Kitabın Orijinal Adı: The Third Eye



Yüklə 0,91 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə1/15
tarix09.04.2020
ölçüsü0,91 Mb.
#30801
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15
lobsang rampa Üçüncü Göz


Üçüncü Göz 
T. Lobsang Rampa 
Çeviren: Fulya Gencel 

Kitabın Orijinal Adı: 
The Third Eye 
Bu Kitabın Türkiye 'deki Yayın Hakları 
Akaşa Yayın ve Dağıtım Ltd. Şti. 'ne aittir. 
Dizgi: Bilginler 
Baskı: Özal Basımevi 
Kapak Baskısı: Santra Ajans 
Film: Güven Grafik 
Cilt: Evren Ciltevi 
İstanbul, 2001 
ISBN 975-6793-13-9 
AKAŞA 
Yayın ve Dağıtım Ltd. Şti. 
İstiklal Cad. Mis Sok. No:6/4 Beyoğlu I İstanbul 
Tel: (0212) 249 20 15 - 251 91 46 
İ Ç İ N D E K İ L E R 
Yazarın Önsözü 
Evdeki Çocukluk Günlerim 
Çocukluk Çağımın Sonu 
Manastırın Kapısında 
Mürit Yaşamı 
Manastırda Yaşam 
Üçüncü Göz'ün Açılması 
Potala 
Yabani Gül Bahçesinde 
Tibet'te İnançlar 
Trappa 
Bitkiler ve Uçurtmalar 
Eve İlk Ziyaret 
Üçüncü Göz'ün Kullanılması 
Bilinmeyen Kuzey ve Yetiler 
Lamahk 
Son Evre 
Hoşçakal Tibet 


32 
45 
53 
68 
82 
93 
100 
116 
126 
145 
154 
178 
186 
200 
212 
231 
238 

Yazarın Önsözü 
Tibetli'yim. Şu garip Batı dünyasını görebilmiş birkaç 
Tibetli'den biriyim. İngiliz dilinde resmi eğitim görmediğim 
için bu kitabın anlatım biçimi ve grameri hiç de gönlümce ol­
madı. Benim İngilizce okulum, bu lisanı İngiliz ve Amerikalı 
kadın esirlerden en iyi şekilde öğrenmeye çalıştığım bir Ja­
pon esir kampı idi. İngilizce yazmayı ise deneyim yoluyla ve 
yanlışlar yaparak öğrendim. 
Çok sevdiğim ülkem, önceden de beklendiği gibi Çinli-
ler'in işgali altında şimdi. Bu nedenle hem kendimin, hem de 
arkadaşlarımın gerçek isimlerini gizledim. Kimliğim ortaya 
çıkarsa, Çinliler aleyhine pek çok şey yaptığımız için, Çinli-
ler'in baskısı altında bulunan arkadaşlarımın çok ıstırap çe­
keceklerini biliyorum. Çinlilerin ve Japonlar'ın elinde bulun­
duğum süre içinde başıma gelenlerden, eziyet ve işkencenin 
insana neler yaptırabileceğini de çok iyi biliyorum. Ancak bu 
kitap bunları anlatmak için değil, çok uzun bir süreden beri-
yanlış anlaşılmış ve yanlış tanıtılmış barışsever bir ülkeyi 
tüm gerçekleriyle anlatmak, tanıtmak için yazıldı. 
Anlattıklarımın bir kısmı başkalarına olduğu gibi size 
de inanılmaz gelebilir. Elbette ki bu sizin görüşünüze kalmış 
bir şey, fakat Tibet'in dünyanın diğer bölgelerinde hemen he­
men hiç tanınmayan bir ülke olduğunu da unutmamak ge­
rek. Bir zamanlar, insanların bir yerlerde deniz kaplumbağa­
larının sırtına binip dolaştıklarını anlatan bir yazar da hor 
görülmüştü. Tıpkı ülkemin yüksek dağlarında canlı balık fo­
sillerini görüp de anlatanlar gibi. Bununla birlikte, canlı ba­
lık fosilleri yakın bir geçmişte bulunmuş ve bunlardan örnek-


ler alınarak, üzerinde çalışılmak üzere, uçakla Amerika'ya 
götürülmüştür. Evet, bu olaya tanık olan kimselere de inanıl­
mamıstı ilk önceleri, ama sonunda doğru söyledikleri, iddia­
larında haklı oldukları kanıtlandı. Bir gün gelecek benim 
doğruluğum da kanıtlanacak. 
T. Lobsang Rampa 
Bu kitap Tahta Koyun Yılında yazılmıştır. 


EVDEKi COCUKLUK GÜNLERiM 
"Oh ne âlâ! Dört yaşındasın ve hâlâ at üzerinde durma­
yı beceremiyorsun. Sen adam olamayacaksın bu gidişle. Soy­
lu baban ne der sonra bu işe?" Yaşlı Tzu böyle söyleyerek mi­
dillinin arkasına sert bir şamar indirdi ve havalanan tozla­
rın içine tükürdü. 
Potala'nın gümüş damları, altın kubbeleri güneş ışığın­
da parıldadılar. Az ötedeki Yılan Tapınağı Gölü'nün durgun 
mavi suları bir su kuşunun geçip gittiğini anlatırcasına ufak 
ufak dalgalanıyordu. Lhasa'dan henüz yola koyulmuş, taş 
patika boyunca ağır ağır ilerleyen sığırlarını dürtükleyen 
tüccarların haykırışları geliyordu epey uzaktan. Daha yakın­
larda bir yerden de, kalabalıktan uzakta, kırlarda çalışan 
müzisyen rahiplerin o koca davullarından insanın göğsünü 
sarsarcasma çıkan "bummm, bummm, bummm" sesleri du­
yuluyordu. 
Fakat benim böyle günlük ve büyük özelliği olmayan 
olaylara ayıracak zamanım yoktu. Beni üzerinde taşımak is­
temeyen bu hırçın midillinin üzerinde durabilmeye çalışmak 
gibi çok ciddi bir işim vardı şu anda. Ama Nakkim'in kafasın­
da daha farklı şeyler vardı. O sürücüsünden kurtulmak, ken­
di başına rahatça otlamak ve ayaklarını havada serbestçe oy­
natıp, sağı solu tekmelemek istiyordu. 
Yaşlı Tzu sert ve hoşgörüsüz bir hocaydı. Tüm yaşamı 
boyunca haşin ve katı olmuştu ve şimdi de dört yaşında, kü­
çük bir oğlanın koruyucusu ve binicilik öğretmeni olarak sık 

sık sinirleniyor, sabrı taşıyordu. Kham adamlarından biri 
olup, diğerleri gibi yapılı ve güçlü olduğu için seçilmişti. Bo­
yu iki metre yirmi santim kadardı ve oldukça iriydi. Vatkay­
la şişirilmiş omuzlan onu olduğundan da heybetli gösteriyor­
du. Tibet'in doğusunda, erkeklerin normalden çok daha uzun 
boylu ve güçlü oldukları bir eyalet vardır. Erkeklerin çoğu­
nun boyu iki metreden uzundur. Bunlar Lama manastırla­
rında polis rahip olarak görev yaparlardı. Olduklarından da­
ha iri görünmek için giysilerinin omuzlarını vatkayla şişirir, 
daha korkunç görünmek için saçlarını siyaha boyar ve elle­
rinde, talihsiz suçlulara karşı kullandıkları değnekler taşır­
lardı. 
Tzu eskiden bir polis rahipti, şimdi ise küçük bir prense 
dadılık yapıyordu. Bir zamanlar uzun bir süre yürüyemeye-
cek şekilde sakatlandığı için sürekli at üstünde yolculuk ya­
pardı. 1904'te General Younghusband'ın emrindeki İngiliz 
orduları Tibet'i işgal edip her yeri yakıp yıkmışlardı. Dostlu­
ğumuzu kazanmanın en kolay yolunun evlerimizi bombardı­
man edip, halkımızı öldürmek olduğunu düşünüyorlardı an­
laşılan. Tzu da yurdunu savunanlardan biriydi ve savaş sıra­
sında sol bacağının yarısı havaya uçmuştu. 
Babam Tibet Hükümeti'nin önde gelen bakanlarından 
biriydi. O ve annem ülkenin sayılı ailelerinden oldukların­
dan, ikisinin de sözleri ülke meselelerinde oldukça geçerdi. 
Hükümet yapımızla ilgili ayrıntılı bilgiyi daha sonra verece­
ğim. 
Babam 1.90m. boyunda sağlam ve iri yapılı bir adamdı 
ve övgüye değer bir güce sahipti. Gençliğinde koskoca bir mi­
dilliyi tuttuğu gibi yerden kaldırabilirmiş. Kham adamlarıy­
la güreşip de onları yenebilen birkaç kişiden biriydi babam. 
Tibetliler çoğunlukla siyah saçlı, kahverengi gözlüdür­
ler. Babam kestane rengi saçları ve gri gözleriyle bir istis­
naydı ve anlayamadığımız nedenlerle sık sık kızıp köpürür-
dü. 
Onu pek fazla göremiyorduk. Tibet sıkıntılı günler geçi-
10 
riyordu. 1904'te İngilizler tüm ülkeyi işgal ettiler ve Dalay 
Lama, babam ve diğer kabine üyelerini ülkeyi yönetmekle 
görevlendirdikten sonra Moğolistan'a kaçtı ve bir süre Pekin' 
de kaldıktan sonra, 1909'da Lhasa'ya döndü. İngiliz işgalinin 
başarısından cesaret alan Çinliler 1910'da Lhasa'ya saldırıya 
geçtiler. Dalay Lama bu kez Hindistan'a kaçtı. Çinliler 1911' 
de, Çin İhtilâli sırasında Lhasa'dan çıkarıldılar, fakat halkı­
mıza yaptıkları korkunç işkenceleri önlemekte biraz geç ka­
lınmıştı. 
1912'de Dalay Lama yeniden Lhasa'ya döndü. Onun 
yokluğu sırasındaki zor günlerde babam ve kabinenin öteki 
üyeleri Tibet'i tam yetkiyle yönettiler. Annemin söylediğine 
göre, bu günlerden sonra babamın huyu asla eskisi gibi ol­
madı. Kuşkusuz, çocuklarına ayıracak vakti yoktu artık. As­
lında ondan hiçbir zaman bir baba sevgisi görmemiştik. Özel­
likle ben, onu daha da öfkelendiriyordum sanki. Bunun üze­
rine, babamın deyimiyle "ya hep ya hiç" adına Tzu'nun kıt 
merhametine teslim edildim. 
Midilli üzerindeki başarısız gösterim, Tzu tarafından ki­
şiliğine yapılmış bir hakaret olarak kabul edilmişti. Tibet'te 
yüksek sınıfa mensup küçük çocuklara, daha yürümeyi bile 
beceremeden ata binme öğretilir. Tekerlekli trafiğin olmadı­
ğı, bu yüzden de tüm yolculukların yaya ya da atla yapılması 
zorunlu olan bir ülkede, at üzerinde gerçekten yürekli olmak 
gerekir. Tibetli soylular sürekli binicilik talimleri yaparlar. 
Dört nala koşan bir atın daracık tahta eğerinin üzerinde aya­
ğa kalkarak, hareket halindeki hedefe önce tüfekle ateş edip, 
sonra ok ve yayla nişan alırlar. Cesur biniciler, bazen ovada 
belli bir düzen içinde dört nala giderken, eğerden eğere atla­
yarak at değiştirirler. Ben ise dört yaşındayken eğer üzerin­
de oturmayı bile son derece zor bulmaktaydım. 
Benim midillim, Nakkim, kaba tüylüydü ve uzun bir 
kuyruğa sahipti. Küçük kafası ise oldukça iyi çalışıyordu, 
kendinden emin olmayan bir biniciyi üzerinden atmak için 
sayısız yöntemleri vardı. En gözde numarası, ileri doğru hız­
la koşup, sonra aniden durmak ve aynı anda başını öne eğ­
11 

mekti. Ben umutsuzca boynundan aşağı doğru kayarken, ka­
fasını ani bir devinimle öyle bir yukarı kaldırırdı ki, toprağa 
çakılmadan önce havada tam bir takla atardım. Sonra öylece 
sakin bir halde durup, kendini beğenmiş bir gönül rahatlı­
ğıyla bakardı. 
Tibetliler at üzerinde asla tırıs gitmezler. Çünkü midil­
liler küçüktür ve biniciler tırıs giden bir midillinin üzerinde 
oldukça gülünç görünürler. Hafif bir eşkin gidiş genelde ye­
terince süratlidir. Dört nala gidiş ise binicilik çalışmaları 
içindir. 
Tibet teokratik (dinerkil) bir ülkeydi. Dış dünyanın 
"ilerleyen" uygarlığını yaşamaya hiç mi hiç hevesli değildik. 
Tüm isteğimiz meditasyon yaparak bedenimizin sınırlarını 
aşabilmekti. Bizim akıllı bilgelerimiz, Batı dünyasının Ti­
bet'in zenginliklerine göz diktiğini çok önceden anlamışlardı. 
Ülkeye yabancıların girmesiyle, barışın ülkeyi terk edeceğini 
gayet iyi biliyorlardı. Şimdi Çinlilerin Tibet'e gelişleri, bilge­
lerin bu görüşlerinde ne kadar haklı olduklarını göstermiş­
tir. 
Evim, Linghor Eyaleti'ndeki Lhasa Kenti'nde, kenti çe­
peçevre dolaşan bir yolun kıyısında, Potala'nın hemen gölge-
sindeydi. Aslında Lhasa'yı çevreleyen üç tane yol vardı ve en 
dışta olan Linghor, çoğunlukla göçmenler tarafından kullanı­
lırdı. Ben doğduğum sıralarda, Lhasa'daki tüm evler gibi, bi­
zim evimiz de yoldan bakıldığında iki katlı bir görünüme sa­
hipti; çünkü hiç kimse Dalay Lama'ya daha yukarıdan bir 
yerden bakamazdı. Bu yüzden de evlerin yükseklik sınırı iki 
kat olarak saptanmıştı. Bu yükseklik sınırı yılda bir kez dü­
zenlenen resmi geçitte uygulandığından, evlerin çoğunda, yı­
lın on bir ayı kullanılan, düz dam üzerine kurulmuş ve ko­
layca sökülüp takılabilen, tahta asma katlar bulunurdu. 
Bizim evimiz taştan yapılmıştı ve inşası da yıllar sür­
müştü. Geniş iç avlusu kare şeklindeydi. Hayvanlarımız ze­
min katta, biz ise yukarıda yaşardık. Zeminden yukarı kata 
çıkan bir taş merdivenimiz olduğu için şanslı sayılırdık; çün­
kü Tibet evlerinin çoğunda el merdiveni, çiftçi kulübelerinde 
12 
ise insanın düşüp bir yerini rahatlıkla kırabileceği çentikli 
direkler bulunurdu yalnızca. Bu çentikli direkler kullanıla 
kullanıla zamanla son derece kaygan hale gelirler ve sığır te-
reyağına bulanmış elleriyle direğe tırmanmaya çalışan bir 
köylü bu gerçeği bir an bile aklından çıkardığında, yere doğ­
ru ani ve sert bir inişe geçerdi. 
1910'daki Çin işgali sırasında evimizin bir kısmı yerle 
bir edilmiş, binanın iç duvarı yıkılmıştı ve babam sonradan 
dört kat yüksekliğinde yeniden inşa ettirmişti. Evimiz yol­
dan daha yüksekte olmadığından ve merasim sırasında Da­
lay Lama'ya üstten bakamayacağımız için, başımız derde gir­
medi. 
Orta avluya açılan kapı ağır ve kullanılmaktan karar­
mıştı. Çinli istilacılar tahta kirişlerini kıramadıklarından, 
içeriye girebilmek için duvarlardan birini yıkmışlardı. Bu gi­
rişin tam üstünde, kâhyanın çalışma odası vardı. Buradan, 
avluya girip çıkan herkesi rahatça görebilirdi. Çalışanların 
işe alınmalarıyla ya da işten çıkanlmalanyla uğraşır, hiz­
metkârların işleri titizlikle yürütmelerine dikkat ederdi. 
Lhasa'nın dilencileri, manastırların güneşin batışını bildiren 
davulları gümbürdemeye başladığında, karanlık gece boyun­
ca içlerini ısıtacak bir şeyler yemek için kâhyanın penceresi­
nin önünde toplaşırlardı. 
Tibet'in önde gelen tüm soylularının evlerinde, kendi 
bölgelerindeki yoksullara ayrılmış bir erzak stoğu bulunur­
du. Tibet'te birkaç cezaevi vardı ve tutuklular sokaklarda do­
laşıp, sağdan soldan yemek dilenerek doyururlardı karınları­
nı; bu yüzden bilekleri zincirli tutuklular hiç eksik olmazdı 
kâhyanın penceresinin önünde. 
Suçlular Tibet'te hor görülmezler, aşağı sınıftan biri ola­
rak da bakılmaz onlara. Biz gerçekten aranıldığında, hepimi­
zin şu ya da bu biçimde suçlu çıkabileceğimizi biliyor ve bu 
nedenle bu talihsiz insanlara anlayışla davranıyorduk. 
Kâhyanın odasının sağ tarafında bulunan iki odada iki 
rahip yaşardı. Yaptığımız işleri kutsamak için her gün dua 
13 

eden ev rahipleriydi bunlar. Daha aşağı sınıflara mensup 
soyluların evlerinde yalnızca bir rahip bulunurdu, fakat bi­
zim statümüz iki rahibi gerektiriyordu. Önemli bir olaydan 
önce bu rahiplere danışılır, onlardan tanrıların himayesi için 
dua etmeleri istenirdi. Bu rahipler her üç yılda bir bağlı ol­
dukları lama manastırlarına geri dönerler ve yerlerine başka 
rahipler gelirdi. 
Evin her iki kanadında da birer dua odası vardı. Oyma­
lı tahta mihrabın önünde bulunan yağ kandilleri sürekli ya­
narlardı. Yedi kâse kutsal su, gün boyunca birkaç kez tazele­
nirdi, çünkü tanrılar gelip bu sulardan içmek isteyebilirler­
di; bu yüzden de kâselerde sürekli taze su bulundurmak ge­
rekiyordu. Rahiplere büyük önem verilir ve yemekler onlarla 
birlikte yenirdi. Böylece hem daha içten dua edebilirler, hem 
de tanrılara bizim yemeğimizin iyi olduğunu söyleyebilirler­
di. 
Kâhyanın solundaki odada, görevi, hizmetkârların ya­
salara uygun davranıp davranmadıklarını denetlemek olan 
bir hukukçu yaşardı. Yasalara itaat, Tibetliler'in son derece 
titizlik gösterdikleri bir konudur ve babanın, yani aile reisi­
nin yasaların uygulanmasında büyük bir dikkat göstermesi 
gerekir. 
Biz çocuklar, erkek kardeşim Paljör, kız kardeşim Ya-
sadhara ve ben, kare şeklindeki evin yoldan uzak tarafında 
bulunan yeni binada yaşıyorduk. Sol tarafta bir dua odası, 
sağda ise hizmetkârların çocuklarının da devam ettikleri bir 
sınıf vardı. Derslerimiz hem uzun sürerdi hem de konular 
çok çeşitliydi. Paljör'ün. bedeni fazla dayanamadı. Zayıftı ve 
her ikimiz için de amaçlanan zor yaşama dayanabilecek gibi 
değildi. Daha yedi yaşina gelmeden aramızdan ayrıldı ve 
Çok Tapınaklı Ülkeye geri döndü. O öldüğünde Yaso altı, 
ben ise dört yaşındaydım. Boş bir kabuk gibi yatan bedenini 
almaya gelen Ceset Parçalayıcılarının, onu gelenekler gere­
ğince parçalayıp, leş yiyen kuşlara atmak üzere götürüşleri­
ni hâlâ hatırlarım. 
Artık ailenin tek varisi olduğumdan daha yoğun bir 
14 
eğitime sokulmuştum. Dört yaşındaydım ve üstelik oldukça 
kötü bir biniciydim. Babam sert bir adamdı ve Tapınağın 
Prensi olması sıfatıyla da kendi oğlunun çok katı bir disiplin 
altında, diğerlerine örnek olacak biçimde yetiştirilmesini uy­
gun buluyordu. 
Benim ülkemde, bir çocuğun mensup olduğu sınıf ne ka­
dar yüksekse, eğitimi de o denli sert ve acımasız olur. Bir kı­
sım soylular daha yeni yeni, çocukların biraz daha rahat ye­
tiştirilmeleri gerektiğini düşünmeye başlamışlardı, babam 
bunların arasında değildi. Onun düşüncesine göre, gelecekte 
nasıl olsa bir rahatlık umudu olmayan yoksul bir çocuğa şef­
kat ve özen gösterilebilirdi. İleride kendisine ait olacak olan 
zenginliklere ve rahata sahip yukarı sınıftan bir çocuğa ise 
öylesine haşin davranılmalıydı ki, tüm zorlukları ve diğer in­
sanlara karşı saygılı olmayı öğrenebilsin. Bu aynı zamanda 
tüm ülkenin kabul ettiği resmi bir davranış biçimiydi. Bu uy­
gulamanın sonucu olarak zayıf kişiler ayakta durabilmeyi 
başaramıyorlar, fakat başarabilenler de hemen her türlü zor­
luğa dayanabilecek kadar güçlü oluyorlardı. 
Tzu'nun odası zemin katta, ana kapının hemen yanın­
daydı. Bir polis rahip olarak, ömrü boyunca insanların dav­
ranışlarını inceleyebilmişti; şimdi ise tüm bunlardan uzak, 
yapayalnız yaşamaya katlanamıyordu. Babamın yirmi atı­
nın, midillilerinin ve koşum hayvanlarının bulunduğu ahır­
lara oldukça yakın bir yerde oturuyordu. 
İşgüzar olduğu ve herkesin işine karıştığı için, hiz­
metkârlar Tzu'dan pek hoşlanmazlardı. Babam ata binmeye 
giderken altı silahlı adam eşlik ederdi kendisine. Tzu bu üni­
formalı adamların teçhizatlarının kusursuz olması için her 
seferinde büyük bir telaşa düşerdi. 
Bu altı adam her defasında atlarının kıçlarını duvara 
yapıştırır ve babam kendi atının üzerinde görünür görünmez 
de onu karşılamak üzere öne çıkarlardı. Kilerlerden birinin 
penceresinden biraz sarkıp baktığımda, atının üzerinde du­
ran bu binicilerden birine biraz gayret edersem uzanabilece­
ğimi keşfetmiştim. Yapacak pek işim olmadığı bir gün, vakit 
15 

geçirmek için, tam önümde duran binici teçhizatıyla uğraştı­
ğı bir sırada, deriden yapılmış kemerine dikkatle kalın bir ip 
geçirdim ve ipin iki ucunu birbirine bağlayarak, pencerenin 
içinde bulunan bir kancaya taktım. O bekleyiş telaşında 
kimse tarafından fark edilmemiştim. Az sonra babam görün­
dü ve biniciler atlarıyla ileri doğru atıldılar, ama yalnızca 
beş tanesi. Altıncısı ise şeytanların kendisini yakaladığını 
haykırarak atının üzerinden arkaya doğru kayıp yere yuvar­
landı. Kemeri kopmuştu. O kargaşa içinde ipi içeriye çekip, 
iş meydana çıkmadan ortadan kaldırabilecek zamanı bul­
dum. Daha sonraları ona, "Ne-tük, demek sen de benim gibi 
atın üstünde duramıyorsun ha!" demek, çok büyük bir zevk 
vermişti bana. 
Günlerimiz zor geçiyordu. Yirmi dört saatin on sekiz sa­
ati ayaktaydık. Tibetliler gün ışıdıktan sonra uyumanın hiç 
de akıllıca bir iş olmadığına, gündüz gezen şeytanların gelip 
uyuyan kişiyi götürebileceğine inanırlardı. Çok ufak bebek­
ler dahi, şeytanlar tarafından rahatsız edilmesinler diye 
uyanık tutulurlar, hatta hastaların dahi uyumamasına dik­
kat edilirdi. Bu iş için özel bir rahip çağrılırdı ve bu durum 
herkes için geçerliydi. Öyle ki, ölüm döşeğinde olanlar dahi 
kendilerini öteki dünyaya götürecek yolda ilerlerken, tam sı­
nır bölgesinde yollarını sasınmasınlar diye mümkün olabildi­
ğince uyanık ve bilinçli tutulmaya çalışılırlardı. 
Okulda lisan dersi de görmek zorundaydık; Tibetçe ve 
Çince. Tibetçe iki ayrı dilden oluşurdu; günlük konuşma dili 
ve saygılı konuşma dili. Günlük dilimizi, hizmetkârlar ve 
bizden daha aşağı sınıftan olanlarla, saygılı dilimizi ise eşit 
ya da daha yüksek sınıftan olan kimselerle konuşurken kul­
lanırdık. Üst sınıftan bir kimsenin atina dahi saygıyla hitap 
edilmesi gerekirdi! Örneğin bir hizmetkârın, avluda hiç kuş­
kusuz esrarengiz bir iş peşinde salına salina dolanan soylu 
kedimize şöyle hitap etmesi beklenirdi: "Saygıdeğer Pisi Pisi 
gelip şu değersiz sütü içmeye tenezzül eder mi acaba?" "Say­
gıdeğer Pisi Pisi" ise ona nasıl hitap edilirse edilsin, canı süt 
istemiyorsa asla oralı olmazdı. 
16 
Sınıfımız oldukça genişti. Bir zamanlar, ziyarete gelen 
rahipler için kutsal bir yemekhane olarak kullanılmış bu 
özel oda, yeni binalar tamamlandıktan sonra bir okul haline 
getirilmişti. Buraya altmış kadar çocuk devam ediyordu. Ya­
rım metre yüksekliğinde bir masaya benzeyen uzun bir sıra­
nın önünde yere bağdaş kurup otururduk. Sırtlarımız hocaya 
dönük olurdu, böylece onun ne zaman kime baktığını asla bi­
lemezdik. Bu da bizi her zaman için sıkı bir çalışmaya iterdi. 
Kâğıt, Tibet'te elle yapılır ve çok da pahalıdır; özellikle ço­
cukların israf edemeyecekleri kadar pahalı. Biz otuz-otuz beş 
santimetre boyunda geniş ve ince dilimler halinde kesilmiş 
taş tahtalar kullanırdık. "Kalemlerimiz" Tsu La Dağları' 
ndan toplanan bir çeşit sert tebeşirdi. Tsu La Dağları, deniz 
seviyesinden üç bin sekiz yüz metre yükseklikte olan Lha-
sa'dan bir o kadar daha yüksekti. Ben kırmızıya çalan toprak 
renginde tebeşirler toplamaya çalışırdım, kız kardeşim Yaso 
ise eflatun rengine hayrandı. Aslında çok değişik renklerde 
tebeşirler bulabiliyorduk: Kırmızılar, sanlar, maviler ve ye­
şiller. Sanırım bu renklerin bir kısmı, maden cevherinin yu­
muşak tebeşir yataklarına karışmasından oluşuyordu. Nede­
ni her ne olursa olsun, renkli tebeşirlerim olduğu için büyük 
bir hoşnutluk duyuyordum. 
Aritmetikten gerçekten çok sıkılıyordum. Eğer yedi yüz 
seksen üç rahipten her biri, bir günde elli üç kâse tsampa 
yeseydi ve her kâse bir litrenin on altıda beşi olsaydı, bir haf­
talık tsampa için kaç litrelik bir kap gerekirdi? Kızkardeşim 
Yaso bunları yapabiliyordu, hem de hiç düşünmeden. Bana 
gelince, evet, ben pek o kadar zeki sayılmazdım herhalde. 
Ben ancak oymacılık yaparken buluyordum kendimi. 
Bu çok sevdiğim ve oldukça da başarılı olduğum bir konuy­
du. Tibet'te tüm basım işleri oyulmuş tahta levhalar üzerine 
yapılır ve bu yüzden oymacılık değerli bir iş olarak kabul edi­
lir. Hindistan'dan getirildikleri için çok pahalı olan bu tahta­
ları ziyan etmeye hakkımız yoktu tabii. Tibet'te bulunan 
ağaçlar çok sert ve damarlı olduklarından oymacılığa uygun 
değillerdi. Keskin bir bıçakla kolayca kesilebilen bir çeşit yu-
17 

muşak sabuntaşı kullanırdık biz. Bazen de bayatlamış sığır 
peyniri. 
Asla unutulmaması gereken tek şey, yasaların ezber­
lenmesiydi. Bunları hem sınıfa girer girmez, hem de çıkma­
mıza izin verilmeden önce söylemek zorundaydık. Bu yasalar 
surlardı: 
İyiliğe karşı iyilik yapınız. 
-İnsanlarla kavga etmeyiniz. 
-Komşularınıza yardım ediniz. 
-Kutsal yazılan okuyunuz ve anlayınız. 
•Yasalar anlayış ve eşitliğin ne olduğunu öğretmek için 
zenginlere karşı daha ağırdır. 
-Yasalar sevginin ne olduğunu göstermek için yoksulla­
ra karşı yumuşaktır, anlayışlıdır. 
-Borçlarınızı gecikmeden ödeyiniz. 
Flamalara yazılmış ve sınıfımızın dört duvarına asılmış 
olan bu yasaları unutmamız söz konusu olamazdı elbette. 
Hayatımız hep böyle çalışma ve can sıkıntısıyla geçmi­
yordu tabii, bu arada oyunlar da oynuyorduk. Tüm oyunları­
mız bizi güçlendirip, büyük ısı farklılıkları gösteren sert ikli­
miyle yaşanması güç Tibet'te ayakta kalmamıza yardım 
edecek şekilde düzenlenmişti. Yazın öğle vakti sıcaklık otuz 
sekiz dereceye kadar çıkabilir, fakat aynı günün gecesi eksi 
on dokuz dereceye kadar da düşebilirdi. Kış günleri ise çok 
daha soğuk ve sert geçerdi genellikle. 
Okçuluk çok zevkli bir spordu ve adaleleri iyi geliştirir­
di. Hindistan'dan ithal edilen porsuk ağacından yapılmış 
yaylar kullanır, kimi zaman da Tibet odunlarından Tatar 
yayları yapardık. Budist olduğumuz için asla canlı hedeflere 
nişan almazdık. Hizmetkârlar gizlenip, uzun iplerinden çe­
kerek hedefleri aşağı yukarı oynatırlardı. Hangi hedefi oyna­
tacaklarını önceden bilmezdik. Benden başka herkes, dört 
nala giden bir midillinin üzerinde kalkıp okunu tam hedefe 
isabet ettirebiliyordu. Bense at üstünde asla bu kadar uzun 
18 
süre ayakta duramazdım. Bir de uzun atlama vardı ama bu 
farklı bir oyundu. Her şeyden önce, üzerinde ayakta kalmak 
için mücadele etmek zorunda olduğum bir at yoktu. Elleri­
mizde dört buçuk metrelik birer sırıkla koşabildiğimiz kadar 
hızlı koşar, gerekli hıza ulaşınca, sırıkla havaya yükselir ve 
atlardık. Diğerlerinin at üzerinde o kadar uzun süre çakılıp 
kalmaktan bacaklarında güç kalmazdı sanırım. Ben ise her 
zaman bacaklarımı kullanmak zorunda olduğumdan, gerçek­
ten yüksek atlardım. Irmakları geçmek için kolay bir yön­
temdi bu, üstelik beni izlemeye çalışanların birbiri ardı sıra 
suya düşüşlerini seyretmek de çok keyifliydi. 
Bir başka eğlencemiz de sırık üzerinde yürümekti. Dev 
gibi giyinip, sırıkların üzerinde birbirimizle dövüşürdük - dü­
şen kaybederdi. Evde kendimiz yapardık sırıklarımızı. Biz 
öyle Batılılar gibi hemen en yakındaki dükkâna koşup da is­
tediğimiz şeyleri alamazdık. İşimize yarayacak tahta parça­
larını almak için kiler bakıcısına, özellikle kâhyaya hayli dil 
dökmek, onları ikna edebilmek için çok çaba sarf etmek zo­
runda kalırdık. Sonra tahtanın damarları, sırık yapmaya el­
verişli olmalı, üzerinde budak delikleri bulunmamalıydı. 
Ayak yerleri için, kama şeklinde, uygun tahta parçaları bul­
mamız da gerekirdi. Tahta, israf edilemeyecek kadar az bu­
lunduğundan, bir fırsatını beklemeli ve en uygun zamanda 
istemeliydik. 
Genç kızlar ve erkekler birlikte bir çeşit badmington to­
pu oyunu oynarlardı. Küçük bir parça tahtanın üst kenarına 
delikler delinip içlerine tüyler sokulurdu. Sonra da yalnızca 
ayaklarımızı kullanarak bu topu havada tutmaya çalışırdık. 
Genç kızlar eteklerini serbest bir atış yapabilecek şekilde sı­
yırır, uygun bir yüksekliğe atış yapar ve bundan sonra yal­
nızca ayaklarını kullanarak bu topu havada tutmaya çalışır­
lardı; topa elle dokunmak, oyun dışı kalmak demekti. Çevik 
bir kız, vuruşu boşa gittiği ana kadar topu en az on dakika 
havada tutabilmeliydi. 
Tibet'te ya da en azından Lhasa'nın bulunduğu Linghor 
Eyaleti'nde, en ilgi çeken oyun uçurtma uçurmaktı. Hatta 
19 

ulusal spor bile denilebilirdi buna. Ama ancak belirli zaman­
larda, yılın belirli mevsimlerinde oynayabilirdik bu oyunu. 
Çok eskiden, dağda uçurtma uçurulduğu zaman ortalığı sel­
ler götürecek kadar çok yağmur yağdığıni fark etmişler ve 
Yağmur Tanrıları'nın bu oyuna öfkelendiklerini düşünmüş­
lerdi; bu yüzden artık yalnızca Tibet'in kurak mevsimi olan 
sonbaharda uçurtma uçurulmasına izin veriliyordu. Hindis­
tan'da, aşırı yüklü yağmur bulutları yüklerini gereğinden 
fazla boşaltıp, istenmeyen bir sağanak ve sele neden olmasın 
diye, belli zamanlarda dağlarda yüksek sesle konuşulmaz. 
Ancak şimdi, sonbaharın ilk gününde, Potala'nın damından 
upuzun bir uçurtma salıverilecekti gökyüzüne. Birkaç daki­
ka içinde, kuvvetle esen meltemle birlikte aşağı yukarı zıpla­
yarak, dönerek, büyük, küçük, çeşit çeşit, renk renk, bir sürü 
uçurtma süzülüyordu Lhasa üzerinde. 
Uçurtma uçurmayı çok seviyordum ve benimkinin göğe 
süzülen ilk uçurtma olduğunu sevinçle gördüm. Uçurtmala­
rımızı, bambudan yapılmış kafesleri ince ipekle kaplayarak 
kendimiz yapardık. Bu kaliteli malzemeyi bulmakta hiç güç­
lük çekmezdik; uçurtmanın birinci sınıf olması, aileler için 
de bir onur kaynağı sayılırdı. En çok yaptığımız model, kutu 
şeklinde, kanatlı ve kuyruklu, korkunç bir ejderha kafasıydı. 
Karşı tarafın uçurtmalarını düşürmek için savaşırdık. 
Diğerlerinin uçurtmalarının ipini kesmek ve düşen uçurtma­
yı ele geçirmek için, kendi uçurtmalarımızın ipine kırılmış 
çömlek parçaları takar, sicimin bir kısmını da, içinde toz ha­
linde cam parçaları bulunan bir zamkla kaplardık. 
Bazı geceler gizlice dışarı sıvışır, kafasının ve gövdesi­
nin içine yağ kandilleri yerleştirdiğimiz uçurtmalarımızı ha­
vaya salardık. Gecenin karanlığında bu gözler kıpkırmızı pa­
rıldar, gövde rengarenk ışıklar saçardı. Bu işi özellikle Lho-
dzong Eyaleti'nden büyük sığır sürüleri beklendiği zamanlar 
yapmayı severdik. Çocuksu saflığımızla, uzaklardan gelen 
bu cahil yerlilerin bizim bu uçurtmalar gibi "modern" keşifle­
rimizden habersiz olduklarını düşünürdük. 
Bir başka becerimiz de bu uçurtmaların içine değişik 

Yüklə 0,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©azkurs.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin