Microsoft Word Materiallar Full Mənim gənclərə xüsusi


II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS



Yüklə 10,69 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə74/144
tarix06.03.2017
ölçüsü10,69 Mb.
#10325
1   ...   70   71   72   73   74   75   76   77   ...   144

II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS 

332 


 Qafqaz University                         

          18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan 

Arif Nihat və yoldaşlarının Kastamonuda ilk şeirlərini dərc etdikləri 1920-ci illərdə türk ədəbiyyatında “milli 

atmosfer” hakim idi. Arif Nihat da bu atmosferə etinasız qalmamış, türkçülüyün təlqin etdiyi vətən və millət sevgisini, 

istiqlal fikrini, qəhrəmanlıq duyğusunu  şeirlərinə mövzu etmişdir. “Açıqsöz” qəzetinin nəşr etdiyi “Harab ellerde” adlı 

şeirinin aşağıdakı misraları bu duyğu və düşüncələri dilə gətirməkdədir: 

Türk’ün büyüklüğünde yasın var mıdır yeri? 

Sen pek büyüksün, alnına matem sürünmesin! 

Şair milli şüurun önəmli ünsürlərindən adət-ənənələr, dil, tarix, bayraq üzərində  də  həssaslıqla durmuşdur. Milli 

mədəniyyətin inkar edilməsi, milli-mənəvi dəyərlərin inkişafa maneə görülməsi, müqəddəs və uca tutulması  gərəkən 

dəyərlərə hörmətsizlik, keçmişə vəfasızlıq onu ömrünün sonuna qədər narahat edən xüsuslar olmuşdur: 

İnsan, yiyecektir, içecektir şimdi; 

“Ahlak”, bilinmez, ne demektir? şimdi.. 

Destan masal, imanlı yobaz, aile laf; 

Altın gelenekler gidenektir şimdi. 

Türkün şanlı tarixinə həsrət hissləri ilə yaşayan Arif Nihatın Osmanlı tarixinə olan dərin məhəbbətini də qeyd etmək 

yerində olardı.  

Şeirlərini sadə, aydın dillə yazan Arif Nİhat türk dilindən  ən gözəl istifadə etmiş  şairlərdən olmuş, sözləri etina ilə 

seçmişdir. Türk dilinin səmimi qoruyucusu olmuş, bəzən bir hərfin, bir sözün səhv yazılmasına, bir işarənin qoyulmamasına 

belə sərt reaksiya göstərmişdir. 

“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü, 

Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü”... misraları ilə başlayan şeiri isə dövlətin müstəqilliyinin ən müqəddəs 

simvolu olan bayrağa məhəbbətini bir çılğın aşiqin duyğuları ilə dilə gətirdiyi ən gözəl şeirlərindən biridir. 

Bu tezisdə Arif Nihat Asyanın özünə xas rəngarəng  şeir dünyasından nümunələr gətirilərək  şeirinə daxil olan bir-

birindən fərqli mövzulardan milli ünsürlərin hansı ölçüdə əks olunduğu nəzərə çatdırılacaqdır. 

 

 

 



NÂBÎ’NİN ŞİİRLERİNDE SOSYAL KONULAR 

 

Lale ŞABANOVA 

Qafqaz Üniversitesi 



lale.shabanova@gmail.com 

 

Yusuf Nâbî’nin yaşadığı dönem olan XVII. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemine rastlar. Bu yüzyılda 

ekonomide, ilimde, askerî teşkilatta, yönetici sınıfta, kısacası bütün devlet mekanizmasında artık kendisini iyice hissettiren 

bir ‘‘çözülme’’ görülmüştür. Bu sosyal ve siyasî çözülmenin aksine edebiyatta başarılı gelişmeler olmuştur. Bu yüzyılda, 

şairlerimiz İran şairleriyle kendilerini mukayese ederek üstünlüklerini ifade etmişlerdir. Bu şairler arasında Nâbî’de vardır. 

Nâbî, fikri bir takım söz sanatlarıyla süslemeden yalnız fikir olarak söylemek yolunu seçmiş ve bunda dikkate değer 

başarı göstermiştir. Onun bu tutumu, şiirde hemen hemen bir inkılâp sayılmış ve bu şairin yolunda yürüyen daha başka 

şairler yetişmiştir. Edebiyatımızda Nâbî Mektebi denilen bu tarzın hususiyeti, görgü, bilgi ve düşünce unsurlarını didaktik 

bir zihniyetle ifade ediştir. Böyle bir ifadeyi yer yer güzel gösteren sır da iki asırdan beri klasikleşmiş umumiyetle büyük 

hassasiyetlerin ifadesine vasıta olmuş Türk şiir lisanının her şeye rağmen söze bir takım duyurucu unsurlar katan büyük 

söyleyiş ananesidir. 

Nâbî’nin bu çığırı açısında, kendini kabul ettirişinde evvela geniş kültürünün, sonra da hayat tecrübelerinin te’siri 

görülür. Nâbî’ye kadar bütün büyük şairlerin  İstanbul, Bursa ve Edirne gibi birinci sınıf şehirlerimizden yetişmiş olması, 

başka  şehirlerimizden  şair yetişmez kanaatini yaygınlaştırmıştı. Nâbî, kendini kabul ettirmekle bu kanaati değiştirmiştir. 

Osmanlı-Türk vatanının her köşesinde kültür ve medeniyetin mevcudiyetini ispatlıyordu. 

Nâbî’nin şiirinin üslûp bakımından da kendine has özelikleri taşıdığını da söyleyebiliriz. Nâbî, mizacının da tesiriyle 

gözlemlerini, alışılmışın dışında bir yorumla yansıtır. O tabiatı ma’nalaştırmada ustadır. Nâbî, 17. yüzyılda ortaya çıkan 

“kültürel soğuma” ve “sosyal değişim” i yorumlayarak sosyal konularla ilgili imajları şiirlerinde kullanmıştır. Böylece, şair 

kendisinden önce pek görülmeyen yeni bir malzemeyi de keşfetmiştir. Nâbî’nin “hikemî” şiir tarzı olarak temsil ettiği bu 

yeni ifade biçimi “Nâbî ekolü” olarak adlandırmıştır. Bu ekolün gelişmesinde, bilhassa İran şairlerinden Sa’ib’in de etkisi 

inkâr edilmez. Bu bakımdan Nâbî’nin şiirlerinde, hikemiyata karışmış olan Sebk-i Hindi’ye has üslup özelliklerine de 

rastlanır. 

Şair toplumu ilgilendiren bir çok sosyal konuları şiirlerinde dile getirmiş ve gençlere nasihat vermiştir. Bunlardan biri 

de ilme verdiyi değerdir. Ömrünü kitaba, kâğıt ve kaleme bağlı olarak geçiren, dış dünyaya kapalı, içe dönük, durgun, 

ölçülü, akılcı bir kişiliğin sahibi olan Nâbî`nin dünya görüşü ve sanat anlayışında kitabın ve bilginin yeri büyüktür. Nâbî`nin 


II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS 

333 


 Qafqaz University                         

          18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan 

hikmet anlayışı, varlığa, bilime ve ahlâkî değerlere devrinin dünya görüşüyle bakışından ibarettir. Devamlı olarak içinde 

dolaştığı hikemî dünyanın temelini akıl ve ilim üzerine kurmuş, varlık ve ahlâkî değerleri yorumlayarak bu dünyayı 

örmüştür. Onun Allah`a, yaratılışa ve varlığa bakışı da kitap, kalem, kâğıt imajları arkasındandır. 

“Sa’y kıl ilm-i şerîfe şeb ü rûz  

Kalma hayvân-sıfât ol ilm-âmûz”  

‘‘Gece gündüz şerefli, ilimlere çalış ve hayvan gibi câhil kalma da ilim öğrenen ol. ’’ 

Nabi bu beytiyle ilim öğrenmenin önemini vurgulamaktadır. Zaten kendisi de gerek aldığı dinî ilimler gerekse de 

tasavvufî ilimlerle bunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla “İlim öğrenmek bütün Müslümanlar’a farzdır” ve “Beşikten mezara 

kadar ilim öğreniniz” hadisleri ışığında oğlunu ilim öğrenmeye teşvik eder. 

Şair, oğlundan mutlaka öğrenmesi gereken ilimler arasında Tıp ilmini de zikreder. Hatta Tıp ilminin din ilimlerinden 

de mühim bir ilim olduğunu vurgular ve ondan bu iki ilmin öğrenmesini ister. 

Hayriye’deki şu beyitler Nâbî’nin tıp ilmine verdiği önemi çok iyi anlatmaktadır:  

 “Tıbdur akvâ-yı mühimmât-ı fünûn 

 Anı münkir degül illâ mecnûn” 

‘‘İlimlerin önemlileri içinde ilk sırayı tıp alır. Tıp ilmini delilerden başka hiç kimse inkâr edemez.’’ 

Tıp ilmi hakikati inkâr edilemez. Hastalara kılınan  şifaya vesile olan hekimlere her zaman teşekkür ederler. Bunu 

ancak aklî dengesi yerinde olmayan insanlar idrak edemez. 

Nabi, oğluna oruç konusunda da nasihatda bulunuyor. Eğer bir hastalığı yoksa kişinin ramazan orucunu mutlaka 

tutması gerektiğini çünkü, orucun mükafatını bizzat Allah`ın vereceğini, bir rahmet sofrası ve oruçluya nurdan bir elbise 

gibi olduğunu ve de oruca asla riya karışmayacağını belirtir. Oruçlunun nefesinin kokusu Allah katında misk kokusundan 

daha makbuldür. 

  “Bî-maraz tâ ola cismünde tüvân 

 Eyleme 


fevt-i 

sıyâm-ı ramazân” 

‘‘Hasta olmadıktan ve vücudun hâlsiz kalmadıktan sonra Ramazan orucunu sakın geçirme.’’ 

Nâbî` nin oğluna tavsiye ederek üzerinde durduğu diğer bir ibadet de zekât ve sadaka vermenin faziletidir. “Zekât ve 

sadakaya daha fazla yer ayırmanın sebebi bu ibadetin toplumsal boyutudur. Toplumda zenginlerle fakirler arasında dengeyi 

sağlayan zekâttır. Fakirlikle zenginliğin yaratıcısı olan Allah, bu ibadet vasıtasıyla insanlar arasında bir yardımlaşma ve 

dayanışma dengesi kurmuştur. “    

  “Zimmetünde koma bir habbe zekât 

  Vir k’ola mâye-i hayr u berekât”  

‘‘Üzerinde zekâta ait olan bir tanecik bile bırakma. Zekâtını ver ki malın bereketi ve hayrı olsun.’’ 

İslam`a göre gaybı ancak Allah bilebileceğinden fal ve yıldızlara bakarak gelecek hakkında hüküm ve haber vermeye 

çalışmak boş  işler olacağından bu hususta kullanılan “İlm-i reml ve nücûm” u öğrenmek ve istemek de Nâbî tarafından 

oğluna yasaklanmıştır.  

“Olma kur’a-fiken-i reml ü nücûm 

Ki ider ehlini bi’l-hâsiye şûm”  

‘‘Remil ve müneccimlik ile sakın uğraşma ki bunlar, bu işleri yapanı kötü ve şom eylerler.’’ 

 

 

 



 

"KUYRUKLUYILDIZ ALTINDA İZDİVAÇ"  ESERİNDE  NATÜRALİZM 

 

Leyla  PİRİMOVA 

Qafqaz Universiteti 



tosun.cansu@mail.ru 

 

Hüseyin  Rahmi Gürpınar, Türk  edebiyatının yetiştirdiği önemli yazarlardan birisidir. İstanbul`da   doğan yazar, 

Edebiyat-ı Cedide  devrinde  yaşamasına  rağmen  herhangi bir  edebî topluluğa katılmamıştır. Basılan ilk yazısı İstanbul`da 

"Bir Frenk" adını taşımaktadır. Bu yazı "Ceride-i Havadis" gazetesinde çıkmıştır. Onun  tanınmasına  yol  açan  önemli ilk 

eseri "Şık" romanıdır. Değişik  gazetelerde çalışan Hüseyin Rahmi`nin ard arda yayımladığı altı romanı ile ünü çok 

genişlemiştir. Edebiyat tarihimizde romancı ve hikâyeci olarak tanınan Hüseyin Rahmi, aynı zamanda tiyatro eserleri, 

tenkitler, mizâhî makaleler  de yazmıştır. Kültürü, zekâsı ve nükteleriyle İstanbul`un kenar mahalle insanlarının 

yaşayışlarını, inançlarını, özellikle kadınların konuşmalarını dikkatle izleyerek, romanlarına malzeme yapmıştır. Elli  dört 

kadar  telif eserinden 36'sı  roman, 7'si küçük hikâyedir. Romanlarından  bazıları: Şık, İffet, Mürebbiye, Gülyabani, Cadı, 

Metres  vb.dir.            



II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS 

334 


 Qafqaz University                         

          18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan 

Natüralizm, 19. asrın  2. yarısında Fransa`da ortaya çıkmış realizme tepki olarak değil tam 

tersi  onu  daha  da  ileri  götürmüştür. Realizme deneyi  ekleyen Natüralizm, 

toplumu  ve  doğayı  laboratuvardadaki  gibi  algılamıştır.Natüralistler, bu  anlayışın  tabiatta  olduğı  gibi  insan 

yaşamı  için  de  geçerli olduğunu  savunarak  bu  yaklaşımla  pozitif  bilimlerle  sanatı  birleştirmeye  çalışmışlardır. 

Bu  akımın  yazarları  insanı  belli  şartlar  içinde  ele  alarak  onun  duygu  ve  düşünce  dünyasını, 

yetiştiği  doğal  ve  sosyal  çevrenin  etkisi  doğrultusunda  göstermektedirler. 

İnsanın  psikolojisiyle  fizyolojisini  birbirine  bağlı  kabul  ettikleri  için  eserlerde  kahramanların  fiziksel  özelliklerini  ay

rıntılı  olarak  vermişlerdir. Tiyatroda kostüm ve dekora önem veren Natüralistler'in eserlerinde, genel 

olarak  bir  kötümserlik  havası  hâkimdir. Halkın  kolayca  anlayabileceği  açık  ve  yalın  bir  dil  kullanmışlardır. 

Kahramanlarını  hangi  çevreden  seçerlerse, o  çevrenin  diliyle konuştururlar. Bu  akımın  kurucusu  olan  Emile  Zola`nın 

yanısıra  diğer  batılı  yazarlar  şunlardır: Daudet, Guy  de  Maupassat, Goncourt  Kardeşler. 

Türk  edebiyatında  bu  akımı  Beşir  Fuad  ve  Hüseyin  Rahmi  Gülpınar  kullanmıştır. 

Hüseyin  Rahmi  Gürpınar,  İstanbul  halkının  toplumsal, töresel  yaşantılarını, aile  geçimsizliklerini, 

bâtıl  inançlarını, yaşadığı  çağdaki  Türk  toplumun  geçirmekte  olduğu  krizleri  hümuristik  bir  mizâh  dehasıyla  anlatır. 

Servet-i  Fünuncuların  yaşıtı  olduğu  halde, ayrı  bir  sanat  görüşünü  sürdürür. Romanlarındaki  kahramanların  çoğu  19. 

yy. sonu  İstanbul`un canlı ve renkli  insan tipleridir. Romanlarının şehri İstanbul`dur. İstanbul  sokaklarını, ortaya koyduğu 

kahramanlar ile okuyucuya sunmuştur. Kuvvetli bir gözlem gücüne sahiptir. Realist, natüralist bir görüşle “toplum için 

sanat”yapar. Mizâhı güldürücü  olduğu  kadar hicv  için  de gerekli  bir  araçtır. 

Gürpınar, Natüralizm  ile  usta  bir  sanat  anlayışını  ortaya  çıkarmıştır. Sokağı edebiyata taşıyan sanatçı olarak da 

tarif edilmektedir Onun ilk yıllarına ait romanlarında genel olarak bir batılaşma eğlimine karşı mükemmel 

bir  alaya  alma  söz  konusudur. 

Kuyrukluyıldız  Altında  İzdivaç, Hüseyin Rahmi Gürpınar`ın çok okunan   eserlerindendir. Yazarın diğer eserlerinde 

olduğu gibi bu eserde de olaylar İstanbul`da gelişmektedir. Önce bu eserin kısa olarak neden bahsetdiğini anlatmak  isterim: 

Babasından yüklü bir servet kalan İrfan Galip, Aksaray`da oturmaktadır. Okuduğu kitablardaki Batı`ya ait düşünceleri 

çevresindeki insanlara uygulamaya  çalışmaktadır. Fakat  etrafındaki  câhil  halk, onu  anlayamamaktadır. Ailesinden ve 

Türk kızlarından şikayet  eder  durur. Kendine uygun seviyeli bir Türk kızının 

olmadığını  düşünerek  evlilik  konusunda  karamsarlığa  kapılır. 

Halley  Kuyruklu  Yıldızı`nın  dünyaya  çarpacağı  söylentilerini  gazetelerden  İrfan  Galip de  takip  etmekdedir. 

İrfan  Galip, kendisini  çok  bilgili  olduğunu  düşündüğü  için  bu  konuda  halkı  bilgilendirmek  zorunda  olduğu kanaatini 

taşır. Panik  ve korku  içinde  olan  mahalle  kadınlarını  toplar. Onlara  bir  konuşma  yapar. Aslında  asıl  amacı, 

geçmişte  türlü  nedenlerle  onu  küçük  düşüren  kadın  milleti  ile  alay  etmektir. 

Ancak  bu  toplantıdan  sonra  aradığı  kızı  bulur. Halley  Kuyruklu  Yıldızı`nın  geçdiği  gece  dünya, 

mutlu  bir  evliliğe  şahit  olur. 

Aşağıdaki parçada da görüleceği gibi, eserin  dilinin sadeliği, kullanılan  söz  ve  kelimelerin  günlük  konuşma  diline 

yakınlığı, Natüralizm akımının dil özellikleriyle birebir örtüşür: 

Bedriye  Hanım  bahçe  üzerindeki  küçük  odanın  penceresinden  bitişik  komşunun  tahta  kaplamasına  yumruğuyla 

 heyecanlı  heyecanlı  vurarak  haykırıyordu: 

-Kardeşim  Emine  nerdesin?..Pencereye  gel  bak  sana  ne  söyleyeceğim...Bir cevap  almayınca  kendi  kendine : 

-Aman  bu  karı  da  ne  miskindir, kıyametler  kopsa  o  kuytu  odadan  dışarı  çıkmaz, 

içeriden  haşır  neşir  olur  kalır... 

Yumruklarının  şiddetini  tazifle: 

-Emine Hanım azacık pencereye gel... Bak neler olacakmış neler... Dünyaya yıldız çarpacakmış... Merakımdan bir 

yerde duramıyorum.  A!Bak  karı  ses  bile  vermiyor. 

Yumruğunu  daha  şiddetle  indirerek  ölü  müsün  ayol?...Azacık  kıpırda... 

Emine  Hanım  yavaşça  penceresini  açıp  başını  dışarı  çıkararak: 

-Oğlanı  yeni  uyuttum. Vurma  öyle  hızlı  hızlı...Ev  temelinden  sallanıyor... 

-A!daha  neler?...Benim  yumruğumdan  ev  sallanır  mı  hiç?... 

-A! Nasıl  sallanmaz? Tavanın, aralıklarından  pıtır  pıtır  tozlar  dökülüyür...Bir  iki  gündür  çocuk  rahatsız, 

ziyade  huysuzlanıyor, uyutuncaya  kadar  akla  karayı  seçtim... 

Eser, baştan sona kadar Natüralizm akımının özellikleri ile çevrelenmiştir. 

Zaman  ve  mekân  yazarın  yaşadığı  gerçek  zamanla  aynı  döneme  denk  gelmektetir. Eser  okunurken, okuyucunun 

zihninde  bütün  manzara  canlanır  sanki.Ve  bütün  bu  doğalcılık,  eseri  bu  kadar  muhteşem  yapmaktadır.  

Eserin  anafikri: insanların  cahilliklerinden  dolayı  farklı  yorumlanan  bazı  olaylar  sonucunda,kadınların ve erkekle-

rin eşit şartlarda muhakeme gücüne sahip olduklarını ve kurulan yeni bir yuva anlatılıyor.Toplumun çok çeşitli alanlarındaki 

günlük yaşayışı,değer hükümleri eleştirilmiştir.Batı özentisi olanlara şiddetle çatılmaktadır.Bunun  için yazar,mizah 

unsurunu ustalıkla kullanılmıştır.Mizahi boyutlarla düşündüren,okurken değişik dünyalara götüren güzel bir romandır. 


II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS 

335 


 Qafqaz University                         

          18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan 

KADİRCAN KAFLI’NIN TARİHÎ ROMANLARI 

Muharrem KAPLAN 

Qafqaz Üniversitesi 



mkaplan@qu.edu.az 

Kaflı’nın romanlarında kullandığı ana malzeme tarihtir. Tarih onun için vazgeçilmez bir konu hazinesidir.  O bir 

yazısında tarihî roman mevzusunu şöyle ele alır: 

Avrupa’da ilk tarihî romanı İskoçyalı avukat, hâkim ve şair Walter Skott yazdı; büyük şöhret ve servet yaptı. 1771–

1832 yılları arasında yaşamış olan Avrupa’nın türlü memleketlerine mensup en yüksek şair ve muharrirler takip ettiler. 

Bunlar arasında Hugo, Merimée, Gogol, Tolstoy, Dumas, Flaubert vardır.  

Bizde Namık Kemal bu çığırı “Cezmi” ile açtı; ancak birinci cildini tamamlayabildi. Başkaları bu işe cesaret 

edemediler. Çünkü tarihî roman, diğer romanlardan ziyade tarihî kültür ve emek ister. Bugünün şartları içinde yetişmiş 

bir muharririn asırlarca evvelki bir hayata ve hadiselere dönmesi güçtür; daha fazla hayal kuvvetine ihtiyaç vardır.  

Bugün bütün dünyada tarihî roman yine itibarını muhafaza etmekte, halkın alakasını çekmektedir.(“Tarihî Roman”, 

Yeni Sabah, 14.01.1951) 

Tarihî romanı ve romancıları konumlandıran Kaflı, alanın bakir olduğunu, halkın ilgiyle izlediğini, çok beğenildiğini 

fark etmiş ve çoğu romanında (67 romanın 55’i) tarihî konuları işlemiştir. Bu tarihî romanlardan: on ikisi “İslam tarihi”, 

yirmi dokuzu “korsan ve denizcilik tarihi”, altısı “valide sultanlar” konusunu, son sekizi de diğer tarihî konuları işler.    

Cumhuriyetin ilk yıllarında tarihî serüven romanları oldukça ilgi görmüş; hatta gazetelerin tirajını arttıran önemli 

unsurlardan biri olmuştur. Zaman içinde artan yazar kadrosu sayesinde macera ve olay ağırlıklı popüler tarihî romanlar, 

daha da gelişmiş, geniş okuyucu kitleleri tarafından ilgi ile okunmuşlardır. Okunması ve anlaşılması kolay olan bu tür 

romanlar Osmanlı, Selçuklu, İslamiyet’in yayılma çağları, Bizans ve İslamiyet öncesi Türk tarihî ile ilgili çok değişik olay 

ve konuları içermektedir (Yalçın 1992: 279).  

Cumhuriyet’in ilanından sonra tarihî romanın ünlü romancıları arasında Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl 

Tülbentçi, M. Turhan Tan, Reşat Ekrem Koçu ve Kadircan Kaflı sayılabilir. Bu yazarların çoğu eserlerinde tarihî gerçekliğe 

bağlı kalmış, bazıları daha da ileri giderek yararlandıkları tarihî kaynakları dipnot ile romanlarında göstermişlerdir. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında resimli halk hikâyeleri gündemde iken, 1930–1940 yılları arasıdaki on yılda, bir önceki on 

yıllık devreye göre roman sayısında artış olmuştur. Bu dönemde dikkat Osmanlı tarihî üzerine yoğunlaşmış, bu arada birkaç 

romanda da eski Türk tarihi işlenmiştir. 

1940–1950 yılları arasında bir önceki devreye göre tarihî roman sayısında bir azalma görülmüştür. Bunu İkinci Dünya 

Savaşına ve Türkiye’nin savaş karşısındaki tutumuna bağlamak mümkündür (Doğan 2005: 4).   

Kaflı’ya göre tarihî roman, aynı zamanda çağına tanıklık eden, en ufak ayrıntıları bile gözler önüne seren bir tarihî 

vesika görevini de üstlenir.  

Tarih bize o devrin içtimaî hayatının teferruatını vermez. Hâlbuki örf ve adet romanı denilen bir cins vardır ki 

bilhassa bahis konusu devri, hayal dünyamızda yeniden canlandırır. Bazı muharrirler vardır ki bilhassa bu çeşit eserler 

yazarlar. Bizde bu gibi eserlerin örnekleri vardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanları öyledir. Daha geriye gidersen 

Ahmet Mithat Efendi’yi aynı hüviyetle karşımızda buluruz. 

Mesela Ahmet Mithat Efendi’nin 1881 senesinde yazdığı ve Tercüman- Hakikat gazetesinde neşrettiği “Henüz 17 

Yaşında” isimli bir eser var. Nitekim 1943 de eseri sadeleştiren Merhum Hakkı Tarık Us üstadımızın bastırdığı nüshanın 

önsözünde romanın muharriri şöyle diyor: 

“Bu hikâyenin en büyük meziyeti her vakanın kati doğruluğudur. Bu hikâyeyi zevk almak için okuyanlar en büyük 

zevki burada bulacaklarsa da bir hikâyeyi beşerin umumi ahvalinin aynası olmak üzere felsefe araştırarak okuyanlar en 

çok üzerinde duracakları ahvali dahi bu hikâyede bulacaklardır.” 

 1881’de, yani bundan 76 sene önce, İstanbul acaba nasıldı? Elektrik yok, otobüs yok, düşünceler başka, hülyalar 

başka, dertler başka, çok şey başka… Bütün bunları bir tarih kitabından öğrenemeyiz… (“Roman ve Tarih”, Tercüman, 

30.10.1957) 

Kaflı’ya göre tarihî roman, yukarıda da anlaşılacağı gibi, hem eğlendirmeli, hem de öğretici özelliği olmalı. Tarih 

kitaplarında bulma imkânı olmayan gerçeklere romanlarda ulaşılabilmelidir.  

Tarihî romanlar, yalnız bizim edebiyatımızda değil, bütün dünya edebiyatlarında geniş okuyucu kitleleri tarafından ilgi 

ile okunan romanlardır. Okunması ve anlaşılması kolay, olay ve macera ağırlıklı bu romanlar, gazetelerde tefrika ediliyor, 

peş peşe yeni baskıları yapılıyor ve çok satılıyordu.  Cumhuriyetin ilk yıllarında gazetelerin tirajını artıran önemli 

unsurlardan birinin tarihî romanlar olduğunu söyleyebiliriz. 

Tarihî serüven romanlarının tutulmasının en büyük sebeplerinden biri de insan beyninin geçmişle kurduğu, zaman 

zaman kontrolümüzden çıkarak bizi götürdüğü, geçmişe duyulan özlemdir. Bir de insanın kendi macerasını  öğrenme 

merakının büyük etkisi olduğunu biliyoruz. Ayrıca bu romanların bizi, bulunduğumuz ortamdan tamamen farklı bir çevreye 

farklı bir âleme götürüşü de insanı etkileyen bir başka özelliktir. 


II INTERNATIONAL SCIENTIFIC CONFERENCE OF YOUNG RESEARCHERS 

336 


 Qafqaz University                         

          18-19 April 2014, Baku, Azerbaijan 

Tarihî romanların geniş kitlelerle sıcak bir ilgi kurabilmesinin bir başka sebebi de bilinen ışıklı ve parlak bir dünyanın 

içine girerek orada geçmişi yeniden, fakat o dönemin gururunu paylaşarak yaşama arzusudur. Bu geçmişin parlak günlerini 

yaşama özlemi, insanların kültür ve ilgi seviyelerine göre değişen geniş bir yelpaze şeklinde kendisini gösterir (Yalçın 

2002:257–258). 

Günümüzde neredeyse unutulmaya yüz tutmuş olan Kadircan Kaflı, tarihi roman sahasında kaleme aldığı 55 

romanıyla bu sahanın en önemli isimlerinden olduğunu ispatlamış, deniz/korsan romanlarının cumhuriyet romanının ilk 

temsilcilerinden olmuş, üzerinde yüzlerce araştırmayı hak etmiş önemli bir yazarımızdır. Tüm bu romanları millî 

kütüphanenin karanlık ve tozlu arşivlerinde okuyucularını ve araştırmacılarını beklemektedir.  

 

 



DÜNYA ƏDƏBİYYATINDA TÜRK DÜŞMƏNÇİLİYİNƏ  

DAİR MÜXTƏLİF NƏZƏRİYYƏLƏR 

 

Nərmin HÜSEYNOVA 

Qafqaz Universiteti 



nena-77@rambler.ru

 

 

Türk düşmənçiliyi, Türk fobiyasi (İngilis dilinde Anti-Turkism, Turcophobia), ədəbiyyatda və tarixdə Türklərə, Türk 

mədəniyyətinə, Osmanlı imperatorluğuna və Türk xalqlarına qarşı olan düşmənçilik kimi tanınır. Anti- Turkizm ifadəsi 

sadəcə Türk xalqlarına qarşı deyi, dünyada yaşayan bütün müsəlmanlara, xüsusilə Balkan müsəlmanlarına, Bosniyalılara ve 

Arnavutlulara da aiddir.  

Türklərə qarşı düşmənçiliyin başlanması Xaç Yürüşləri dövrünə tasadüf edir. Hələ 1400-cü ilin ortalarında -Avropanın 

hər yerində xüsusilə Türklərə qarşı Katolik dini mərasimlər təşkil edilmişdir. Vyana papazı Johann Faber (1478-1541) 

türklər haqqında belə demişdir: “Dünyada yaş  və cinsiyyət fərqi qoymadan uşaq, yaşlı  hər kəsi kəsən və  hətta ana 

bətnindəki körpəni belə qətlə yetirən Türklər qədər zalım və qəddar bir irq yoxdur.” 

Türk düşmənçiliyi mövzusu tarixdə geniş yer əhatə etdiyindən ədəbiyyatda da bu mövzuda bir çox əsər və məqalələr 

yazılmışdır. Hətta XVI əsrdə bu mövzuya aid Avropada 2500-dən çox kitab nəşr edilmişdir. Bu əsərlərdə Türklər “Qanına 

susamış bir millət” kimi göstərilmişdir. Avropoda Türklərə qarşı bu cür mənfi fikirlərin formalaşmasına təkan verən 

səbəblərdən biri də ədəbiyyatda mövcud olan Qurd-Türk hekayələridir. Bu hekayələrdə türklər yarı insan və yarı canavar 

kimi quyruğu olan, insan əti yeyən bir varlıq kimi göstərilmişdir. Bəzi ilahiyyatçılar Türklərin qəddarlığını “Türk” sözünün 

mənası ilə əlaqələndirmişlər. Onların fikrincə “Türk” sözü “torquere” (“torture”- işgəncə) mənasını verir. 

Qatı İslam və Katolik düşməni kimi tanınan İtalyan şairi Dantenin dünya ədəbiyyatının önəmli əsərlərindən biri kimi 

qəbul edilmiş “İlahi Komediya” adlı kitabında Cənnət və Cəhənnəmi təsvir etmiş, peyğəmbərimiz Hz. Məhəmmədi və əmisi 

oğlunu, kürəkənini Cəhənnəmdə  əzab çəkərkən göstərmişdir. Buna cavab olaraq Abdülhak Hâmid Tarhan 1919-cu ildə 

yazdığı "Tayflar Geçidi" adlı əsərində Dante'nin üsulundan istifadə edərək o biri dünyaya gedir; cəhənnəmi anlatarkən orada 

əzab çəkən Dante'ni görür və yaxasından tutaraq ona bu cümləni deyir: "Senin gibi şeytandan daha şerîr (şerli) biri varken 

Âlemlerin Efendisini nasıl cehennemde düşündün?"  Bundan sonra Dante, "Evet öyle yazmamalıydım." deyir və üzr istəyir. 

Dantedən başqa ədəbiyyatda qatı Türk düşməni olaraq tanınan, 1788-1824 illərdə yaşamış, məşhur İngilis şairlərindən 

biri də Byrondur. Yahya Kemal Beyatlı, 1911-ci ildə    Madriddə  səfir olduğu zaman başladığı  və 1925-ci ildə  İstanbulda 

tamamladığı "Açık Deniz" şeirində Byron haqqında bu cür demişdir:  



 Kalbimde 

vardı Byron'u bedbaht eden melâl 

 Gezdim 



yaşta dağları hulyâm içinde lâl 

 Aldım Rakofça kırlarının hür havasını 

 Duydum 

akıncı cetlerimin ihtirasını. 

Maraqlısı budur ki, Byron1823-cü ildə  mədəniyyətin beşiyi saydığı Yunanıstanın müstəqilliyi uğrunda  Türklərlə 

savaşmağa üçün İngiltərə'dən Yunanıstana gəlmiş  və orada ağır bir xəstəliyə tutulmuş  və  "hər  şey bitti artıq, çox 

gec" deyərək savaşmadan ölmüşdür. 

Digər Fransız  şairi, yazıçısı  və dövlət adamı Victor Hugo (1802-1885) Türklər haqqında belə demişdir. “Bu qatil 

imperatorluqdan, “Osmanlı”dan yaxamızı qurtaraq. Qəddarlığı və zorbalığı susduraq. Əlində qılınc dolaşan boş inancları, 

doğmaları tanınmaz hala gətirək. 

1694-cü ildə İsveçdə Erland Dryselius tərəfindən yazılıb və nəşr olunmuş kitab Türk düşmənçiliyinə həsr olunmuş, bu 

əsərdə Türklərin Xristiyanlığın  əsas düşmanı olaraq göstərilmişdir. Bundan əlavə, 1795-ci ildə  İsveçdə yazılan və dini 

dərslik kimi istifadə olunan kitabda İslam dini də pislənmişdir. Burada İslam dini “Hiyləgər Məhəmməd tərəfindən 

uydurulan, Türklərin qəbul etdiyi saxta din” kimi göstərilmişdir. 

Bəzi tarixi qaynaqlarda verilən məlumatlara əsasən, Osmanlı Türk deyil, Türk düşməni olaraq adlandırılmışdır. Belə 

ki, Hafiz Ahmet Çelebi 1499-cu ildə yazdığı şerində Türklər haqqında belə demişdir: 


Yüklə 10,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   70   71   72   73   74   75   76   77   ...   144




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin