Monte Cristo Kontu (epsilon)



Yüklə 0,64 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə27/44
tarix02.01.2022
ölçüsü0,64 Mb.
#37205
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   44
3913-Monte Cristo Kontu-Alexandre Dumas-Elchin Gen-2002-133s

YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM
Ertesi  sabah  Monte  Cristo  Kontu’nun  eline  Baron  Danglars’dan  gelen  bir  mektup  ulaştı.  Mektupta
sadece şunlar yazılıydı: “Makedonya’dan haber aldım.”
Kont  bu  mektupla  ne  yapacağını  düşünürken  Albert  Morcerf  geldi.  O  da  Baron  Danglars’ın  evinden
geliyordu ve Eugenie Danglars’ın kendisine karşı soğuk davranmasından rahatsız olmuştu.
“Umursadığımdan  değil  Kontum,  ama  güzel  bir  kadın  tarafından  hakarete  uğramayı  kimse  istemez,”
dedi. “Ama kulağıma gelen bu güzel ses de ne böyle?” diye sordu sonra, kulağını gitar sesine benzer bir
sesin geldiği kapıya doğru eğerek.
“Kölem Hayde’nin çalgısı,” dedi Kont.
“Köleniz mi? Artık kölelik yok ki.”
“Hayde benim kölem olduğuna göre, var,” dedi Kont.
“Olağanüstü bir adamsınız Kont,” dedi Albert. “Onun bir prenses olduğu doğru mu peki?”
“Evet, babası ülkesinin en büyük adamlarından biriydi.”
“Nasıl oldu da sizin köleniz oldu?”
“Dostum olduğunuza göre size güvenebilirim. Sır saklayacağınıza söz verir misiniz?”
“Veririm.”
“Makedonyalı Ali Paşa’nın hikâyesini bilir misiniz?”
“Ali Tebelin mi? Babam bütün servetini onun hizmetinde çalışırken kazanmıştı.”
“Doğru, bunu unutmuştum.”
“Hayde, Ali Paşa’nın kızıdır.”
“Ali Paşa’nın kızı sizin köleniz mi yani? Nasıl oldu bu?”
“Konstantinopolis’te bir pazarda rast gelip almıştım onu.”
“Tanrım!” dedi Albert. “Bu genç hanımla tanışmayı çok isterdim. Bana bu iyiliği yapar mısınız?”
“Memnuniyetle,  ama  iki  koşulum  var.  İlki  bu  tanışmadan  kimseye  söz  etmeyeceksiniz,  ikincisi  de
Hayde’ye babanızdan söz etmeyeceksiniz.”
“Tamam, söz veriyorum,” dedi Albert.
Kont  uşaklarından  birini  çağırarak  hanımefendiye,  kendisini  ziyaret  etmek  için  izin  istediklerini
iletmesini emretti. Sonra Albert’e dönerek, “Hayde’ye bir şey sormayacaksınız. Bilmek istediğiniz bir şey
olduğunda bana soracaksınız, ben de Hayde’ye soracağım,” dedi.
“Kabul!” dedi Albert.
Hayde onları salonda bekliyordu. İlk kez odasına Monte Cristo’dan başkası girecekti. Bağdaş kurmuş
bir halde divanın üzerinde oturuyordu; yanı başında da az önce çaldığı çalgısı duruyordu.
“Bana kimi getirdiniz?” diye sordu Kont’a Yunanca.
“Bir  dost,”  diye  yanıt  verdi  Kont  aynı  dilde.  “Roma’da  hırsızların  elinden  kurtardığım  Albert
Morcerf.”
“Onunla hangi dilde konuşmamı istersiniz?”
“İtalyanca,” dedi Kont. Sonra Albert’e dönerek, “Keşke eski ya da yeni Yunanca biliyor olsaydınız,”


dedi. “Hayde ikisini de çok iyi bilir.”
“Hoş geldiniz dostum,” dedi Hayde kusursuz bir İtalyancayla. Sonra uşağa döndü. “Ali, bize kahve ile
nargile getir.”
Kont ile Albert, ortasında bir nargile duran masaya oturdular. Albert Hayde’ye dönerek:
“Yunanistan’ı terk ettiğinizde kaç yaşındaydınız,” diye sordu.
“Beş yaşındaydım,” dedi Hayde.
“Kontum,”  dedi  Albert  Kont’a  dönerek,  Fransızca  konuşuyordu,  “Hayde’ye  babamdan  söz  etmemi
yasakladınız, ama belki kendisi ondan söz eder. Bana hikâyesini anlatmasını istiyorum.”
Monte  Cristo  Hayde’ye  dönerek  Yunanca  şöyle  dedi:  “Bize  babanın  başına  gelenleri  anlat,  ama
kendisine ihanet edenin adını söyleme.”
Hayde derin bir iç geçirdi.
“Çocukluğum üzüntü içinde geçti, bütün bunları gerçekten dinlemek istiyor musunuz?” dedi Albert’e.
“Evet,” dedi Albert.
“O  halde  anlatacağım.  Her  şey  ben  dört  yaşındayken  annem  bir  akşam  beni  uyandırdığında  başladı.
Makedonya’daki  sarayımızdaydık.  Annem  hiçbir  şey  söylemeden  beni  yatağımdaki  çarşaflara  sarıp
götürmeye  başladı;  ağlıyordu.  Sonra  geniş  bir  merdivenden  aşağı  inmekte  olduğumuzu  fark  ettim,
arkamızdan  da  ellerinde  çantalar,  mücevherler  ve  altın  dolu  torbalar  taşıyan  hizmetçiler  geliyordu.
Onların arkasında da yirmi tane silahlı asker vardı.
“‘Çabuk!  Çabuk!’  diye  bağırıyordu  bir  adam,  babamın  sesiydi  bu.  Babam,”  diye  devam  etti  Hayde
başını kaldırarak, “Avrupa’da herkesin önünde saygıyla eğildiği Ali Tebelin’di.”
“Bir  süre  sonra  merdivenlerin  sonuna  ulaştık;  bir  göl  kıyısına  gelmiştik.  Aşağıda  bizi  bekleyen  bir
kayık vardı. Gölün ortasında bir karaltı yükseliyordu, az sonra gideceğimiz köşktü bu. Kayığa bindik. Çok
hızlı  gidiyorduk.  Annem  bana,  kaçmakta  olduğumuzu,  bu  yüzden  hızlı  gitmemiz  gerektiğini  söyledi.
Gerçekten de kaçıyorduk. Babam daha sonra bana hizmetinde çalışan askerlerden birinin…”
Hayde  bir  an  duralayıp  Monte  Cristo  Kontu’na  baktı.  Başından  beri  gözlerini  Hayde’den  ayırmamış
olan Albert, merakla hikâyenin devamını bekliyordu.
“Evet hanımefendi, askerlerden birinin…” dedi Albert.
“…  babamı  yakalaması  için  Sultan’ın  gönderdiği  Serasker  Hurşit’le  işbirliği  ederek  kendisine  ihanet
ettiğini  anlattı.  Sultan’ın  tasarılardan  haberdar  olan  babam,  en  güvendiği  adamlarından  biri  olan  bir
Fransız  askerini  elçilik  etmesi  için  Sultan’a  göndermişti,  sonra  da  ondan  haber  beklemek  için  sözünü
ettiğim köşke çekildi.”
“Bu askerin adını anımsıyor musunuz?” diye sordu Albert.
Monte  Cristo  kesin  bakışlarını  Hayde’den  ayırmıyordu.  Bunu  gören  Hayde,  “Hayır  anımsamıyorum,”
diye yanıtladı onu.
Albert az daha babasının adını söyleyecekti, Kontla göz göze geldiğinde verdiği sözü anımsayıp sustu.
“Köşk ilk bakışta tek katlı bir yapı gibi görünüyordu, ama ilk katın altında ada büyüklüğünde bir yeraltı
mağarası vardı. Annem, ben ve diğer kadınlar, getirilen eşyayla birlikte oraya götürülmüştük. Babamın en
sevdiği kölelerinden biri olan Selim de bizimleydi. Babam ona, işaret verdiğinde bütün köşkü, kadınları,
askerleri,  kendisi  de  dahil  olmak  üzere  her  şeyi  yakma  emri  vermişti.  Orada  ne  kadar  kaldığımızı
bilmiyorum, ama bir sabah babam bizi yanına çağırttı. Her zamankinden daha solgun görünüyordu.
“‘Cesur  ol  Vasiliki,’  dedi  anneme.  ‘Bugün  Sultan’dan  haber  gelecek  ve  kaderim  belli  olacak.
Bağışlanacak olursam Makedonya’ya zaferle döneceğim, ama haberler kötüyse bu akşam kaçacağız.’
“‘Ya kaçmamıza izin vermezlerse?’ diye sordu annem.


“‘Hiç endişen olmasın,’ dedi babam gülümseyerek. ‘Selim’in korkunç ateşi onları korkutacaktır. Beni
öldürmek istiyorlar, ama kendileri de benimle ölmeyi göze alamazlar.’
“Birden  babam  ayağa  kalkarak  annemden  teleskobu  istedi.  ‘Bir  gemi…  iki…  üç  gemi…’  diye
mırıldandı. ‘Vasiliki!’ dedi anneme. ‘Vakit geldi. Hayde’yi de alıp mağaraya dön.’
“‘Seni  burada  bırakamam,’  diyordu  annem.  Babam  Selim’e  annemi  mağaraya  götürmesini  emretti.  O
sırada ben babama koşup boynuna atıldım. Babam eğilip beni öptü; onu bir daha göremeyeceğimi henüz
bilmiyordum.”
Bütün  bu  üzücü  anılar  Hayde’yi  bir  an  zayıf  düşürmüş  gibiydi,  konuşacak  gücü  kalmamıştı.  Monte
Cristo ona şefkatle bakarak devam etmesini söyledi.
“Saat akşam dört olmasına karşın hava aydınlıktı, ama bizler mağarada kör karanlıktaydık. Tek ışığımız
Selim’in  elinde  hazır  tuttuğu  kibritti.  Annem  dışarı  baktığında  babamın  güvendiği  ve  elçi  olarak
gönderdiği Fransız askerini gördü. ‘Umarım iyi haberler getirmiştir,’ dedi.
“‘Neden korkuyorsunuz Vasiliki,’ dedi Selim, ‘onlar barış getirmezlerse, biz onlara ölüm getireceğiz.’
“O  sırada  henüz  küçük  bir  çocuktum.  Bu  sözler  karşısında  öylesine  korktum  ki  anneme  sarılarak
ağlamaya başladım. Annem de Selim’in kararlı sesinden korkmuş olacak ki o da titriyordu.
“‘Ali’nin emirleri nedir?’ diye sordu Selim’e.
“‘Bana hançerini gönderecek  olursa bu, Sultan’ın  kendisini bağışlamadığı anlamına  gelecek; o zaman
bu  kibriti  atıp  her  şeyi  yakacağım.  Yüzüğünü  gönderecek  olursa  bu,  bağışlandığı  anlamına  gelecek,  o
zaman kurtulacağız.’ dedi Selim.
“Birden  sesler  işitmeye  başladık.  Babamın  adamları  sevinç  içinde  bağırarak  elçinin  adını
tekrarlıyorlardı; belli ki iyi haberler getirmişti.”
“Adını anımsamıyor musunuz?” diye sordu Albert bir kez daha.
Kont hemen Hayde’ye işaret verdi.
“Anımsamıyorum,”  dedi  Hayde.  “Sesler  giderek  artıyordu.  Mağaraya  doğru  yaklaşan  ayak  sesleri
işittik.”
“‘Kim var orada?’ dedi Selim.
“‘Yaşasın Sultan!’” diye yanıtladı ses. ‘Ali Tebelin tamamen bağışlandı, üstelik servetine ve varlığına
da dokunulmayacak.’
“‘İyi haberi getirdiysen bana vermen gereken şeyi de biliyor olmalısın,’ dedi Selim.
“‘Evet,’ dedi ses. ‘Yüzüğü getirdim.’
“‘Onu şu an durduğun yere bırak ve ben görene kadar geri çekil,’ dedi Selim.
“‘Tamam,’dedi  ses  ve  yüzüğü  yere  bırakarak  geri  çekildi.  Selim  mağaranın  girişine  giderek  yüzüğe
baktı: ‘Efendimizin yüzüğü!’ dedi. ‘Demek her şey yolunda!’ Elindeki kibriti yere atarak söndürdü.
“Elçi  bir  sevinç  çığlığı  atarak  ellerini  çırptı.  Bu  işareti  alan  Serasker  Hurşit’in  askerleri  bir  anda
mağaraya doluşarak Selim’i öldürdüler. Sonra da çılgınlar gibi mağaradaki altın torbalarına saldırdılar.
“Bu  arada  annem  beni  kucağına  almış,  mağaranın  altındaki  gizli  geçite  doğru  koşuyordu.  Yukardan
babamın sesini işitiyorduk:
“‘Benden ne istiyorsunuz,’diyordu.
“‘Sultan’ın emirlerini anlamanı. Bu emri görüyor musun?’
“‘Görüyorum,’ dedi babam.”
“‘Senin başını istiyor!’
“Babam bunu işitir işitmez korkunç bir kahkaha attı, silahlar patlayıp adamlarından ikisi ölene kadar da


gülmeyi  kesmedi.  Aynı  anda  babamın  yerde  saklanmış  olan  adamları  da  ateş  etmeye  başladılar.  Babam
bütün bu ateşin ortasında dimdik duruyor, ‘Selim! Selim!’ diye bağırıyordu, ‘Görevini yerine getir!”
“‘Selim  öldü,’  dedi  köşkün  altından  gelen  bir  ses.  ‘Sen  dostum,  senin  de  sonun  geldi.’  Bizim
durduğumuz  boşluktan  yirmi  el  ateş  sesi  işitildi.  Babam  yere  yığılmıştı.  Aynı  anda  ben  de  yere  düştüm,
annem bayılmıştı.
“Annem  kendine  geldiğinde  Serasker  Hurşit’in  karşısındaydık.  ‘Beni  öldür,’  dedi  annem,  ‘ama
namusuma dokunma.”
“‘Senin  sahibin  ben  değilim,  şu  gördüğün  adam,’  dedi  Hurşit  babamın  ölümünden  sorumlu  olan
adamlardan birini göstererek.”
“Sonra o adamın kölesi mi oldunuz?” diye sordu Albert.
“Hayır,”  dedi  Hayde.  “Bizi  yanında  bulundurmaya  cesaret  edemediği  için  Konstantinopolis’e  giden
köle  tacirlerine  sattı.  Yunanistan’ı  geçip  yarı  ölmüş  bir  halde  imparatorluk  kapılarına  geldik.  Kapıda
büyük  bir  kalabalık  merakla  bir  şeye  bakıyordu.  Annem  gözlerini  kalabalığın  baktığı  yöne  çevirdiğinde
korkunç bir çığlık atarak yere düştü. Kapıda bir insan başı asılıydı, üzerinde de şu sözler yazıyordu: BU,
YUNANLI ALİ PAşA’NIN BAşIDIR.
“Gözyaşları içinde annemi kaldırmaya çalıştım; ölmüştü. Daha sonra zengin bir Ermeni beni satın alıp
eğitti; on üç yaşındayken de Sultan’a sattı.”
“Daha önce size anlattığım gibi Albert, zümrüt taş karşılığında bana Hayde’yi satan sultan oydu.”
Albert işittikleri karşısında şaşkına dönmüştü.
“Kahvenizi bitirin,” dedi Kont, “öykü sona erdi.”



Yüklə 0,64 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   44




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin