. Oysa buluğ çağına ermiş ermemiş herkes insani fıtrat açısından bir və ortak özelliklere sahiptirler və bu algılayış də fıtratla bağlantılıdır.
Kısacası, peygamberlik gerçeği, peygamber olarak adlandırılan insanın insanlığı açısından fazlalık sayılabilecek, onun fıtratının dışında olan bir olgu değildir. Diğer toplumların ulaştıkları mutluluk də, kendi insanlıklarının və fıtratlarının dışında değildir. İnsani varoluşun alışık olduğu olguların dışında değerlendirilmez. Yoksa insanlık açısından bir mutluluktan, bir kemalden söz edilemezdi.
Əgər desen ki: Bu açıklamadan sonra, peygamberlik misyonu etrafında yeni bir kuşku beliriyor. Çünkü bu haliyle fıtrat yeterlidir. Nasıl olsa, peygamberlik də fıtratın dışındaki bir olgu değildir.
Yukarıdaki açıklamadan çıkan sonuç şudur: Fıtratı gereği uygar olan və çeşitli topluluklar kurarak yaşamını sürdüren insan denen canlı türünün bireyleri arasında, sağlam və dosdoğru fıtratlı, akılları asılsız kuruntulardan və heveslerden arınmış, küçük düşürücü niteliklerden beri bazı salih kimseler, doğru və normal fıtratları və dejenere olmamış akılları aracılığı ilə toplumun yararına və insanın mutluluğuna neden olacak düşüncelere erişirler. Buna dayanarak insanlığın çıkarına, dünya və ahiret imarına yarayan kanunlar koyarlar. Bu halde peygamber toplumsal bir dehaya sahip bir insandır.
Cevap olarak şöyle derim ki: Kesinlikle hayır! Bu, peygamberlik gerçeği ilə, kapsadığı misyon və sonuçları ilə bağdaşmayan bir yorumdur.
Birincisi: Bu varsayımı bazı sosyologlar ileri sürmüşlerdir ki, bunların dinsel araştırmalarda bir etkinlikleri yoktur. Dünya və ahiret hayatının gerçekleri üzerinde derin bir araştırma yapmış değildirler.
Bu iddiayı ortaya atanlar diyorlar ki, peygamberlik, xüsusi bir toplumsal dehadır. Fitri sağlamlığın və ağılı olgunluğun bir sonucudur. Bu deha, kişiyi toplumun durumunu düşünmeye, çürümüş toplumu ıslah edecek fikirler üretmeye, toplumun bireylerini mutlu edecek adımları tespit etme yönünde bir düşünsel işlev görmeye zorlar.
İşte bu toplumsal deha sahibi kimse, peygamberdir. Düşünsel melekesinden süzülen salih və yapıcı fikir isə vahiydir. Toplumun ıslahı üçün koyduğu kanunlarsa dindir. Bu fikirleri kendisine telkin edən, düşünce melekesine dərc edən və heva və hevese uymak suretiyle insan alemine ihanet etmeyen tertemiz ruhu isə əmin ruh Cebrail'dir. Bunu də vahyeden gerçekte yüce Allah'tır. Onun yüksek və temiz fikirlerini içeren kitap isə, səmavi kitaptır. Melekler isə, doğal güçlerdir ya da insanın hayra çağıran yönleridir. Şeytan isə, kötülüğü ısrarla emreden nefistir, ya da insanın kötülüğe və bozgunculuğa davet edən yönleridir. Artık buna göre, diğer olgular də mukayese edilebilir.
Bu varsayım dayanaktan yoksundur. Daha önce "mucize" konusunda, iddia edilen bu anlamı ilə peygamberliğin ilahi nübüvvetten çox, politik manevra olarak isimlendirilmesinin daha uygun olacağını vurgulamıştık.
Ayrıca, şunu də vurgulamıştık ki, adı geçen araştırmacıların "peygamberlik misyonu" olarak tanımladıkları bu xüsusi deha, pratik aklın bir özelliğidir. Yapıcılık və bozgunculuk esası üzerinde yaxşı fiillerle, kötü fiilleri birbirinden ayırt etme işlevini görür. Bu isə, ağıl melekesine sahip insan türünün bütün fertlerinin ortak bir özelliğidir və bu niteliğe ortak fıtratın yol göstericiliği sonucu ulaşılır. Aynı şekilde, bizzat bu aklın anlaşmazlıkların baş göstermesine neden olduğunu vurgulamıştık. Bu özellikte olan bir şeyin, sonra dönüp anlaşmazlıkları gidermesinin mümkün olmayacağını, bunun üçün bütünleyici bir başka olguya muhtaç olduğunu belirtmiştik. Değindiğimiz bu açıklamamızdan hareketle, bütünleyici olgunun xüsusi bir algılama türü olması gerektiğini kavramış olmalısınız. İnsan türünün bazı fertleri pratik olarak bu niteliğe özgü kılınırlar. Bu xüsusi donanımlı fertler, fıtratı dünya və ahiretin gerçek mutluluğuna eriştirirler.
Buradan anlıyoruz ki, bu xüsusi nitelikli algılama, düşünsel algıyla aynı mahiyette değildir. İnsanın ağılı önermeler yoluyla vardığı düşünsel sonuçlarla peygamberliğe özgü algı ilə varılan sonuçlar farklı şeylerdir. İki yol arasında büyük fərq vardır.
İnsan psikolojisinin özellikleri üzerinde araştırma yapanlar, insanda psikolojik bir içsel algı yeteneğinin bulunduğundan kuşku duymazlar. Bazı fertler açısından bu özellik belirginleşebilir və gözlemlenebilen aləmin ötesindeki aləmə açılan bir kapı açabilir. Söz mövzusu kişi olağanüstü bilgilere, gelişmelere tanık olar ki bu, düşünce və aklın ulaştığının ötesinde olan bir durumdur. Bizim eski zamanlarda yaşayan bütün psikologlarımız və İngiliz uyruklu James gibi bir çox Avrupalı ruh bilimcisi bu gerçeği açıkça dile getirmişlerdir.
Burada çıkan sonuç şudur: Peygamberlerin algıladıkları vahiy, aklın algıladığı düşünce ilə aynı kategoride değerlendirilemez. Peygamberlik, şeriat, din, kitap, melek və şeytan gibi olgular çağdaş yorumcuların uydurdukları anlamlarla örtüşmemektedir.
İkincisi: Peygamber olduklarını söyleyen, Allah'tan vahiy aldıklarını ileri süren Hz. Muhammed (s. a. a), İsa, Musa, İbrahim və Nuh (ə.s) gibi zatların sözleri (ki hepsi birbirini doğrular niteliktedir) aynı şekilde eldeki səmavi kitaplar, söz gelimi Quranı Kerim, çağdaş yorumcuların peygamberlik, vahiy, kitabın indirilişi və melek gibi gerçekleri açıklamalarından farklı bir şekilde və mahiyette sunmaktadır. Çünkü peygamberlerden geride kalan kitap və sünnet açıq bir şekilde, bu gerçeklerin və sonuçlarının, doğal olguların, maddi oluşumun və duyu organlarının dışında değerlendirilmeleri gerektiğini dile getirmektedir. Öyle ki bunları doğaya və doğanın hükmüne bağlamak, ancak söz sanatının kaldıramayacağı, konuşma zevkinin dışlayacağı yorumlarla mümkün olabilir.
Dolayısıyla bu açıklamalarımızdan çıkan sonuç şudur: İnsan toplulukları aralarındaki anlaşmazlık bozgunculuğunu ortadan kaldıran şey, toplumun iyiliğinin nə yönde olduğunu kavrayan bu içsel algılayıştır. Peygamberlerin diğer insanlar içinde ön plana çıkmalarını sağlayan ayrıca gücü kastediyorum. Ki bu bütün insan fertlerinin ortak özellikleri olan düşünsel algının ötesinde bir şeydir.
Əgər desen ki: Buna göre, adı geçen içsel algı, olağanüstü bir durumdur. Çünkü insan türünün fertleri kendi nefislerinde böyle bir olguya tanık olamıyorlar. Bu, sadece belli sayıdaki kimi fertlerin iddia ettikleri bir durumdur. Bu səbəbdən mahiyeti və konumu bundan ibaret olan bir olgunun bütün insanlığı, ıslah etmesi, gerçek mutluluğa eriştirmesi nasıl mümkün olabilir? Daha önce, insanı mutluluğa və kemale yönelteceği varsayılan bir olgunun, insanın fıtratı ilə bağlantı halinde və birlik içinde hareket etmesi gerektiği vurgulanmıştı. İnsana yol göstericilik işlevini gören bir misyonun, onun eline konulmuş bir daş gibi ilgisiz və yabancı olmaması gerekir.
Buna karşılık olarak derim ki: Peygamberlik olgusunun olağanüstülüğü tartışılmaz. Yine içsel algılarla ilgili bir durum olduğu, zahiri duyu organları ilə algılanamayan bir iletişim şekli olduğu də şüphesizdir. Fakat ağıl, olağanüstü bir durumu, zahiri duyularla algılanamayan bir olguyu reddetmez. Tersine, sadece imkansızı reddeder. Aklın, olağanüstü durumları və zahiri duyularla algılanamayan olguları doğrulamasının bir yolu, bir yöntemi vardır. Ağıl, bir şeyi illetleri aracılığı ilə kanıtlayabilir. Buna "nedensel" kanıtlama diyoruz. Bir də, irade etdiyi şeyi, gerekleri ya da sonuçları aracılığı ilə kanıtlar, buna da "eni "yani "şartla" kanıtlama yöntemi diyoruz.
Peygamberlik olgusu də, yukarıda işaret ettiğimiz anlamı ilə bu hər iki yöntemle də kanıtlanabilir: Peygamberlik misyonunun sonuçları və neden olduğu gelişmeler göz önünde bulundurulur. Ki insanın dünya və ahiret mutluluğunu kapsamına almasıdır. Bazı durumlarda də gerektiricileri göz önünde bulundurulur. Şöyle ki: Peygamberlik misyonu olağanüstü bir olgu olduğu üçün, bu misyona sahip olduğunu iddia edən kimse şunu demek istiyordur: Doğa ötesinde olan şəxs, ki doğadaki gelişmelere yol gösteren və onları kendi mahiyetlerine uygun bir mutluluğa eriştiren və aynı zamanda doğanın bir parçası olan insan türünü də kendisi üçün öngörülen mutluluk və kemal düzeyine yönelten ilah, insan türünün bazı fertleri üzerinde olağanüstü bir tasarrufta bulunur. İşte, vahiy bu tasarrufun bir göstergesidir. Əgər bu olağanüstü tasarruf caiz isə, olabilirlik niteliğine sahipse, başka olağanüstülükler də caiz olurlar. Çünkü benzer şeyler, caizlik ya da caiz olmazlık açısından aynı hükme tabidirler. Bu bakımdan herhangi bir kimsenin peygamberlik iddiası gerçek isə, kendisinde bu olağanüstü nitelik bulunuyorsa, peygamberliği ilə bağlantılı başka olağanüstülükler də sergilemesi normaldir, mümkündür. Söz mövzusu peygamberlik iddiasının gerçekliğinden kuşku duyan birini tasdik etme durumunda bırakma gibi bir bağlantıdan dolayı mucize göstermeyi də bu kategoride değerlendirmek gerekir. İşte sözünü ettiğimiz diğer olağanüstülük də mucize göstermedir. "Əgər kulumuza indirdiğimiz Qurandan şüphedeyseniz, bu durumda, siz də bunun benzeri bir sure getirin." (Bakara, 23)
Əgər desen ki: Diyelim ki, insanlar arasında anlaşmazlık peygamberlere enən vahiy adıyla anılan söz mövzusu içsel algı aracılığı ilə ortadan kaldırıldı və peygamber olan şəxs, bunu mucize ilə kanıtladı. Fakat bu peygamberin heç yanlış yapmayacağının güvencesi nedir? Yasa koyarken bu peygamber, onu yanlışlıklara karşı nə koruyacaktır? Nitekim o da bir insandır və hər insan gibi yanlış yapabilecek bir yaratılışa sahiptir. Bilindiği gibi, bu aşamada yapılacak bir hata, yani din vəz etme və toplumda anlaşmazlıkları ortadan kaldırma aşamasında yanılgıya düşme, toplumu kemale erme süresinden alıkoyması, insan türünü kendisi üçün öngörülen mutluluğa götürücü yoldan saptırması bakımından, anlaşmazlığın kendisi kadar olumsuz bir durumdur. Bu səbəbdən aynı sakınca bir dəfə daha karşımıza çıkıyor.
Mən deyərəm ki: Önceki incelemelerimiz, aslında sorunu çözücü niteliktedir. Bu konuda yeterli güvence vermektedir. Çünkü insan türünü böyle bir faaliyete sevk eden güc- anlaşmazlıkları giderici ruhsal olguyu kastediyorum- aslında evrensel yasalar sistemidir, bu sistem hər varlık türünün varoluşsal kemaline və gerçek mutluluğuna ulaştırılmasını öngörür. Çünkü, insanın olgular dünyasında, bütün dışsal gerçek varlıklar gibi varlığını gerektiren sebep, onu mutluluğa eriştirecek dışsal və evrensel yol göstericiliği də sunmuştur. Bilindiği gibi, objeler dünyasının dışındaki olgular, söz mövzusu dünyanın dışında oldukları üçün yanlışla, yanılgıyla karşılaşmazlar. Demek istiyorum ki, objeler dünyasının dışındaki varlıklarda yanlışlık və hata olmaz. Çünkü, xarici alemde olan şeyin orada olan şeyin kendisi olduğu açıktır. Bu cür olgular, ancak tasdiki bilgiler və düşünsel faaliyetler aşamasında və xarici alemde uygulama sürecinde yanlışlık və hata ilə karşılaşabilirler. Çünkü doğru və yalan önermelerin özelliklerindendir. Bunlar önermelerin xarici dünyaya uyğun gəlib uymamalarına göre belirginlik kazanırlar.
İnsan türünü mutluluğa eriştirenin, toplumunda baş gösteren anlaşmazlıkları giderenin yaratılış və varoluş olduğunu varsayarak, bu, yol göstericiliğinde və yol göstericilikte kullanılan araçta -Peygamberlik ruhu və vahiy bilinci- bir yanlışlık, bir hata ilə karşılaşmamasını gerektirir. Evrensel yasalar sistemi, bu ruhu və bilinci peygamberin varlığına yerleştirirken yanılmış olamaz. Evrensel yasalar sistemin belirlediği bu bilinçte, insan denen canlı türünün iyiliklerini bozgunculuklarından, mutluluğunu mutsuzluğundan ayırdetme işleminde bir hata yapmaz. Bir işte hata yaptığını, yanılgıya düştüğünü varsayarsak, hatadan və yanılgıdan korunmuş bir başka işle, söz mövzusu yanlışlığın, yanılgının bertaraf edilmesi zorunluluğu doğar. Buna göre, evrensel yasalar sisteminin, varoluş düzeninin doğrular üzerinde yükselmesi, bünyesinde hata və yanlışlık barındırmaması kaçınılmazdır.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, peygamberlik misyonuna ilgili olduğu hər konuda, hər alanda ismet (yanılmazlık) niteliği eşlik etmektedir. Din və yasalaştırılan şeriat konusunda hatadan korunma durumu yani, daha önce də işaret ettiğimiz gibi, bu masumluk, günah işlememek anlamındaki masumluktan farklıdır. Bu masumluk, yüce Allah'tan vahiy algılarken yanılmama anlamındadır. Ötekisi isə, əməl və kullukla, ibadetle ilgilidir. Bu noktada üçüncü bir masumluk aşaması ön plana çıkıyor ki, bu, algılanan vahiy insanlara duyurmada hata işlememe, yanılgılara karşı korunmuş olma ilə bağlantılı bir aşamadır. Bu iki aşama, insanın varoluşsal mutluluğunun yolunda, yine varoluşun bir gereği olarak yer/yeyər almaktadır varoluş sisteminde hataya, yanılgıya yer/yeyər yoktur.
Cevap olarak sunduğumuz bu açıklamalar ilə konuya ilişkin bir başka probleme də çözüm getirmiş oluyoruz: Niçin, adı geçen bu içsel bilincin, batini algının, ortak fitri bilince, yani düşünsel algıya benzemesi caiz değildir? Varlık içinde tıpkı onun gibi değişime və etkilenmeye açıq olması neden uygun düşmez? Çünkü fitri algılama, maddeden kənar, maddeden soyutlanmış nefisle kaim olan olgulardan olmakla beraber, madde ilə bağlantısı açısından güçlülüğe, zayıflığa, kalıcılığa və gidiciliğe açıktır. Delirme, aptallık, ahmaklık, cahillik, yaşlanıp güçten düşme gibi algılama yeteneğine musallat olan musibetlere kaçınılmaz olarak maruz kalır. Aynı şekilde, gündemimizde olan içsel algılama də, bir şekilde maddi bedenle ilgilidir. Gerçi zati itibariyle maddeden bağımsız olduğu hususu tartışılmazdır. Amma bu ilgiden dolayı, tıpkı düşünsel algılama gibi değişimden və bozulmadan etkilenmesi gerekir. İşte değişim və bozulmaya maruz kalmasının imkan dahilinde olması ilə birlikte, kaçınılmaz olarak yukarıda işaret edilen soru işaretleri belirmeye başlıyor.
Bu sorulara cevap olarak diyoruz ki: Daha önce, bu içgüdünün, yani insan denen canlı türünün gerçek mutluluğa yönelik içgüdüsünü, ancak kendi varlığının dışındaki bir var ediş, bir yaratış haliyle gerçekleştiğini, düşünsel aklın bu noktada bir etkinliğinin bulunmadığını açıklamıştık. Bu səbəbdən dışsal bir varoluşta hatanın yer/yeyər almasının pratik bir anlamı yoktur.
Ancak bu içsel algılamanın, bedenle bir növ ilintisi bulunmasından dolayı değişim və bozulmanın hedefi olacağı varsayımına gelince, biz bedenle ilintisi bulunan hər algılamanın, değişimin və bozulmanın açıq hedefi haline geleceğini kabul etmiyoruz. Bu konuda, sadece düşünsel algılama üçün böyle bir durumun söz mövzusu olabileceğini kabul edebiliriz. (Daha önce peygamberin vahyi algılamasının düşünsel türden bir algılama olmadığını vurgulamıştık.) Çünkü, insanın kendini algılaması də bu kapsama girer. Oysa bu algılama geçersizliği, bozulmayı, değişmeyi və hatayı kabul etmez. Bu, insanın içine dolaysız doğan bir bilgidir. Bu bilginin bilinmesi də dışsal, objeler dünyasında varolan bir bilinenin aynısıdır. Yeri gelince, daha ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Şimdiye kadar, sunduğumuz bu açıklamaların ışığında bazı hususlar belirginlik kazanıyor:
1) İnsan türünün toplumsallığı uygarlaşmaya və anlaşmazlığa yöneliktir.
2) İnsan türünün mutluluk yolunu tıkayan bu anlaşmazlık, insan aklının koyduğu kanunlarıyla ortadan kalkmaz və bu formülle heç bir zaman kalkmayacaktır.
3) Bu anlaşmazlığı ancak peygamberlik misyonu ilə somutlaşan algılama bertaraf edebilir. Ancak yüce Allah, insan türü içinde tək tük kimseleri bu bilinçle donatır, başkasını değil.
4) Peygamberlerde bulunan bu içsel algılama, ağıl sahibi bütün insanların sahip bulundukları düşünsel algılamanın aynısı değildir.
5) Söz mövzusu içsel algılama, insan türünü gerçek mutluluğa eriştirme amacına yönelik və onun durumunu islah edici inanc ilkelerini və kanunları kavrama hususunda yanılgıya düşmez.
6) Bu sonuçları, (Bizi özellikle son üç qəşəng ilgilendiriyor. Peygamberin gönderilişinin zorunluluğunu, vahyi algılamanın, düşünsel algılamanın aynısı olmadığını və peygamberin vahyi algılarken hiçbir şekilde hata yapmayacağını, yani masum olduğunu vurgulayan şıkları kastediyorum.) evrene egemen olan gözlemlenebilir genel yasalar sistemi öngörmektedir. Bu, aynı zamanda gözlemlenebilen hər canlı türünün varoluşsal sebeplerin yol göstericiliği ilə kendi mutluluğuna yönelik hareketlerin tarzıdır də. Canlı türleri bu sebepleri və yol göstericiliği, mutluluğuna eriştirici, onu özümsemesini, sağlayıcı araçlar sayesinde edinmiştir. İnsan də bu türlerden biridir. Gerçek bir inanc sistemine inanmasını, üstün niteliklere bürünmesini və iyilik və fazilet kentinde salih, yapıcı ameller işlemesini mümkün kılacak özelliklerle donatılmıştır. Bu yüzden varoluşun, bir gün kendi dışında onun üçün mutlu bir ortam hazırlaması və onu varoluşsal hidayete yöneltmesi və daha önce də söylediğimiz gibi bu hidayette yanılgı və yanlışlığın yer/yeyər almaması kaçınılmazdır.