Ontolojik Uğrak 1: Adorno ve Horkheimer
Felsefedeki epistemolojik dönüşüme şiddetle karşı çıkan ve felsefeyi çözümleyen
mantıkçılara karşı, toplumsal gerçekliği eleştirel olarak açıklama iddiası taşıyan düşünürler,
örtük bir biçimde felsefi diyalogu bir tür Aydınlanma eleştirisi de içeren başka bir noktaya
taşıdılar. Her ne kadar Viyana Çevresi’nin doğrudan bir parçası olmasa ve hatta kendisini
mantıksal pozitivizmin katili olarak tanıtsa da Karl Popper’ın ironik yaklaşımı bu noktada
farkın açığa çıkması için hatırlanabilir. Popper şöyle demektedir (2015, s. 127): “Fazlasıyla
eski moda bir filozofum, tamamen eskimiş ve aşılmış bir felsefeye inanıyorum. Bu, çoktan
geçmiş bir çağın, usçuluk ve Aydınlanma çağının felsefesidir. Usçuluğun ve Aydınlanma’nın
son takipçilerinden biri olarak, insanın bilgi aracılığıyla kendini özgürleştirmesine
inanıyorum.” Popper’ın ironisi örtük olarak, Aydınlanmayı içererek onu aşma iddiasındaki
1947 tarihli Aydınlanmanın Diyalektiği’nin yazarlarını, Adorno ve Horkheimer’ı hedef
almaktadır; onlar, “aydınlanmanın pozitivizme, mevcut durumun mitoslaştırılmasına ve
sonunda zekânın tin düşmanlığıyla özdeşleştirilmesine dönüşmesiyle ilgili öngörü”lerinin
“ezici bir şekilde kanıtlandığını” öne süren (2010, s. 8) düşünürlerdir.
Söz konusu olan iki grup arasında örtük bir diyalogdur, çünkü epistemolojiyi ve bilgi
problemini konu edinmekle birlikte odakları farklıdır. Biri (epistemologlar [bilgi/bilim
kuramcıları], bilimdeki gelişmeyi doğrudan konu edinerek verili kabul ederken, diğeri
(eleştirel kuramcılar / ontoloji odaklı düşünürler) bu gelişmeyi kökensel eleştirisiyle birlikte
“hakikate zamansal bir öz armağan eden bir kuramla” (Adorno ve Horkheimer, 2010, s. 7)
konu edinmektedir. Ancak her ikisi için de “özgürlük” problemi ile “bilgi problemi”
arasındaki ilişki özseldir. Bilimsel miras ve gelişmeyle birlikte “insanlığın gerçekten insani
bir duruma ulaşmak yerine neden yeni bir tür barbarlığa battığını anlamak” Adorno ve
Horkheimer’ın yola çıkış amaçlarıdır. Bu amacın gerçekleşmesi için, bilimsel mirasın
gözetilirken ‘sorgulanması’ girişimi “tam da pozitivist temizleyiciler [felsefeyi çözümleyen
mantıkçılar] tarafından yararsız süprüntüler olarak bir kenara atıldığı noktada” ihtiyaç
duyulan eleştirel felsefedir (Adorno ve Horkheimer, 2010, s. 10). Diğer bir deyişle, kovulan
ve artıkları temizlenmeye çalışılan metafizik, ontoloji üzerinden eleştirel felsefe olarak geri
dönmektedir.
Bilgi teorisi (theory of knowledge/science) çatısı altında verili bir başarı olarak kabul
edilen ve nesneleştirilen bilim ve bilimsel düşünme, Adorno ve Horkheimer tarafından
eleştirel düşünmenin nesnesi olarak konumlandırılmaktadır. Burada altı çizilmesi gereken
nokta, eleştirinin konusunun “bilimin farkında olmadan araçsallaştırılması” olmadığının net
olarak anlaşılmasıdır. Söz konusu olan, bilim dâhil olmak üzere düşünmedeki eleştirel
EPİSTEMOLOJİK DÖNÜŞ VE BİLİM FELSEFESİNİN ONTOLOJİSİ
-BİLİMSEL DÜNYA KAVRAYIŞI’NDAN ELEŞTİREL REALİZME ONTOLOJİNİN EPİSTEMOLOJİ İLE TEMELLENDİRİLMESİ-
741
unsurun yok edilmiş olduğunun öne sürülüyor olmasıdır. Öyle ki, ontolojik eleştiriye göre,
“Comte’un apolojetik [savunmacı] okulu”, yani pozitivizm ve ardılları, bilim söz konusu
olduğunda “eleştiriden olumlamaya doğru gerçekleşen bir başkalaşım” yaşamıştır. “Bu
başkalaşımlar kuramsal içeriği dokunmadan bırakmazlar; bu içeriğin hakikati buharlaşır”
(Adorno & Horkheimer, 2010, s. 11).
Bu ‘buharlaşma’ metaforu üzerinden diyalogun muhatabı derhal belirlenebilir.
Aşağıdaki ifadeler, mantıkçıların bu muhataplar olduğunu açık biçimde göstermektedir:
Olguların saptanmasına ve olasılıkların hesaplanmasına kesin bir sınır konmaması durumunda, anlayan
zihnin şarlatanlıklara ve batıl inançlara karşı fazla duyarlı kalacağı kanısı, şarlatanlıkların ve batıl
inançların büyük bir istekle kabul görmesine yol açan çorak bir zemin hazırlamaktadır. Nasıl içki yasağı
daha zehirli ürünlerin yaygınlaşmasına ortam yarattıysa, kuramsal imgelem gücünün engellenmesi de
politik hezeyanlara yol açtı (Adorno & Horkheimer, 2010, s. 12).
Bilim savunuculuğu ve metafizik karşıtlığının oluşturduğu cepheye yöneltilen bu
eleştiri tarafları belirlemektedir. Bir yanda felsefeyi ve esasında dili çözümleyen ve ‘hiçbir
derinlik yoktur’ diyen mantıkçı, diğer tarafta ise düşünmenin derinliklerinden söz eden
eleştirel teori vardır. Bu teori, ‘derinlikleri olmayan bilim’ kavrayışını neo-pozitivizmin bilimi
“kendini aşacak herhangi bir yönelimden yoksun, yalıtılmış göstergelerden oluşan bir
sisteme” dönüştürmesinin bir sonucu olarak görür (Adorno ve Horkheimer, 2010, s. 36).
Bu dönüştürmenin temelinde ise, dilsel dönüş (linguistic turn) ile epistemolojik
dönüşün (epistemological turn) örtüştüğü yer vardır: Gösterge ile imgenin ayrılması ve bilim
dilinin göstergeler dili olarak çözümlemenin konusu haline getirilmesi. “Gösterge olarak dil
hesap işlerine indirgenir. Doğayı idrak etmesi için, dilin doğaya benzeme iddiasından vaz
geçmesi istenir” (Adorno ve Horkheimer, 2010, s. 36). İmge ve benzerlik ise sanata
bırakılmıştır. Dilin bu bölünmüşlüğü, kurumsal ve kültürel (ve dahi epistemolojik)
yansımasını iki kültürlü dünyada bulur.
Modern dünyanın bilgi yapılarındaki farklılaşma C. P. Snow’un (2010)
3
kavramsallaştırmasıyla, içerisinde “iki kültür” barındıran bir bilgi kavrayışını hâkim kılmıştır.
Başta akademisyenler olmak üzere, yüksek eğitim almış herkesin birine mensup olduğu ve
aralarında derin bir karşılıklı şüphe ve anlayışsızlığın hüküm sürdüğü iki kültür, “edebi
entelektüellerin kültürü” ve “doğa bilimcilerinin kültürü”dür ve Snow’un 1959’daki tespitine
göre, Batı toplumunun tamamında düşünsel hayat gittikçe iki kutba, iki zıt gruba
ayrılmaktadır (2010, s. 92). Artık, bilgi adını almayı hak eden bir ifadenin ya da teorinin,
Newton fiziğiyle rüştünü ispatlamış olan bilimsel yöntemin ürünü olması gerekmektedir.
Epistemolojik dönüşüm kültürel (bilim kültürü anlamında) dönüşümü, o da kurumsal
dönüşümü beraberinde getirir. ‘Bilinen dünya’da uzmanlaşmayı olanaklı kılacak bir şekilde
kurumsal biçimlenme yaşanmıştır. Kopernik’in çalışmasının yayınlandığı yıl olan 1543’te
başlayıp 1687’de Newton’un Principia’sı ile tamamlanan Bilimsel Devrim’in üzerinden iki
yüz yıl geçtikten sonra “doğa bilimi”, bilgi üzerinde mutlak hâkimiyetini kurmuş ve kendi
“kültürünü” yaratmıştır. Neo-pozitivizm ya da bilimsel dünya kavrayışı bu kültürün sınır
çizgisinin üzerinde konumlanır.
Metafizik ya da klasik anlamıyla felsefe, kültürel yarığın karşı kıyısındadır. Bu
çalışma açısından sadece Adorno’ya referansla (2017) yapılabilecek naif tespit, bu kıyının
Almanca konuşulan yerleri kapsadığı olacaktır. Zira, Adorno’ya göre, bu yerlerin dışında
kalan ‘kültür’ için metafizik bir “hakaret terimi”, “boş spekülasyon”, “katıksız saçmalık” gibi
gönderimlere sahiptir (2017, s. 12). Bu noktadaki konumlanma sorunu, Adorno ve
Horkheimer’ın birinci kültürü, yani bilim kültürünü ve onunla ayrılmaz biçimde örtüşen
3
Snow’un bu kavramsallaştırmayı yaptığı yıl 1959’dur.
742
GAUN JSS
Aydınlanma’yı “salt araç üreten bir aygıt” olarak tanımladıklarında (2010: s. 66) nereden
konuştuklarına ilişkindir. Bu konum, epistemolojiyi önce bilgi teorisine (theory of
knowledge) ya da aynı anlama gelecek biçimde bilim teorisine (theory of science)
dönüştürerek ilk ve tek felsefe haline getiren ve ardından da bu felsefeyi çözümleme etkinliği
olarak çerçeveleyen yaklaşımın karşı kıyısıdır. Bu kıyıdan bakıldığında, çözümleme etkinliği
dâhilinde ‘dil eleştirisinin’ hedefi felsefe ve düşünmedir (Adorno ve Horkheimer, 2010, s.
134). Yani, felsefe (eğer geriye ‘felsefe’ diye bir şey kaldıysa), felsefeye karşıdır. Diğer
yandan ise “metafizik kavramı”, “felsefenin baş belası sorunu”dur (Adorno, 2017, s. 11).
Böylesi bir konum belirlenimi için bilgi teorisini önceleyen yaklaşımları her anlamda
homojen kabul etmek yanıltıcı olacaktır. Ancak aralarında bir ‘akraba benzerliği’ tespit etmek
olanaklıdır. Bu benzerlik, ‘temsil’ ya da ‘temsiller olarak bilgi’dir. ‘Temsil’ ya da ‘temsiller
olarak bilgi’ şöyle çerçevelenir:
Dil bir temsile ‘bu gerçektir’ denmesiyle başlar. (…) Gerçeklik antropomorfik bir yaratıdır. Gerçeklik
insan ürünü olabilir, ancak o bir oyuncak değildir, bilakis o insan yaratılarına göre ikincildir. İlk büyük
insan icadı temsildir. Bir defa temsil etme işi yapılabildiğinde, ikinci dereceden bir kavram bunu takip
eder. Bu gerçeklik kavramıdır, ancak birinci dereceden temsiller var olduğunda içeriği olan bir kavram
(Hacking, 2016, s. 172).
Bu yaklaşımın ana fikri kolaylıkla bir tür ontolojik idealizm ile karıştırılabilir görünmektedir.
Ancak böylesi bir karıştırma ontolojiyi önceleyen bir bakışın ürünüdür. Epistemolojik
konumlanış için gerçeklik, elbette ki insan dilinden önce de vardır. Gerçekliğin ‘gerçeklik’
olarak kavramsallaştırılması (epistemolojik bir unsur haline getirilmesi) ise zorunlu olarak
temsile göreli olarak ikincildir. Bu, aynı zamanda epistemolojinin ontolojiye öncelenmesidir.
Bu bakış açısına göre, önce temsillerin yapımı gelir, ardından “temsillerin gerçek ya da gerçek
dışı, doğru ya da yanlış, sadık ya da sadakatsiz şekilde yargılanması” söz konusu olur.
Sonunda da dünya (epistemolojinin konusu olabilecek gerçeklik) ortaya çıkar.
Bu çerçeve içerisinde ‘bilimde hiçbir derinlik yoktur, her yerde yüzey vardır’ ifadesi
anlamını bulmaktadır. Çünkü söz konusu olan temsiller ve onların temsil ettikleri şeyler
arasındaki ilişkinin epistemolojik boyutudur. Derinlik ontolojiktir ve epistemolojik bağlamda
daima spekülatif kalacaktır. Bu durumda, ‘gerçek’, temsil ile salt görünüş (görüntü)
arasındaki –epistemolojik- zıtlığa işaret eder. Bu anlamda günlük dil ile bilim dili arasındaki
fark, sadece ikincinin daha rafine olmasından doğmaktadır.
Bu bağlamda, ontolojik konumda Adorno ve Horkheimer’ın ‘mimesis’
kavramsallaştırması ‘temsil’ ile örtüştürüldüğünde Aydınlanmanın Diyalektiği’nin eleştirel
boyutu bir kez daha öne çıkmaktadır: “Yalnızca doğaya bilinçli olarak gösterilen uyum
doğayı fiziksel bakımdan daha zayıf olanın tahakkümü altına sokar. Ama mimesisi bastıran
akıl [Ratio] salt onun karşıtı değildir. Aklın [Ratio] kendisi mimesistir: Ölü olana yönelik
mimesis” (Adorno ve Horkheimer, 2010, s. 86). Belki de kadim dünyayı bilme sorunuyla her
daim yan yana olan ‘temsil problemi’nin tarihsel sürecinde, ‘temsil’in tamamlayıcısı ve
sonucu nominalizm, Adorno ve Horkheimer’ın ifadesiyle ise “burjuva düşünüşünün ilk örneği
olan nominalizm”dir (2010, s. 90). O halde, epistemolojik konumun kendisini temellendirdiği
zemin, ontolojik konum için nominalizmdir.
Nominalizmin egemen olduğu dünyanın, yani Aydınlanma’nın, mantıksal öznesi ise
“sırasıyla köle sahibi, özgür girişimci ve yönetici”dir (Adorno ve Horkheimer, 2010, s. 117).
Böylece bir kez daha iki yaka arasındaki yarık belirginleşmektedir. Eleştirel Teori’nin,
Aydınlanma’yı ‘insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan
kurtulması ve ‘ergin olmama durumunu’ da insanın kendi anlama yetisini bir başkasının
kılavuzluğuna bırakmaksızın kullanamaması’ olarak ortak tanımlamayı sürdürmekte olduğuna
dikkat edilmelidir. Ancak Eleştirel Teori, aynı tanımı benimseyen bilim felsefecilerinin
EPİSTEMOLOJİK DÖNÜŞ VE BİLİM FELSEFESİNİN ONTOLOJİSİ
-BİLİMSEL DÜNYA KAVRAYIŞI’NDAN ELEŞTİREL REALİZME ONTOLOJİNİN EPİSTEMOLOJİ İLE TEMELLENDİRİLMESİ-
743
aksine, Aydınlanma’nın sonucunu, özne olarak bilim insanına bağlamamaktadır. Oysa basit
bir çerçevede, Eleştirel Teori’nin sistem ile doğa ilişkisini ele alışı, ufak bir terminolojik
dönüşümle bilgi kuramsal bir tartışmanın merkezine kısmi taşmalarla yerleştirilebilir
görünmektedir. Aşağıdaki uzun alıntı, kendi içerisinde taşmalar dışarıda bırakıldığında
epistemolojik boyutla tam uygunluk gösterirken, ‘taşmaların’ yarattığı farklılaşmaya da işaret
etmektedir:
Sistem ile doğanın uyumu sağlanmalıdır; nasıl sistemden yola çıkılıp olgular hakkında tahminde
bulunuluyorsa, olgular da sistemi onaylamalıdır. Ama olgular praksise aittir ve her yerde bireysel
öznelerin toplumsal bir nesne olarak doğayla temaslarını imler. Deneyim her zaman gerçek bir eylem ve
katlanmalıdır. Ne ki fizik biliminde kuramın kendisini sınatırken başvurduğu algı çoğu zaman deney
aletlerinde görülen elektrik kıvılcımlarına indirgenmiştir. Kaldı ki kıvılcımların görünmemesi de kural
olarak herhangi bir pratik sonuç doğurmaz, olsa olsa ya kuramı çökertir ya da deneyi hazırlamakla
görevli asistanın kariyerini (Adorno ve Horkheimer, 2010, s. 117).
Bir miktar ‘aşırı yorum’ riski alınarak, ‘bireysel öznelerin toplumsal bir nesne olarak doğayla
temasları’ ifadesi Kuhncu terminolojide ve bilim sosyolojisi içerisinde tartışmaya dâhil
edilebilir niteliktedir. Geri kalan ifadeler ise doğrudan bilgi teorisi tartışması içerisinde
konumlanmaktadırlar. Oysa bu noktadan sonraki bölüm, bilim ya da bilgi teorisi üzerine
kısmen de olsa ‘yüzeyden taşan’ kısım olarak gelmektedir:
Ama laboratuvar koşulları istisnadır. Sistem ile düşünüş arasında uyum yaratamayan bir düşünme,
yalıtılmış görsel izlenimlere ters düşmenin ötesinde gerçek praksisle de çatışır. Beklentiler
gerçekleşmemekle kalmaz, bir de beklenmeyen şeyler oluverir: köprü çöker, ekin sararıp solar, tıp
insanları hasta eder. Sistematik düşünme eksikliğinin ve mantığa nasıl ters düşüldüğünü en belirgin
biçimde gösteren kıvılcım kaçıp giden algı değil, ani ölümdür (Adorno ve Horkheimer, 2010, s. 117).
Taşma kısmidir, çünkü tartışmanın çekirdeği ‘temsil problemi’ ile ilişkilendirilebilir
niteliktedir. Bunun için ‘sistem’ terimi yerine ‘teori/kuram’ teriminin ikame edilmesi
yeterlidir. Aydınlanma’nın merkezindeki sistem / teori fikrinin, öznenin doğaya egemen
olmasını en etkili biçimde destekleyen bilgi biçimi olması ile sistemin / teorinin ilkelerinin öz-
varlığı korumanın ilkeleri olduğu gerçeğinin tartışmaya açılması bilgi kuramsal tartışmanın
yüzeyinin altında kaldığı için bir taşma söz konusudur.
İnsanın kendi varlığını koruması için bilgiyi (ve sistemi) kullanması ile köle sahibi,
özgür girişimci ve yönetici olarak öznenin kendi varlığını koruması için bilgiyi kullanması
arasında bir geçişkenlik vardır. Çünkü Adorno için “saf sözel tanımlarla, basitçe kavramları
tanımlayarak” felsefe alanında gelişme gösterilememesinin nedeni, kavramların bilgisine
sahip olmak için “kavramların nasıl oluştuğunu ve kökenleri, tarihsel boyutu yönünden ne
anlama geldiklerini bilme” gerekliliğidir (Adorno, 2017, s. 17). Bu, temsiller olarak alınsalar
dahi, kavramların ontolojik tarihinin bilinmesinden başka bir şey değildir. İşte bu geçişkenlik,
bilgi teorisi için konu-dışıdır ve bu nedenle yüzey-altıdır.
Hatırlanacağı üzere, Bilimsel Dünya Kavrayışı, yani epistemolojik konum alış, bu ve
benzeri konuları –eğer olanaklıysa- bilim insanlarına (sosyal bilimcilere) bırakma sonucunu,
bilgi kuramsal temelde üretmiştir. Eğer olanaklı değilse, bu konu felsefenin de konusu
olamaz. Oysa Eleştirel Teori, bu tür bir ‘ya / ya da’nın ötesine geçebilen bir toplumsal ve
tarihsel eleştiri olma iddiasındadır. Adorno ve Horkheimer’ın ifadeleri bu iddianın açık
göstergeleridir:
Ne ki akıl aynı zamanda hesapçı düşünme merciidir. Bu, dünyayı öz-varlığı koruma hedeflerine
göre düzenleyen ve nesneyi salt duyusal bir malzemeden boyunduruk altında alınacak bir
malzemeye dönüştürmekten başka işlevi olmayan bir düşünmedir. Sonuçta genel ile özeli, kavram
ile tekil vakayı dışarıdan birbirine uyduran şematikliğin gerçek doğasının günümüz biliminde
endüstri toplumunun çıkarına hizmet ettiği açığa çıkar. Varlık, imal ve idare etme gözüyle
görülmeye başlar. Her şey yinelenebilen ve birbirinin yerine konulabilen süreçlere dönüşerek
sistemin kavramsal modellerinin salt bir örneği haline gelir (Adorno ve Horkheimer, 2010, s. 118).
744
GAUN JSS
Bu iddia Eleştirel Teori’yi Viyana Çevresi’nin bilgi kuramsal konumlanışı bağlamında
metafizikle sosyal bilim arasında bırakacak niteliktedir. Bu arada-kalmışlık, bilim konu
edinilirken ontoloji devreye girdiğinde bir kez daha konum değiştirecektir.
Dostları ilə paylaş: |