See discussions, stats, and author profiles for this publication at



Yüklə 0,82 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə4/12
tarix25.11.2022
ölçüsü0,82 Mb.
#70473
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12
Epistemological Turn and The Ontology of Philosoph

Dünya Kavrayışı], bilimselleşmenin hem gereği hem de sonucu olan metafizikten özgürleşme 
ile toplumsal ve ekonomik düzenin ussal dönüşümü arasında bir bağ kurmaktadır (Hahn, 
Neurath and Carnap, 1996, s. 305). Eğer başarının kaynağı, yani bilimsel araştırmanın mantığı 
açık biçimde anlaşılabilir ve açıklanabilirse bilgi-kuramsal bir modelleme de olanaklı 
olacaktır. Bu model, metafizikten özgürleşme için şematik bir ölçüt sunmaktadır. 
Bilimselliğin göstergesi olarak bu modelin temel niteliği ‘kristal duruluğu’dur: 
Yalınlık ve açıklık uğruna çabalanır ve karanlık uzaklıklar ve dipsiz derinlikler reddedilir. Bilimde 
hiçbir ‘derinlik’ yoktur; her yerde yüzey vardır: bütün deneyim, [bütününde] her zaman incelenemeyen 
fakat ancak parçaları ile kavranabilen karmaşık bir ağ oluşturur. Her şey insan için erişilebilirdir ve 
insan tüm şeylerin ölçüsüdür. Bu, Platoncularla değil, Sofistlerle; Pisagorcularla değil, Epikürcülerle, 
yani tüm o burada ve şimdiyi, dünyevi varlığı temsil edenlerle bir akrabalıktır. Bilimsel dünya kavrayışı 
için çözülemez bulmaca yoktur. Geleneksel felsefi problemlerin berraklaştırılması bizleri bir dereceye 
kadar onların maskesinin düşürülerek birer sözde-problem olduğu sonucuna ve bir dereceye kadar da 
onları empirik problemlere dönüştürerek deneysel bilimin yargısına bırakmaya götürür. Felsefi 
çalışmanın görevi bu problemlerin ve iddiaların berraklaştırılmasında yatar; özel ‘felsefi’ bildirimlerde 
bulunmakta değil (Hahn, Neurath, Carnap, 1996, s. 306). 
Böylece, 1920’li yıllarda bilgi-kuramsal temelde bilimin birliği çatısı kurulur ve bu birlik 
entelektüellerin birliği ile çakıştırılır. Bu, epistemolojinin tedrici dönüşümünde bilgi teorisinin 
ilk ve tek felsefe olarak kabul edilmesi, felsefedeki verimsiz sistem çatışmalarının sonunun ve 
bir “dönüm noktasının” ilan edilmesidir. Bu çalışmada ‘epistemolojik dönüş’ terimini, işte bu 
dönüm noktasına gönderimli olarak kullanıyorum. Bu dönüş ile birlikte, modern bilim 
çağında, “bilimlerin kraliçesinin” kendisinin de bir bilim olması gerektiği fikri pekişmiş ve 
felsefenin bir bilim değil, bir etkinlik olduğu öne sürülmüştür. Felsefe adına geriye kalan ne 
felsefi önermeler ne teoriler ne de -herhangi- bir sistemdir. Geriye kalan sadece bir yöntemdir; 
felsefenin kendisiyle bilimselleşeceği bir yöntem: Mantıksal çözümleme yöntemi. Buna bağlı 
olarak da bu girişim genel olarak felsefeyi 20. yüzyılın iki kültürlü dünyasında esasen dili 
konu alan “bir çözümleme etkinliği olarak” (Ayer, 1998, s. 29, 30;
Schlick, 1966; Russell, 
1996, s. 12;
Carnap, 1966, s. 77;
Reichenbach, 1936, s. 159; 1968, s. 305, 308) bilim 
kültürünün sınırına konumlama girişimidir. Zorlama bir benzetme olarak da 
değerlendirilebilecek biçimde, bu haliyle tekno-bilim çağında bir etkinlik olarak felsefe, bir 
tür tersine-mühendislik etkinliğidir.
Bu süreçte, insan toplumunun ve onun dönüşüm yasalarının bilimi, yani sosyal 
bilimler, geleceğin belirlenmesi açısından merkezi bir yer işgal etmeye başlar (ya da en 
azından bu role talip olur). Sosyal bilimle ilişki içerisinde bu ‘yeni’ konumun dışına düşecek 
filozoflar ya metafizik yapmaktadırlar ve bu ‘anlamsız’ uğraşı bırakmalıdırlar ya da deneysel 
bir araştırma konusuna dönüştürülebilir bir çalışma yapmaktadırlar ve birer sosyal bilimci 
olmalıdırlar. Buna bağlı olarak, klasik anlamıyla tüm felsefe tarihi de anlamsızlaşmakta, 
sahte-sorunların çözümünün (yani bir imkânsızlığın) peşinde koşan sahte-bilimsel iddialar 
müzesi haline dönüşmektedir. Bu çerçevede, felsefeyle ilişkisi içerisinde bir neo-pozitivistin 
tercihi ve konumlanması “mantıksal çözümlemenin filozofu” olmaktan öte “felsefeyi 
çözümleyen mantıkçı” olmaktır. Böylece, ‘dünyanın –aslında olmayan- büyüsünün 
bozulması’, yani yanılsamaların ortadan kaldırılması, ‘mitosların dağıtılması’ ve ‘kuruntuların 
bilgi yoluyla yıkılması’ yolunda bilim / bilim-dışı ayrımını ‘derinlikleri olmayan’ bir 
berraklıkta / durulukta veren mantıkçı, Aydınlanmaya tek olanaklı ve ‘önemli’ katkısını 
sunacaktır.


EPİSTEMOLOJİK DÖNÜŞ VE BİLİM FELSEFESİNİN ONTOLOJİSİ 
-BİLİMSEL DÜNYA KAVRAYIŞI’NDAN ELEŞTİREL REALİZME ONTOLOJİNİN EPİSTEMOLOJİ İLE TEMELLENDİRİLMESİ- 
739 
Böylece John Locke’un “bilgi yolunu örten döküntüleri ortadan kaldırmada kol işçisi 
olarak çalışma” (1996, s. 54) çağrısı ve ‘nicelik ya da sayıyla ilgili soyut bir akıl yürütme’ ve / 
veya ‘olgu ve varoluşla ilgili deneysel bir akıl yürütme’ içermeyen ‘kitapların’, ‘safsata ve 
yanılsamadan’ başka hiçbir şey içeremeyeceğinden ötürü alevlere atılmasını öneren David 
Hume’un (2014, s. 205) çağrısı, 20.yüzyılda ‘analitik’ yankısını bulmaktadır. Ancak 20. 
yüzyıl, epistemolojik hiçbir temeli olmayan başka tür bir ‘kitap yakma’ çılgınlığının da 
yüzyılıdır. Kökenlerinden ötürü birçok doğa bilimci dışlanır ve işlerini yapmalarına engel 
olunurken dahi, kimsenin aklına Principia’yı yakmak gelmemiştir. Tekno-bilim ya da ona 
kaynaklık edebileceği düşünülen fizik bilimleri hemen her yerde kabul görürken, sosyal 
bilimler ve kısmen de yaşam bilimleri çok ciddi baskılar ve engellemelerle karşılaştığında 
‘bilim sorusu’ bir kez daha kendisini dayatmaktadır.
Bu durumda, epistemolojik dönüşün kendisi bir inceleme konusu olarak felsefeye 
içkin bir tarih çalışması olmanın ötesindedir. Bilimselleşen felsefe üzerine yapılandırılan 
felsefe bölümleri ve fakülteler, bu dönüşümün kurumsal karşılığıdır. “Kendini bile sorgulayan 
aklın özgürce işleyebileceği bir akademik bağlam (Kant örneğinde, Felsefe Fakültesi) 
herhangi bir zaman ve yerdeki bir devletin ideolojik aygıtlığına direnebilecek belki de tek 
ortam” ise (Nalbantoğlu, 2009a, s. 26) bilimsellik dolayımındaki bu araştırma bu kez de 
akademi üzerinden ‘cehalet’, ‘yoksulluk’ ve ‘özgürlük’ problemleriyle ilişkilenmektedir. 
Çünkü akademiye (Üniversiteye), 19. yüzyıl ve sonrasında “yeni bilgi üretmek ve bilgi 
üretenleri yeniden üretmek üzere devamlılık gösteren kurumsal yapıların oluşturulması süreci 
damgasını vurmuştur” (Gulbenkian Komisyonu, 2011, s. 16). Böylece, bu yüzyıl itibariyle 
bilimsel dünya kavrayışının biçimlendirdiği “bildiğimiz bir dünya” kurulmuştur. Bu dünyanın 
en önde gelen çağdaş entelektüellerinden biri olan Stephen Hawking’in ‘felsefenin ölümünü’ 
ilan etmesi ve “bilgi arayışındaki keşiflerin meşalesi”nin “artık bilim insanlarının elinde” 
olduğunu duyurması manzarayı net biçimde çizmektedir (Hawking & Mlodinow, 2012, s. 11). 
Böylesi bir ‘bilinen dünya’da yeni bilgi üretmek ve bilgi üretenleri yeniden üretmek üzere 
devamlılık gösteren kurumsal bir yapı olarak var olan üniversite, doğallıkla öncelikli (Viyana 
Çevresi için tek) konusu bilgi olan felsefenin (bilgi / bilim teorisine evrilmiş epistemolojinin) 
kendisini evinde hissedeceği yerdir. Öyle bir ‘yer’ ki, daha önce ontolojinin (ve dahi 
metafiziğin) konusu olan varlık, ’modern gerçek’ adıyla “geçerli bilginin ve otoritenin en 
önemli epistemolojik birimi olarak ortaya” çıkmaktadır (Stremlin, 2007, s. 19, 20 [vurgu bana 
ait]). Yani, ‘modern gerçek’ epistemolojik bir birimdir ve bu nedenle ilk felsefe 
epistemolojidir. 
İlk felsefe olarak ontolojiyi ya da epistemolojiyi belirlemenin açığa çıkardığı problem 
alanı, felsefe için seçilen bir hedefe nasıl ulaşılacağı değil, hangi hedefin seçileceğine dairdir. 
Benimsediğim ve izini sürdüğüm hipotez, hangi hedefin seçileceğine dair farklı 
konumlanışların felsefede belirgin ayrımların oluşmasına neden olduğunu kabul etmektedir. 
Ancak, bilimi konu edinen ve birbirinden ‘çok’ uzaklaşmış konumlanışlar (epistemolojik ve 
ontolojik) yine de aynı problemleri teşhis etmektedirler. Eğer iki farklı konumdan aynı 
problem(ler) görünür durumdaysa, bu ‘problemin gerçekliğinin’ en açık göstergesidir. Diğer 
bir deyişle, epistemolojiyi bilgi (bilim) teorisine dönüştüren içkin evrimsel sürecin temel 
dinamiği olan problem(ler)in dışsal bir hat için de görünür olduğu açığa çıkmaktadır. Bu 
dışsal hat ontolojidir ve bu çalışmada bu iki hattı birleştiren naif bağ, ‘yüzey’ / ‘derinlik’ 
metaforlarında kendisini açığa vurmaktadır.
Bilimi konu edinen epistemoloji(ler) muhakkak ki örtük bir ontolojiye sahiptir.
2
Diğer 
taraftan bilimi konu edinen ontoloji(ler) de örtük bir epistemolojiye sahip olsa(lar) da bu 
2
Bhaskar’ın ‘doğa boşluktan nefret eder’ sözüne göndermeli ifadesiyle “bilim felsefesi ontolojik boşluktan 
nefret eder” (2008, s. 30). 


740
GAUN JSS 
örtülü hal ya da kimi zaman epistemolojinin namevcudiyeti bilime-rağmen felsefe yolunu 
açmaktadır. Bu çalışmanın izini sürdüğü şey, örtük ontolojiye ya da epistemolojiye sahip olan 
yaklaşımların tespiti, eleştirisi ya da olumlanması değil, epistemolojik ve ontolojik problemi 
sahiplenen bir bilim felsefesinin olanaklılığına giden yolda kesitler alıp, ‘nokta tespitler’ 
yoluyla bilim çalışmaları için -henüz- inceltilmemiş bir ortak çerçeve çizebilmektir. Bu 
çerçeve içerisinde bir iz sürme amaçlandığından, bu çalışma alışılageldiği gibi bir argüman 
tamamlamadan ziyade, argüman başlatma, devam ettirme ve bilgi teorisi tarihine yeniden 
ziyaretlerde bulunma girişimidir. Başlangıç argümanı, Roy Bhaskar’la aynı çizgidedir: Bilim 
felsefesi “yeni epistemolojiyle geri dönemez. Ancak yeni bir ontoloji olmaksızın ileri de 
gidemez” (Bhaskar, 2015, s. 35). Bu aynı zamanda en geniş anlamıyla felsefenin de 
çıkmazıdır. ‘Yassı ontoloji’den ‘derin ontoloji’ye geçişin epistemolojik bir yolu var mıdır? Bu 
çıkmazın, problemlerin radikal çözümü olarak tanımlanabilecek bir devrimle mi yoksa 
evrimsel olarak mı aşılacağı ise fondaki büyük sorudur. 

Yüklə 0,82 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   12




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin