II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
332
Qafqaz University
18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan
Arif Nihat və yoldaşlarının Kastamonuda ilk şeirlərini dərc etdikləri 1920-ci illərdə türk ədəbiyyatında “milli
atmosfer” hakim idi. Arif Nihat da bu atmosferə etinasız qalmamış, türkçülüyün təlqin etdiyi vətən və millət sevgisini,
istiqlal fikrini, qəhrəmanlıq duyğusunu şeirlərinə mövzu etmişdir. “Açıqsöz” qəzetinin nəşr etdiyi “Harab ellerde” adlı
şeirinin aşağıdakı misraları bu duyğu və düşüncələri dilə gətirməkdədir:
Türk’ün büyüklüğünde yasın var mıdır yeri?
Sen pek büyüksün, alnına matem sürünmesin!
Şair milli şüurun önəmli ünsürlərindən adət-ənənələr, dil, tarix, bayraq üzərində də həssaslıqla durmuşdur. Milli
mədəniyyətin inkar edilməsi, milli-mənəvi dəyərlərin inkişafa maneə görülməsi, müqəddəs və uca tutulması gərəkən
dəyərlərə hörmətsizlik, keçmişə vəfasızlıq onu ömrünün sonuna qədər narahat edən xüsuslar olmuşdur:
İnsan, yiyecektir, içecektir şimdi;
“Ahlak”, bilinmez, ne demektir? şimdi..
Destan masal, imanlı yobaz, aile laf;
Altın gelenekler gidenektir şimdi.
Türkün şanlı tarixinə həsrət hissləri ilə yaşayan Arif Nihatın Osmanlı tarixinə olan dərin məhəbbətini də qeyd etmək
yerində olardı.
Şeirlərini sadə, aydın dillə yazan Arif Nİhat türk dilindən ən gözəl istifadə etmiş şairlərdən olmuş, sözləri etina ilə
seçmişdir. Türk dilinin səmimi qoruyucusu olmuş, bəzən bir hərfin, bir sözün səhv yazılmasına, bir işarənin qoyulmamasına
belə sərt reaksiya göstərmişdir.
“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü”... misraları ilə başlayan şeiri isə dövlətin müstəqilliyinin ən müqəddəs
simvolu olan bayrağa məhəbbətini bir çılğın aşiqin duyğuları ilə dilə gətirdiyi ən gözəl şeirlərindən biridir.
Bu tezisdə Arif Nihat Asyanın özünə xas rəngarəng şeir dünyasından nümunələr gətirilərək şeirinə daxil olan bir-
birindən fərqli mövzulardan milli ünsürlərin hansı ölçüdə əks olunduğu nəzərə çatdırılacaqdır.
NÂBÎ’NİN ŞİİRLERİNDE SOSYAL KONULAR
Lale ŞABANOVA
Qafqaz Üniversitesi
lale.shabanova@gmail.com
Yusuf Nâbî’nin yaşadığı dönem olan XVII. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemine rastlar. Bu yüzyılda
ekonomide, ilimde, askerî teşkilatta, yönetici sınıfta, kısacası bütün devlet mekanizmasında artık kendisini iyice hissettiren
bir ‘‘çözülme’’ görülmüştür. Bu sosyal ve siyasî çözülmenin aksine edebiyatta başarılı gelişmeler olmuştur. Bu yüzyılda,
şairlerimiz İran şairleriyle kendilerini mukayese ederek üstünlüklerini ifade etmişlerdir. Bu şairler arasında Nâbî’de vardır.
Nâbî, fikri bir takım söz sanatlarıyla süslemeden yalnız fikir olarak söylemek yolunu seçmiş ve bunda dikkate değer
başarı göstermiştir. Onun bu tutumu, şiirde hemen hemen bir inkılâp sayılmış ve bu şairin yolunda yürüyen daha başka
şairler yetişmiştir. Edebiyatımızda Nâbî Mektebi denilen bu tarzın hususiyeti, görgü, bilgi ve düşünce unsurlarını didaktik
bir zihniyetle ifade ediştir. Böyle bir ifadeyi yer yer güzel gösteren sır da iki asırdan beri klasikleşmiş umumiyetle büyük
hassasiyetlerin ifadesine vasıta olmuş Türk şiir lisanının her şeye rağmen söze bir takım duyurucu unsurlar katan büyük
söyleyiş ananesidir.
Nâbî’nin bu çığırı açısında, kendini kabul ettirişinde evvela geniş kültürünün, sonra da hayat tecrübelerinin te’siri
görülür. Nâbî’ye kadar bütün büyük şairlerin İstanbul, Bursa ve Edirne gibi birinci sınıf şehirlerimizden yetişmiş olması,
başka şehirlerimizden şair yetişmez kanaatini yaygınlaştırmıştı. Nâbî, kendini kabul ettirmekle bu kanaati değiştirmiştir.
Osmanlı-Türk vatanının her köşesinde kültür ve medeniyetin mevcudiyetini ispatlıyordu.
Nâbî’nin şiirinin üslûp bakımından da kendine has özelikleri taşıdığını da söyleyebiliriz. Nâbî, mizacının da tesiriyle
gözlemlerini, alışılmışın dışında bir yorumla yansıtır. O tabiatı ma’nalaştırmada ustadır. Nâbî, 17. yüzyılda ortaya çıkan
“kültürel soğuma” ve “sosyal değişim” i yorumlayarak sosyal konularla ilgili imajları şiirlerinde kullanmıştır. Böylece, şair
kendisinden önce pek görülmeyen yeni bir malzemeyi de keşfetmiştir. Nâbî’nin “hikemî” şiir tarzı olarak temsil ettiği bu
yeni ifade biçimi “Nâbî ekolü” olarak adlandırmıştır. Bu ekolün gelişmesinde, bilhassa İran şairlerinden Sa’ib’in de etkisi
inkâr edilmez. Bu bakımdan Nâbî’nin şiirlerinde, hikemiyata karışmış olan Sebk-i Hindi’ye has üslup özelliklerine de
rastlanır.
Şair toplumu ilgilendiren bir çok sosyal konuları şiirlerinde dile getirmiş ve gençlere nasihat vermiştir. Bunlardan biri
de ilme verdiyi değerdir. Ömrünü kitaba, kâğıt ve kaleme bağlı olarak geçiren, dış dünyaya kapalı, içe dönük, durgun,
ölçülü, akılcı bir kişiliğin sahibi olan Nâbî`nin dünya görüşü ve sanat anlayışında kitabın ve bilginin yeri büyüktür. Nâbî`nin
II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
333
Qafqaz University
18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan
hikmet anlayışı, varlığa, bilime ve ahlâkî değerlere devrinin dünya görüşüyle bakışından ibarettir. Devamlı olarak içinde
dolaştığı hikemî dünyanın temelini akıl ve ilim üzerine kurmuş, varlık ve ahlâkî değerleri yorumlayarak bu dünyayı
örmüştür. Onun Allah`a, yaratılışa ve varlığa bakışı da kitap, kalem, kâğıt imajları arkasındandır.
“Sa’y kıl ilm-i şerîfe şeb ü rûz
Kalma hayvân-sıfât ol ilm-âmûz”
‘‘Gece gündüz şerefli, ilimlere çalış ve hayvan gibi câhil kalma da ilim öğrenen ol. ’’
Nabi bu beytiyle ilim öğrenmenin önemini vurgulamaktadır. Zaten kendisi de gerek aldığı dinî ilimler gerekse de
tasavvufî ilimlerle bunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla “İlim öğrenmek bütün Müslümanlar’a farzdır” ve “Beşikten mezara
kadar ilim öğreniniz” hadisleri ışığında oğlunu ilim öğrenmeye teşvik eder.
Şair, oğlundan mutlaka öğrenmesi gereken ilimler arasında Tıp ilmini de zikreder. Hatta Tıp ilminin din ilimlerinden
de mühim bir ilim olduğunu vurgular ve ondan bu iki ilmin öğrenmesini ister.
Hayriye’deki şu beyitler Nâbî’nin tıp ilmine verdiği önemi çok iyi anlatmaktadır:
“Tıbdur akvâ-yı mühimmât-ı fünûn
Anı münkir degül illâ mecnûn”
‘‘İlimlerin önemlileri içinde ilk sırayı tıp alır. Tıp ilmini delilerden başka hiç kimse inkâr edemez.’’
Tıp ilmi hakikati inkâr edilemez. Hastalara kılınan şifaya vesile olan hekimlere her zaman teşekkür ederler. Bunu
ancak aklî dengesi yerinde olmayan insanlar idrak edemez.
Nabi, oğluna oruç konusunda da nasihatda bulunuyor. Eğer bir hastalığı yoksa kişinin ramazan orucunu mutlaka
tutması gerektiğini çünkü, orucun mükafatını bizzat Allah`ın vereceğini, bir rahmet sofrası ve oruçluya nurdan bir elbise
gibi olduğunu ve de oruca asla riya karışmayacağını belirtir. Oruçlunun nefesinin kokusu Allah katında misk kokusundan
daha makbuldür.
“Bî-maraz tâ ola cismünde tüvân
Eyleme
fevt-i
sıyâm-ı ramazân”
‘‘Hasta olmadıktan ve vücudun hâlsiz kalmadıktan sonra Ramazan orucunu sakın geçirme.’’
Nâbî` nin oğluna tavsiye ederek üzerinde durduğu diğer bir ibadet de zekât ve sadaka vermenin faziletidir. “Zekât ve
sadakaya daha fazla yer ayırmanın sebebi bu ibadetin toplumsal boyutudur. Toplumda zenginlerle fakirler arasında dengeyi
sağlayan zekâttır. Fakirlikle zenginliğin yaratıcısı olan Allah, bu ibadet vasıtasıyla insanlar arasında bir yardımlaşma ve
dayanışma dengesi kurmuştur. “
“Zimmetünde koma bir habbe zekât
Vir k’ola mâye-i hayr u berekât”
‘‘Üzerinde zekâta ait olan bir tanecik bile bırakma. Zekâtını ver ki malın bereketi ve hayrı olsun.’’
İslam`a göre gaybı ancak Allah bilebileceğinden fal ve yıldızlara bakarak gelecek hakkında hüküm ve haber vermeye
çalışmak boş işler olacağından bu hususta kullanılan “İlm-i reml ve nücûm” u öğrenmek ve istemek de Nâbî tarafından
oğluna yasaklanmıştır.
“Olma kur’a-fiken-i reml ü nücûm
Ki ider ehlini bi’l-hâsiye şûm”
‘‘Remil ve müneccimlik ile sakın uğraşma ki bunlar, bu işleri yapanı kötü ve şom eylerler.’’
"KUYRUKLUYILDIZ ALTINDA İZDİVAÇ" ESERİNDE NATÜRALİZM
Leyla PİRİMOVA
Qafqaz Universiteti
tosun.cansu@mail.ru
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Türk edebiyatının yetiştirdiği önemli yazarlardan birisidir. İstanbul`da doğan yazar,
Edebiyat-ı Cedide devrinde yaşamasına rağmen herhangi bir edebî topluluğa katılmamıştır. Basılan ilk yazısı İstanbul`da
"Bir Frenk" adını taşımaktadır. Bu yazı "Ceride-i Havadis" gazetesinde çıkmıştır. Onun tanınmasına yol açan önemli ilk
eseri "Şık" romanıdır. Değişik gazetelerde çalışan Hüseyin Rahmi`nin ard arda yayımladığı altı romanı ile ünü çok
genişlemiştir. Edebiyat tarihimizde romancı ve hikâyeci olarak tanınan Hüseyin Rahmi, aynı zamanda tiyatro eserleri,
tenkitler, mizâhî makaleler de yazmıştır. Kültürü, zekâsı ve nükteleriyle İstanbul`un kenar mahalle insanlarının
yaşayışlarını, inançlarını, özellikle kadınların konuşmalarını dikkatle izleyerek, romanlarına malzeme yapmıştır. Elli dört
kadar telif eserinden 36'sı roman, 7'si küçük hikâyedir. Romanlarından bazıları: Şık, İffet, Mürebbiye, Gülyabani, Cadı,
Metres vb.dir.
II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
334
Qafqaz University
18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan
Natüralizm, 19. asrın 2. yarısında Fransa`da ortaya çıkmış realizme tepki olarak değil tam
tersi onu daha da ileri götürmüştür. Realizme deneyi ekleyen Natüralizm,
toplumu ve doğayı laboratuvardadaki gibi algılamıştır.Natüralistler, bu anlayışın tabiatta olduğı gibi insan
yaşamı için de geçerli olduğunu savunarak bu yaklaşımla pozitif bilimlerle sanatı birleştirmeye çalışmışlardır.
Bu akımın yazarları insanı belli şartlar içinde ele alarak onun duygu ve düşünce dünyasını,
yetiştiği doğal ve sosyal çevrenin etkisi doğrultusunda göstermektedirler.
İnsanın psikolojisiyle fizyolojisini birbirine bağlı kabul ettikleri için eserlerde kahramanların fiziksel özelliklerini ay
rıntılı olarak vermişlerdir. Tiyatroda kostüm ve dekora önem veren Natüralistler'in eserlerinde, genel
olarak bir kötümserlik havası hâkimdir. Halkın kolayca anlayabileceği açık ve yalın bir dil kullanmışlardır.
Kahramanlarını hangi çevreden seçerlerse, o çevrenin diliyle konuştururlar. Bu akımın kurucusu olan Emile Zola`nın
yanısıra diğer batılı yazarlar şunlardır: Daudet, Guy de Maupassat, Goncourt Kardeşler.
Türk edebiyatında bu akımı Beşir Fuad ve Hüseyin Rahmi Gülpınar kullanmıştır.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, İstanbul halkının toplumsal, töresel yaşantılarını, aile geçimsizliklerini,
bâtıl inançlarını, yaşadığı çağdaki Türk toplumun geçirmekte olduğu krizleri hümuristik bir mizâh dehasıyla anlatır.
Servet-i Fünuncuların yaşıtı olduğu halde, ayrı bir sanat görüşünü sürdürür. Romanlarındaki kahramanların çoğu 19.
yy. sonu İstanbul`un canlı ve renkli insan tipleridir. Romanlarının şehri İstanbul`dur. İstanbul sokaklarını, ortaya koyduğu
kahramanlar ile okuyucuya sunmuştur. Kuvvetli bir gözlem gücüne sahiptir. Realist, natüralist bir görüşle “toplum için
sanat”yapar. Mizâhı güldürücü olduğu kadar hicv için de gerekli bir araçtır.
Gürpınar, Natüralizm ile usta bir sanat anlayışını ortaya çıkarmıştır. Sokağı edebiyata taşıyan sanatçı olarak da
tarif edilmektedir Onun ilk yıllarına ait romanlarında genel olarak bir batılaşma eğlimine karşı mükemmel
bir alaya alma söz konusudur.
Kuyrukluyıldız Altında İzdivaç, Hüseyin Rahmi Gürpınar`ın çok okunan eserlerindendir. Yazarın diğer eserlerinde
olduğu gibi bu eserde de olaylar İstanbul`da gelişmektedir. Önce bu eserin kısa olarak neden bahsetdiğini anlatmak isterim:
Babasından yüklü bir servet kalan İrfan Galip, Aksaray`da oturmaktadır. Okuduğu kitablardaki Batı`ya ait düşünceleri
çevresindeki insanlara uygulamaya çalışmaktadır. Fakat etrafındaki câhil halk, onu anlayamamaktadır. Ailesinden ve
Türk kızlarından şikayet eder durur. Kendine uygun seviyeli bir Türk kızının
olmadığını düşünerek evlilik konusunda karamsarlığa kapılır.
Halley Kuyruklu Yıldızı`nın dünyaya çarpacağı söylentilerini gazetelerden İrfan Galip de takip etmekdedir.
İrfan Galip, kendisini çok bilgili olduğunu düşündüğü için bu konuda halkı bilgilendirmek zorunda olduğu kanaatini
taşır. Panik ve korku içinde olan mahalle kadınlarını toplar. Onlara bir konuşma yapar. Aslında asıl amacı,
geçmişte türlü nedenlerle onu küçük düşüren kadın milleti ile alay etmektir.
Ancak bu toplantıdan sonra aradığı kızı bulur. Halley Kuyruklu Yıldızı`nın geçdiği gece dünya,
mutlu bir evliliğe şahit olur.
Aşağıdaki parçada da görüleceği gibi, eserin dilinin sadeliği, kullanılan söz ve kelimelerin günlük konuşma diline
yakınlığı, Natüralizm akımının dil özellikleriyle birebir örtüşür:
Bedriye Hanım bahçe üzerindeki küçük odanın penceresinden bitişik komşunun tahta kaplamasına yumruğuyla
heyecanlı heyecanlı vurarak haykırıyordu:
-Kardeşim Emine nerdesin?..Pencereye gel bak sana ne söyleyeceğim...Bir cevap almayınca kendi kendine :
-Aman bu karı da ne miskindir, kıyametler kopsa o kuytu odadan dışarı çıkmaz,
içeriden haşır neşir olur kalır...
Yumruklarının şiddetini tazifle:
-Emine Hanım azacık pencereye gel... Bak neler olacakmış neler... Dünyaya yıldız çarpacakmış... Merakımdan bir
yerde duramıyorum. A!Bak karı ses bile vermiyor.
Yumruğunu daha şiddetle indirerek ölü müsün ayol?...Azacık kıpırda...
Emine Hanım yavaşça penceresini açıp başını dışarı çıkararak:
-Oğlanı yeni uyuttum. Vurma öyle hızlı hızlı...Ev temelinden sallanıyor...
-A!daha neler?...Benim yumruğumdan ev sallanır mı hiç?...
-A! Nasıl sallanmaz? Tavanın, aralıklarından pıtır pıtır tozlar dökülüyür...Bir iki gündür çocuk rahatsız,
ziyade huysuzlanıyor, uyutuncaya kadar akla karayı seçtim...
Eser, baştan sona kadar Natüralizm akımının özellikleri ile çevrelenmiştir.
Zaman ve mekân yazarın yaşadığı gerçek zamanla aynı döneme denk gelmektetir. Eser okunurken, okuyucunun
zihninde bütün manzara canlanır sanki.Ve bütün bu doğalcılık, eseri bu kadar muhteşem yapmaktadır.
Eserin anafikri: insanların cahilliklerinden dolayı farklı yorumlanan bazı olaylar sonucunda,kadınların ve erkekle-
rin eşit şartlarda muhakeme gücüne sahip olduklarını ve kurulan yeni bir yuva anlatılıyor.Toplumun çok çeşitli alanlarındaki
günlük yaşayışı,değer hükümleri eleştirilmiştir.Batı özentisi olanlara şiddetle çatılmaktadır.Bunun için yazar,mizah
unsurunu ustalıkla kullanılmıştır.Mizahi boyutlarla düşündüren,okurken değişik dünyalara götüren güzel bir romandır.
II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
335
Qafqaz University
18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan
KADİRCAN KAFLI’NIN TARİHÎ ROMANLARI
Muharrem KAPLAN
Qafqaz Üniversitesi
mkaplan@qu.edu.az
Kaflı’nın romanlarında kullandığı ana malzeme tarihtir. Tarih onun için vazgeçilmez bir konu hazinesidir. O bir
yazısında tarihî roman mevzusunu şöyle ele alır:
Avrupa’da ilk tarihî romanı İskoçyalı avukat, hâkim ve şair Walter Skott yazdı; büyük şöhret ve servet yaptı. 1771–
1832 yılları arasında yaşamış olan Avrupa’nın türlü memleketlerine mensup en yüksek şair ve muharrirler takip ettiler.
Bunlar arasında Hugo, Merimée, Gogol, Tolstoy, Dumas, Flaubert vardır.
Bizde Namık Kemal bu çığırı “Cezmi” ile açtı; ancak birinci cildini tamamlayabildi. Başkaları bu işe cesaret
edemediler. Çünkü tarihî roman, diğer romanlardan ziyade tarihî kültür ve emek ister. Bugünün şartları içinde yetişmiş
bir muharririn asırlarca evvelki bir hayata ve hadiselere dönmesi güçtür; daha fazla hayal kuvvetine ihtiyaç vardır.
Bugün bütün dünyada tarihî roman yine itibarını muhafaza etmekte, halkın alakasını çekmektedir.(“Tarihî Roman”,
Yeni Sabah, 14.01.1951)
Tarihî romanı ve romancıları konumlandıran Kaflı, alanın bakir olduğunu, halkın ilgiyle izlediğini, çok beğenildiğini
fark etmiş ve çoğu romanında (67 romanın 55’i) tarihî konuları işlemiştir. Bu tarihî romanlardan: on ikisi “İslam tarihi”,
yirmi dokuzu “korsan ve denizcilik tarihi”, altısı “valide sultanlar” konusunu, son sekizi de diğer tarihî konuları işler.
Cumhuriyetin ilk yıllarında tarihî serüven romanları oldukça ilgi görmüş; hatta gazetelerin tirajını arttıran önemli
unsurlardan biri olmuştur. Zaman içinde artan yazar kadrosu sayesinde macera ve olay ağırlıklı popüler tarihî romanlar,
daha da gelişmiş, geniş okuyucu kitleleri tarafından ilgi ile okunmuşlardır. Okunması ve anlaşılması kolay olan bu tür
romanlar Osmanlı, Selçuklu, İslamiyet’in yayılma çağları, Bizans ve İslamiyet öncesi Türk tarihî ile ilgili çok değişik olay
ve konuları içermektedir (Yalçın 1992: 279).
Cumhuriyet’in ilanından sonra tarihî romanın ünlü romancıları arasında Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl
Tülbentçi, M. Turhan Tan, Reşat Ekrem Koçu ve Kadircan Kaflı sayılabilir. Bu yazarların çoğu eserlerinde tarihî gerçekliğe
bağlı kalmış, bazıları daha da ileri giderek yararlandıkları tarihî kaynakları dipnot ile romanlarında göstermişlerdir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında resimli halk hikâyeleri gündemde iken, 1930–1940 yılları arasıdaki on yılda, bir önceki on
yıllık devreye göre roman sayısında artış olmuştur. Bu dönemde dikkat Osmanlı tarihî üzerine yoğunlaşmış, bu arada birkaç
romanda da eski Türk tarihi işlenmiştir.
1940–1950 yılları arasında bir önceki devreye göre tarihî roman sayısında bir azalma görülmüştür. Bunu İkinci Dünya
Savaşına ve Türkiye’nin savaş karşısındaki tutumuna bağlamak mümkündür (Doğan 2005: 4).
Kaflı’ya göre tarihî roman, aynı zamanda çağına tanıklık eden, en ufak ayrıntıları bile gözler önüne seren bir tarihî
vesika görevini de üstlenir.
Tarih bize o devrin içtimaî hayatının teferruatını vermez. Hâlbuki örf ve adet romanı denilen bir cins vardır ki
bilhassa bahis konusu devri, hayal dünyamızda yeniden canlandırır. Bazı muharrirler vardır ki bilhassa bu çeşit eserler
yazarlar. Bizde bu gibi eserlerin örnekleri vardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanları öyledir. Daha geriye gidersen
Ahmet Mithat Efendi’yi aynı hüviyetle karşımızda buluruz.
Mesela Ahmet Mithat Efendi’nin 1881 senesinde yazdığı ve Tercüman- Hakikat gazetesinde neşrettiği “Henüz 17
Yaşında” isimli bir eser var. Nitekim 1943 de eseri sadeleştiren Merhum Hakkı Tarık Us üstadımızın bastırdığı nüshanın
önsözünde romanın muharriri şöyle diyor:
“Bu hikâyenin en büyük meziyeti her vakanın kati doğruluğudur. Bu hikâyeyi zevk almak için okuyanlar en büyük
zevki burada bulacaklarsa da bir hikâyeyi beşerin umumi ahvalinin aynası olmak üzere felsefe araştırarak okuyanlar en
çok üzerinde duracakları ahvali dahi bu hikâyede bulacaklardır.”
1881’de, yani bundan 76 sene önce, İstanbul acaba nasıldı? Elektrik yok, otobüs yok, düşünceler başka, hülyalar
başka, dertler başka, çok şey başka… Bütün bunları bir tarih kitabından öğrenemeyiz… (“Roman ve Tarih”, Tercüman,
30.10.1957)
Kaflı’ya göre tarihî roman, yukarıda da anlaşılacağı gibi, hem eğlendirmeli, hem de öğretici özelliği olmalı. Tarih
kitaplarında bulma imkânı olmayan gerçeklere romanlarda ulaşılabilmelidir.
Tarihî romanlar, yalnız bizim edebiyatımızda değil, bütün dünya edebiyatlarında geniş okuyucu kitleleri tarafından ilgi
ile okunan romanlardır. Okunması ve anlaşılması kolay, olay ve macera ağırlıklı bu romanlar, gazetelerde tefrika ediliyor,
peş peşe yeni baskıları yapılıyor ve çok satılıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında gazetelerin tirajını artıran önemli
unsurlardan birinin tarihî romanlar olduğunu söyleyebiliriz.
Tarihî serüven romanlarının tutulmasının en büyük sebeplerinden biri de insan beyninin geçmişle kurduğu, zaman
zaman kontrolümüzden çıkarak bizi götürdüğü, geçmişe duyulan özlemdir. Bir de insanın kendi macerasını öğrenme
merakının büyük etkisi olduğunu biliyoruz. Ayrıca bu romanların bizi, bulunduğumuz ortamdan tamamen farklı bir çevreye
farklı bir âleme götürüşü de insanı etkileyen bir başka özelliktir.
II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS
336
Qafqaz University
18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan
Tarihî romanların geniş kitlelerle sıcak bir ilgi kurabilmesinin bir başka sebebi de bilinen ışıklı ve parlak bir dünyanın
içine girerek orada geçmişi yeniden, fakat o dönemin gururunu paylaşarak yaşama arzusudur. Bu geçmişin parlak günlerini
yaşama özlemi, insanların kültür ve ilgi seviyelerine göre değişen geniş bir yelpaze şeklinde kendisini gösterir (Yalçın
2002:257–258).
Günümüzde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş olan Kadircan Kaflı, tarihi roman sahasında kaleme aldığı 55
romanıyla bu sahanın en önemli isimlerinden olduğunu ispatlamış, deniz/korsan romanlarının cumhuriyet romanının ilk
temsilcilerinden olmuş, üzerinde yüzlerce araştırmayı hak etmiş önemli bir yazarımızdır. Tüm bu romanları millî
kütüphanenin karanlık ve tozlu arşivlerinde okuyucularını ve araştırmacılarını beklemektedir.
DÜNYA ƏDƏBİYYATINDA TÜRK DÜŞMƏNÇİLİYİNƏ
DAİR MÜXTƏLİF NƏZƏRİYYƏLƏR
Nərmin HÜSEYNOVA
Qafqaz Universiteti
nena-77@rambler.ru
Türk düşmənçiliyi, Türk fobiyasi (İngilis dilinde Anti-Turkism, Turcophobia), ədəbiyyatda və tarixdə Türklərə, Türk
mədəniyyətinə, Osmanlı imperatorluğuna və Türk xalqlarına qarşı olan düşmənçilik kimi tanınır. Anti- Turkizm ifadəsi
sadəcə Türk xalqlarına qarşı deyi, dünyada yaşayan bütün müsəlmanlara, xüsusilə Balkan müsəlmanlarına, Bosniyalılara ve
Arnavutlulara da aiddir.
Türklərə qarşı düşmənçiliyin başlanması Xaç Yürüşləri dövrünə tasadüf edir. Hələ 1400-cü ilin ortalarında -Avropanın
hər yerində xüsusilə Türklərə qarşı Katolik dini mərasimlər təşkil edilmişdir. Vyana papazı Johann Faber (1478-1541)
türklər haqqında belə demişdir: “Dünyada yaş və cinsiyyət fərqi qoymadan uşaq, yaşlı hər kəsi kəsən və hətta ana
bətnindəki körpəni belə qətlə yetirən Türklər qədər zalım və qəddar bir irq yoxdur.”
Türk düşmənçiliyi mövzusu tarixdə geniş yer əhatə etdiyindən ədəbiyyatda da bu mövzuda bir çox əsər və məqalələr
yazılmışdır. Hətta XVI əsrdə bu mövzuya aid Avropada 2500-dən çox kitab nəşr edilmişdir. Bu əsərlərdə Türklər “Qanına
susamış bir millət” kimi göstərilmişdir. Avropoda Türklərə qarşı bu cür mənfi fikirlərin formalaşmasına təkan verən
səbəblərdən biri də ədəbiyyatda mövcud olan Qurd-Türk hekayələridir. Bu hekayələrdə türklər yarı insan və yarı canavar
kimi quyruğu olan, insan əti yeyən bir varlıq kimi göstərilmişdir. Bəzi ilahiyyatçılar Türklərin qəddarlığını “Türk” sözünün
mənası ilə əlaqələndirmişlər. Onların fikrincə “Türk” sözü “torquere” (“torture”- işgəncə) mənasını verir.
Qatı İslam və Katolik düşməni kimi tanınan İtalyan şairi Dantenin dünya ədəbiyyatının önəmli əsərlərindən biri kimi
qəbul edilmiş “İlahi Komediya” adlı kitabında Cənnət və Cəhənnəmi təsvir etmiş, peyğəmbərimiz Hz. Məhəmmədi və əmisi
oğlunu, kürəkənini Cəhənnəmdə əzab çəkərkən göstərmişdir. Buna cavab olaraq Abdülhak Hâmid Tarhan 1919-cu ildə
yazdığı "Tayflar Geçidi" adlı əsərində Dante'nin üsulundan istifadə edərək o biri dünyaya gedir; cəhənnəmi anlatarkən orada
əzab çəkən Dante'ni görür və yaxasından tutaraq ona bu cümləni deyir: "Senin gibi şeytandan daha şerîr (şerli) biri varken
Âlemlerin Efendisini nasıl cehennemde düşündün?" Bundan sonra Dante, "Evet öyle yazmamalıydım." deyir və üzr istəyir.
Dantedən başqa ədəbiyyatda qatı Türk düşməni olaraq tanınan, 1788-1824 illərdə yaşamış, məşhur İngilis şairlərindən
biri də Byrondur. Yahya Kemal Beyatlı, 1911-ci ildə Madriddə səfir olduğu zaman başladığı və 1925-ci ildə İstanbulda
tamamladığı "Açık Deniz" şeirində Byron haqqında bu cür demişdir:
Kalbimde
vardı Byron'u bedbaht eden melâl
Gezdim
o
yaşta dağları hulyâm içinde lâl
Aldım Rakofça kırlarının hür havasını
Duydum
akıncı cetlerimin ihtirasını.
Maraqlısı budur ki, Byron1823-cü ildə mədəniyyətin beşiyi saydığı Yunanıstanın müstəqilliyi uğrunda Türklərlə
savaşmağa üçün İngiltərə'dən Yunanıstana gəlmiş və orada ağır bir xəstəliyə tutulmuş və "hər şey bitti artıq, çox
gec" deyərək savaşmadan ölmüşdür.
Digər Fransız şairi, yazıçısı və dövlət adamı Victor Hugo (1802-1885) Türklər haqqında belə demişdir. “Bu qatil
imperatorluqdan, “Osmanlı”dan yaxamızı qurtaraq. Qəddarlığı və zorbalığı susduraq. Əlində qılınc dolaşan boş inancları,
doğmaları tanınmaz hala gətirək.
1694-cü ildə İsveçdə Erland Dryselius tərəfindən yazılıb və nəşr olunmuş kitab Türk düşmənçiliyinə həsr olunmuş, bu
əsərdə Türklərin Xristiyanlığın əsas düşmanı olaraq göstərilmişdir. Bundan əlavə, 1795-ci ildə İsveçdə yazılan və dini
dərslik kimi istifadə olunan kitabda İslam dini də pislənmişdir. Burada İslam dini “Hiyləgər Məhəmməd tərəfindən
uydurulan, Türklərin qəbul etdiyi saxta din” kimi göstərilmişdir.
Bəzi tarixi qaynaqlarda verilən məlumatlara əsasən, Osmanlı Türk deyil, Türk düşməni olaraq adlandırılmışdır. Belə
ki, Hafiz Ahmet Çelebi 1499-cu ildə yazdığı şerində Türklər haqqında belə demişdir:
|